Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

İŞSİZLİK

Kapitalizm, üretimi azamileştirirken emeği değersizleştiren, insanı bir istatistik kalemine indirgeyen, doğayı ve toplumu aynı anda tüketen bir sistemdir. Bugün dünyanın dört bir yanında milyarlarca insan, sermaye düzeninin görünmez zincirleriyle kuşatılmıştır. İşsizlik, bu zincirin en kalın halkasıdır. Burjuva iktisatçılar “piyasa dalgalanması” ya da “ekonomik yavaşlama” diyerek geçiştirir ama gerçek şudur: işsizlik, kapitalizmin doğasında vardır. Kapitalist üretim, işsizliği ortadan kaldırmak için değil, onun varlığından güç almak için işler. Çünkü işsiz milyonlar, çalışan milyonların üzerinde bir baskı aracıdır; ücretleri düşük, sömürüyü derin tutan bir sopa gibi. Marx’ın dediği gibi: “Sermaye ne kadar birikirse, işsiz ordusu o kadar büyür.” Bugün, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre dünya genelinde 300 milyondan fazla insan işsizdir. Ancak bu rakam bile gerçeğin yalnızca bir kısmını gösterir; zira “iş aramaktan umudunu kesen” yüz milyonlar bu sayının dışına itilir. Geniş tanımlı işsizliğin toplamı 500 milyonu aşmıştır. Bu, insanlığın neredeyse her on kişisinden birinin üretim sürecinin dışına atıldığı anlamına gelir. İşsizlik yalnızca bir gelir kaybı değildir — bir kimlik kaybıdır, bir insanlık kırımıdır. Çünkü kapitalizmde insanın değeri, üretebildiği artık değerle ölçülür. İşsiz kalan, adeta sistem dışına fırlatılmış, “artık insan” muamelesi görür. Fabrika kapısında, plaza asansörlerinde, tarlalarda, madenlerde; emeğini satamadığı anda görünmez olur. Kapitalist dünya düzeni bu görünmezliği sürdürebilmek için istatistikleri manipüle eder, yoksulluğu “gelişme sancısı” olarak tanımlar, sefaletin üstünü “teknolojik ilerleme” örtüsüyle kapatır. Fakat tablo açıktır: dünya nüfusunun üçte ikisi günde 10 doların altında bir gelirle yaşamaktadır. 2.000 zenginin serveti, kalan milyarlarca insanın toplam servetine eşittir. Bu uçurum yalnızca rakamsal değil, sınıfsaldır. Bugün bir yanda gece gündüz çalışan, alın teriyle yaşayan ve yoksullaşan milyarlar; öte yanda her krizi fırsata çeviren bir avuç sermaye baronu. Kapitalizmin büyümesi, işçilerin sefaletine, doğanın talanına ve işsizliğin genişlemesine bağlıdır. Sistem ne kadar üretirse, o kadar fazla insanı üretim dışına atar. Makineleşme ve otomasyon, burjuvazinin elinde insan emeğini özgürleştirmenin değil, işsizleştirmenin aracına dönüşmüştür. Her yeni teknoloji, milyonlarca emekçiyi “gereksiz” ilan eder. Marx’ın “yedek sanayi ordusu” dediği kitle, bugün küresel ölçekte tarihinin en büyüğüdür. Bu ordu; güvencesiz, esnek, taşeron, geçici, çağrı üzerine çalışan milyonlarca emekçiden oluşur. Gençler, bu ordunun en kırılgan kesimidir. 15-24 yaş arası her dört gençten biri ne çalışıyor ne de okuyor. Kapitalizm, gençliği “gelecek” olarak değil, yedek işgücü deposu olarak görür. Kadınlar ise hem patriyarkanın hem kapitalizmin çifte sömürüsü altındadır: düşük ücret, güvencesiz istihdam ve ücretsiz ev emeği arasında sıkışmışlardır. Bu tabloyu yalnızca sayılarla değil, sokakların sessiz öfkesiyle okumak gerekir. Bugün Arjantin’den Mısır’a, Fransa’dan Bangladeş’e kadar her direnişin zemininde işsizlik, güvencesizlik ve sömürü vardır. 2010’da Tunus’ta bir gencin işsizlik yüzünden kendini yakması, yalnız bir trajedi değil, kapitalizmin iflasının sembolüydü. O kıvılcım, Arap coğrafyasını, Avrupa meydanlarını ve Latin Amerika sokaklarını tutuşturdu. İşsizliğin evrensel gerçeği budur: bir yanda üretim fazlası, öte yanda açlık fazlası. Kapitalizm, milyarları işsiz bırakarak değil, onları işsiz tutarak ayakta kalır. Çünkü işsizlerin varlığı, çalışanların korkusudur. Ve korku, sermayenin en verimli sermayesidir.

