Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

TOTALİTARİZM

Burjuva düzeni her çağda kendi suçlarını gizlemek için kelimeler yaratmıştır. Bu kelimeler, kâğıt üzerindeki masum kavramlar gibi görünür ama aslında egemenliğin ideolojik zırhıdır. “Totalitarizm” de böyle bir kelimedir; ilk ortaya atıldığında burjuva düşüncesi için bir kurtarıcı görevi gördü. Çünkü o sayede kapitalizmin kendi ürettiği barbarlıklar, savaşlar, sömürüler ve toplama kampları, başkalarının omzuna yüklenebilecekti. Faşizmle sosyalizmi aynı kefeye koymak, tarihsel suçun yarısını silmek, diğer yarısını da devrimci düşüncenin üzerine atmak anlamına geliyordu. Burjuvazi, bu kavram aracılığıyla kendisini “özgür dünyanın” bekçisi, Marksizmi ise “köleliğin ideolojisi” olarak tanımladı. Oysa tarih boyunca hiçbir düşünce Marksizm kadar insanın özgürleşmesini, bilincin zincirlerini kırmasını, emeğin kendi öz gücüne kavuşmasını hedeflememiştir. Marksizm, totaliter değil, tam tersine totalitarizmi doğuran bütün toplumsal koşulları ortadan kaldırmayı amaçlayan tek teoridir. Çünkü totalitarizm, egemen sınıfın topluma dışsal bir otorite olarak hükmetmesidir; Marksizm ise toplumu kendi tarihinin öznesi haline getirmektir. Kapitalist düzen, özgürlüğü yalnızca sermayenin serbestliği olarak tanımlar. Üretim araçlarını tekellerin, bankaların, devletlerin elinde toplar, sonra da bu tekellerin çıkarlarını “bireysel özgürlük” diye pazarlamaktan utanmaz. Oysa Marksizm özgürlüğü, insanın kendi toplumsal varoluşu üzerindeki denetimini yeniden kazanması olarak kavrar. Bu, hiçbir tiranlığın, hiçbir dogmanın ve hiçbir lider kültünün kabul edemeyeceği bir özgürlük anlayışıdır; çünkü bu özgürlük, iktidarın kendisini tarihten silmeyi amaçlar. Burjuva ideolojisi için asıl tehlike işte buradadır. Çünkü Marksizm, iktidarın biçimlerini değiştirerek değil, iktidarın kendisini ortadan kaldırarak özgürlüğü gerçekleştirmeyi hedefler. Bu nedenle burjuva düşüncesi, Marksizmi her zaman diktatörlükle özdeş göstermeye çalışmıştır. Oysa tarihsel olarak totalitarizm, kapitalizmin kriz dönemlerinde başvurduğu olağanüstü bir yönetim biçimidir. Sermaye, kendi kâr oranları düşerken, sınıf mücadelesi yükselirken ya da emperyalist paylaşım rekabeti keskinleştiğinde, demokrasinin maskesini bir kenara bırakır ve çıplak zorun düzenini kurar. Totaliter rejim tam da budur: sermayenin çıplak diktatörlüğü. Parlamentoların, yasaların, kuvvetler ayrılığının içi boşaltılır; bütün iktidar tek bir elde, yani sermayenin doğrudan temsilinde yoğunlaşır. Bu durumda faşizm de, bonapartizm de, askeri diktatörlükler de aynı toplumsal zorunluluğun farklı biçimleridir. Marksizm bu mekanizmayı çözümlerken, özgürlüğü soyut bir “hak” olarak değil, bu iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılması olarak tanımlar. Çünkü özgürlük, üretim araçlarının mülkiyetine el koymuş bir azınlığın keyfi değil, insanlığın ortak emeğinin kendi kaderi üzerindeki kolektif denetimidir. İşte bu nedenle Marksizm, ne devletin ebediliğini ister ne de parti diktasının kalıcılığını savunur; onun amacı, zorunluluğun alanından özgürlüğün alanına geçiştir.