Türkiye kapitalizmi, küresel sistemin laboratuvarlarından biridir: düşük ücret, yüksek işsizlik, sonsuz güvencesizlik… Patronlar için bir cennet, emekçiler için bir cehennem. Resmî istatistikler “işsizlik azalıyor” diye manşet atarken, DİSK-AR’ın verileri gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: Kasım 2024 itibarıyla geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 28,2. Bu, 85 milyonluk ülkede 11 milyon 436 bin işsiz anlamına geliyor. Yani her dört emekçiden biri işsiz. Kadınlarda bu oran yüzde 38,3, yani neredeyse her iki kadından biri. Üstelik bu rakamlar yalnızca istatistikte “iş arayan” olarak görünenleri kapsıyor; umudunu yitiren, başvurmaktan vazgeçen milyonlar bu sayılara dahi girmiyor. Sokakta, serviste, atölyede, kahvede, üniversite kampüsünde tek bir cümle yankılanıyor: “İş yok.” Bu “iş yok” çığlığı aslında sistemin itirafıdır. Çünkü Türkiye’de işsizlik, yalnızca ekonominin yavaşlaması değil; sömürünün stratejik bir aracıdır. Patronlar ve onların siyasi temsilcileri, işsizliği dizginlemek değil, yönetmek isterler. İşsizlik, çalışmakta olan milyonlara “yerine geçecek binler var” mesajını fısıldar. Böylece ücretler düşer, sendikalar zayıflar, işçiler korkuya teslim olur. Bu yüzden her kriz döneminde ilk artan şey işsizlik, ilk azalan şey ise haklardır. 2000 yılında “işsizleri korumak” için kurulan İşsizlik Sigortası Fonu, bugün kapitalist devletin sermayeye kaynak aktarma aracına dönüşmüştür. Fonun işleyişi ironiktir: Her işçi maaşından yüzde 1 kesinti yapar, patron yüzde 2, devlet yüzde 1 katkı sağlar. Ancak sonuçta bu para işsizlere değil, patronlara “teşvik” olarak gider. 2024 sonunda fonun büyüklüğü 359 milyar TL’ye ulaştı. Ancak işsizlere yapılan ödeme yalnızca 45 milyar TL; buna karşın patronlara “destek” adı altında 124 milyar TL aktarıldı. Yani her 100 liranın yalnızca 13’ü işsizlere, 34’ü sermayeye verildi! Bu tablo, kapitalist devletin kimin devleti olduğunu açıkça gösteriyor: işçinin değil, patronun. İşsiz kalmış bir işçi, fondan faydalanmak için türlü koşulu aşmak zorunda: son üç yılda 600 gün prim ödemek, son 120 günü kesintisiz çalışmak, işten kendi isteğiyle ayrılmamak… Yani ancak “itaatkâr işsiz” olursan devletten lütuf alabiliyorsun. Dahası, verilen maaş sefalet düzeyinde: 2025’te en yüksek işsizlik maaşı 20.646 TL — asgari geçim masraflarının çok altında. Bu fon, aslında sınıf mücadelesinin aynasıdır. İşçiler alın teriyle fonu doldurur, patronlar keyifle boşaltır. Bu yüzden işsizlik fonunun gerçek sahiplerine, yani işçilere ait olması talebi, yalnız ekonomik değil, politik bir taleptir. Türkiye kapitalizmi yalnızca fabrikalarda değil, üniversite sıralarında da işsizlik üretir. Milyonlarca genç “okursan iş bulursun” yalanıyla büyütülür; mezun olduğunda ise kuryelik, çağrı merkezi, geçici işler dışında bir seçenek bulamaz. 