Totalitarizm kavramı, burjuvazinin kendi sistemini temize çıkarma aracıdır. Bu kavram, bir yandan faşizmi soyut bir “aşırılık” gibi gösterir, öte yandan sosyalizmi aynı sepete atarak “aşırılıklar denkliği” yaratır. Böylece kapitalizm, kendisini tarihin ortası, aklın ve ölçülülüğün tek temsilcisi olarak konumlandırır. Bu ideolojik oyun, Soğuk Savaş boyunca dünya kamuoyuna enjekte edildi; sinemadan gazetelere, akademiden okullara kadar her yere yayıldı. Totalitarizm teorisi, kapitalizmi “özgür dünyanın rejimi” ilan ederken, insanlığın kurtuluş düşüncesini “tehlikeli sapma” diye damgaladı. Fakat bu söylemin asıl amacı, kapitalist sistemin kendi suçlarını görünmez kılmaktı. Çünkü eğer faşizm de, bürokratik rejimler de, sosyalist ideali paylaştığı için aynı kaderi yaşıyorsa, o zaman kapitalizmin kendisi suçsuzdur. Oysa gerçek tam tersidir: Faşizm, kapitalizmin kriz anlarında kendi varlığını korumak için ürettiği bir panik biçimidir. Aynı sistem, sömürgecilik döneminde milyonları köleleştirirken, aynı mantıkla hareket etmişti. Totalitarizm, burjuvazinin kendi korkusunun teorisidir; özgürlüğü değil, korkunun yönetimini tesis eder. Marksizm bu korkunun kökenini açığa çıkarır, çünkü o bilir ki insan, ancak kendi toplumsal bilincini yeniden kurduğunda özgürleşir. Bu özgürleşme, bireyin değil, insan türünün kurtuluşudur; ve bu nedenle hiçbir totaliter biçimle uzlaşamaz. Marksizm’in hedefi, iktidarın merkezileşmesini değil, onun toplumsal çözülmesidir; bu da demek olur ki Marksizm’in düşmanı, yalnızca kapitalizm değil, tüm otoriterlik biçimleridir. Burjuva dünyası, özgürlüğü mülkiyetle özdeşleştirirken, özgürlükle yabancılaşmayı birbirine karıştırır. Kapitalist üretim biçiminde birey özgür görünür, çünkü emeğini “kendi rızasıyla” satar; ama o rıza, açlıkla kuşatılmış bir zorunluluğun içinden doğar. Bu düzende özgürlük, kimin mülkiyete sahip olduğuna bağlıdır. Bu nedenle kapitalist toplumda özgürlük, çoğunluk için bir yanılsama, azınlık için bir mülktür. Totalitarizmin kökleri de tam burada atar: Toplumun çoğunluğu, kendi yaşamı üzerindeki denetimi kaybettikçe, iktidar merkezileşir. İnsanlar, kendi güçlerinden koparıldıkları ölçüde “güçlü bir otoriteye” sığınma ihtiyacı duyarlar. Böylece toplumsal bilinç, korkunun ideolojisine teslim olur. Burjuvazi, bu korkuyu önce üretir sonra yönetir; adına “güvenlik”, “istikrar” ve “devlet aklı” der. Oysa bu süreç, totalitarizmin toplumsal psikolojisidir. Marksizm, bu zinciri diyalektik biçimde çözümler. Çünkü o, bireyin özgürlüğünü yalnızca ekonomik değil, ideolojik ve kültürel bağımlılıktan kurtuluş olarak tanımlar. İnsan emeğinin özgürleşmesi, yalnızca ücretli köleliğin sona ermesi değil, insanın kendi düşüncesi üzerindeki tahakkümün de yıkılmasıdır. Bu yüzden Marksizm’in hedefi, özgürlüğü soyut bir hukuk ilkesi değil, tarihsel bir toplumsal dönüşüm olarak kurmaktır. Gerçek özgürlük, insanların kendi ortak yaşamını kendi elleriyle örgütlediği bir dünyadır. Böyle bir dünyada totalitarizme yer yoktur, çünkü iktidar, artık bir sınıfın elinde değil, toplumun kendisinde çözülür.