2010’da 432 bin düz lise mezunu işsizken, 332 bin meslek lisesi mezunu da aynı durumdaydı. Bugün tablo katlanarak büyüdü: her yıl üniversiteler yüz binlerce yeni mezun verirken, genç işsizliği yüzde 26’yı aşmış durumda. İşsiz gençlik, kapitalizmin “gelecek” dediği şeyin aslında geleceksizlik olduğunu yaşıyor. Bu sistem, gençliği üretici güç olarak değil, yedek işgücü olarak görüyor. Gençler ya güvencesiz çalışmaya ya da sessiz bir umutsuzluğa mahkûm ediliyor. Bu umutsuzluk, kimi zaman bir protestoya, kimi zaman bir intihara, kimi zaman bir sessiz isyana dönüşüyor. Kadın işsizliği, patriyarkanın ve kapitalizmin el ele yürüttüğü bir sömürü biçimidir. Kadınlar yalnızca ücretli işte değil, evde de görünmeyen emek ordusudur. İş bulduklarında düşük ücretli, sigortasız, yarı zamanlı çalıştırılırlar; işten çıkarıldıklarında ise “aile desteği” bahanesiyle sistem dışına atılırlar. Türkiye’de kadın işsizliği yüzde 38’i aşmış durumda. Her kriz, ilk önce kadın emeğini vuruyor; çünkü patronlar için “önemsiz işgücü” kategorisindeler. Oysa her krizde evin, çocuğun, yaşlının, hastanın yükü yine kadınların omzuna biniyor. Kapitalizm, kadın emeğini hem ücretsiz hem görünmez kullanarak krizi yönetiyor.

Kapitalizm, insanlığı üretim fazlasıyla değil işsizlik fazlasıyla boğuyor. Milyarlarca insan, sermaye düzeninin çarkları arasında “fazla” ilan edilip kenara atılıyor. Bu sistemin kalbinde kâr varsa, onun damarlarında dolaşan da işsizliğin kanıdır. Çünkü kapitalist üretim, ancak milyonları yedek işgücü olarak hazır tutabildiği sürece kârlılığını koruyabilir. Her kriz, bu gerçeği bir kez daha haykırır. 1929 bunalımında ABD’de işsizlik yüzde 25’e fırlamıştı; sokaklarda açlıktan ölen insanlar, kapitalizmin en çıplak suretini gösteriyordu. 2008’de dünya yeniden aynı felaketi yaşadı: milyonlar işten atıldı, evsiz kaldı, intiharlar arttı. Bugünse kriz kalıcı hale geldi — çünkü kapitalizmin kendisi artık sürekli kriz hâlinde. Ekonomik krizler, Marx’ın sözleriyle “toplumun kendi üretici güçlerine karşı ayaklanmasıdır.” Yani kapitalizm, kendi yarattığı üretim kapasitesini bile yönetemeyecek bir noktadadır. Teknoloji ilerledikçe işsizlik artıyor, üretkenlik yükseldikçe emek değersizleşiyor. Bir sistem, insanı gereksiz hale getirdiği ölçüde “verimli” sayılıyorsa, o sistem artık tarihin çürümüş kalıntısıdır. Bugün Türkiye’de de dünya kapitalizminin minyatürü yaşanıyor. Her yeni “reform” paketi, aslında patronlar için yeni bir teşvik, işçiler için yeni bir yıkım anlamına geliyor. Torba yasalar, kıdem tazminatına saldırılar, esnek çalışma dayatmaları… Her biri aynı mantığın ürünü: işçi sınıfının örgütsüz, korkak ve itaatkâr kalması. Ama tarih, korkunun değil direnişin mirasıyla yazılır. 2010’da Tunus’ta kendini yakan işsiz gencin ardından milyonlar sokaklara döküldü. Mısır’da, Yunanistan’da, Fransa’da, Şili’de işçiler “artık yeter” dedi. Türkiye’de de madenlerde, limanlarda, fabrikalarda direnişler filizlendi. Çünkü işsizlik, yalnızca bir ekonomik durum değil; isyanın kıvılcımıdır. Kapitalizm, bir yanda milyarderlerin servetini göklere çıkarırken, öte yanda işsiz kitleleri yerin dibine iter. Bugün dünya genelinde 2.000 dolayında süper zengin, milyarlarca insanın toplam servetine eşit bir serveti elinde tutuyor. Bu yalnızca bir adaletsizlik değil, bir düzenin suç belgesidir. Sermaye birikimi, işçilerin sırtından elde edilir; ama işçi üretimden atıldıkça, sömürünün zemini de çürür. Kapitalizmin kendi sonunu hazırlayan dinamik tam da budur: Kendi mezar kazıcısını, yani işçi sınıfını yaratır. Burjuva ideologları “başka sistem yok” diyerek kapitalizmin sonsuzluğunu vaaz eder. Oysa tarih, hiçbir sömürü düzeninin ebedi olmadığını defalarca kanıtladı. Feodal beyler de böyle sanıyordu; devrimler gelip onları tarihin çöplüğüne gönderdi. Bugün aynı kader, burjuvazinin kapısında. İşsizliğin ortadan kalkacağı tek düzen, üretimin toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlandığı bir düzendir: sosyalizm. Sosyalizmde üretim, kâr için değil insan için yapılır. Emek, bir meta değil, insanın yaratıcı gücüdür. İşsizlik, yoksulluk, rekabet — bunların her biri kapitalist özel mülkiyetin sonucudur. Bu mülkiyet biçimi ortadan kalktığında, üretim toplumsallaştığında, işsizlik de tarih olur. Sosyalizm, “herkese iş” sloganını yalnızca bir vaat değil, bir üretim ilkesi haline getirir. Herkesin emeği, herkesin refahına dönüşür. Bilim, sanat, teknoloji — hepsi insanın özgür gelişiminin araçları olur. Bugün işsizlik fonundaki her kuruş, patronlara aktarılıyor; gençler geleceksiz, kadınlar güvencesiz, işçiler örgütsüz. Bu tabloyu değiştirecek sihirli bir el yok. Değiştirecek olan yalnızca örgütlü işçi sınıfıdır. Her işsiz, bu düzenin suç ortağı değil, kurbanıdır. Ama aynı zamanda potansiyel bir devrimcidir. Çünkü işsiz kalmak, kapitalizmin gerçek yüzünü görmek demektir: emeği sömüren, insanı değersizleştiren, hayatı kar hanelerine indirgeyen o yüzü. Bu yüzden mücadele yalnız “iş bulmak” için değil, işsizliği yaratan sistemi yıkmak içindir. İşsizlik fonunun işçilere verilmesi, kamu istihdamının artırılması, çalışma saatlerinin kısaltılması gibi talepler, sınıf mücadelesinin bugünkü cepheleridir. Ama nihai hedef, bu sömürü düzeninin kökünden tasfiyesidir. Kapitalizm, insanlığı uçuruma sürüklüyor. Oysa başka bir yol var: üretimin, paylaşımın, emeğin iktidarı. Gelecek, işsizliğin kader değil suç olduğunu görenlerin ellerinde yükselecek. İşsizlik kader değil, düzenin adıdır. Ve bu düzen, örgütlü işçi sınıfının ellerinde yıkılacaktır.