Totalitarizmin tarihsel biçimleri, farklı yüzlerle aynı özü taşır. Faşizm, askeri diktatörlük, bürokratik devletçilik ya da dinci mutlakiyet fark etmeksizin, hepsi aynı toplumsal mantığın ürünüdür: egemenliğin halktan koparak kendinde bir güç haline gelmesi. Burjuva ideolojisi, bu biçimleri birbirinden ayırarak anlamayı değil, birleştirerek gizlemeyi seçmiştir. “Totalitarizm” sözcüğü, bu gizlemenin ideolojik aracıdır; çünkü hem sermayenin çıplak zorunu perdelemek hem de devrimci düşünceyi bastırmak için aynı anda kullanılır. Oysa Marksist eleştiri bilir ki hiçbir tarihsel olay soyut değildir. Faşizm, kapitalizmin kriz anlarında doğan bir kendini kurtarma refleksidir; burjuva demokrasisi ise aynı sistemin normal işleyiş biçimidir. İkisinin arasındaki fark, yalnızca biçimseldir: biri maskeli, diğeri maskesiz iktidardır. Bu nedenle Marksizm, totalitarizmi tarih dışı bir “mutlak kötülük” değil, kapitalist toplumun olağanüstü bir ifadesi olarak kavrar. Bu kavrayış, liberal düşüncenin hoşuna gitmez; çünkü liberalizm, totalitarizmi “her iki uçtaki aşırılık” diye göstererek kendi merkezini “özgürlük” olarak ilan eder. Oysa bu merkez, sömürünün merkezidir. Gerçek özgürlük, bu merkezin yıkılmasıyla başlar. Marksizm’in hedefi, toplumu devletin, ideolojiyi sermayenin, düşünceyi pazarın tahakkümünden kurtarmaktır. Bu yüzden o, totaliter değil, anti-totaliter bir düşüncedir; ama burjuvazinin gözünde en tehlikeli olan da tam budur. Çünkü kapitalizmin düzeni, tahakkümün her biçiminden beslenir ve özgürlüğün gerçek anlamını duyduğunda kendi varoluşunun tehdit altında olduğunu hisseder.  Burjuvazi için özgürlük, seçme hakkının sınırları içinde tutulan bir itaat biçimidir; birey, önceden belirlenmiş seçenekler arasında tercihte bulunur ama o seçeneklerin kim tarafından ve hangi sınıfsal çıkarla belirlendiğini asla sorgulamaz. Bu, modern demokrasinin temel illüzyonudur. İnsanlar oy verdikçe özgür olduklarını sanırlar, oysa yalnızca sermayenin sürekliliğine onay verirler. Gerçek totalitarizm, işte bu sessiz onay mekanizmasında gizlidir. Modern kapitalizm, bireyin bilincini sürekli olarak tüketimle, korkuyla ve umutla yönetir; televizyon, din, eğitim ve teknoloji bu yönetimin aygıtlarıdır. İnsanın düşüncesi, davranışı, arzusu ölçülür, yönlendirilir, pazarlanır. Bu düzenin adı özgürlüktür ama içeriği tam bir denetimdir. Bu yüzden totalitarizmin klasik biçimleri yıkıldığında bile onun ruhu yaşamaya devam eder; çünkü sermaye ilişkileri sürüyordur. Marksizm, bu görünmez despotizmin teşhiridir. O, baskıyı yalnızca devlet zorunda değil, bilincin en derin katmanlarında da arar. Bu yüzden Marksizm, özgürlüğü yeniden tanımlar: özgürlük, insanın kendi toplumsal güçlerini fark etmesi, onları kolektif bir biçimde örgütlemesi ve yaşamı ortak akılla yönetmesidir. Bu anlamda Marksizm, yalnızca ekonomik bir teori değil, özgürlük bilincinin diyalektiğidir. Onun amacı, ne devleti sonsuza kadar büyütmek ne de bireyi soyut bir “özerklik” masalına hapsetmektir; onun hedefi, insanın kendi toplumsal varlığını bilinçli biçimde yeniden üretmesidir. Bu hedef gerçekleştiğinde, totalitarizm tarihin arkasında kalır, çünkü artık hiçbir iktidar topluma yabancı bir güç olarak var olamaz.

Bugün dünyada “özgürlük” adı altında hüküm süren düzen, aslında kapitalizmin en gelişmiş totalitarizm biçimidir. Artık zor kaba değildir; disiplin fabrikadan eve, ofise, ekrana ve bilince taşınmıştır. İnsan, üretimin nesnesi olmaktan çıkıp denetimin nesnesi haline gelmiştir. Kredi notları, dijital profiller, algoritmalar ve veri akışları yeni çağın zincirleridir. Bu zincirlerin ardında, emeğin soyutlanması ve yabancılaşmanın derinleşmesi yatar. Burjuvazi, bu yapıyı “katılım” ve “iletişim” diye adlandırır; ama gerçekte bu, yeni bir itaat biçimidir. Herkes konuşur ama kimse karar vermez; herkes seçer ama hiçbir şey değişmez. İşte modern totalitarizm budur: demokratik biçim altında mutlak kontrol. Marksizm bu mekanizmanın iç yüzünü ortaya koyar, çünkü onun özgürlük anlayışı yüzeysel değildir. O, özgürlüğü salt devlet baskısının kalkması değil, üretim ilişkilerinin kökten dönüşmesi olarak tanımlar. Gerçek özgürlük, toplumun kendi kendisini yönetmesidir; kararların, ihtiyaçların, emeğin ve bilincin kolektif bir akılla uyum içinde yeniden örgütlenmesidir. Bu nedenle Marksizm, totaliter değil, totalitarizmin tarihsel sonudur. Onun mücadelesi, otoritenin değil, özyönetimin, dogmanın değil, eleştirinin, tahakkümün değil, dayanışmanın mücadelesidir. Burjuva düşüncesi bu hakikati bastırmak ister, çünkü bu hakikat dile geldiğinde bütün egemenlik biçimleri anlamını yitirir. Marksizm’in anti-totaliter özü, yalnızca devleti aşmayı değil, bireyin kendi içindeki iktidar kalıntılarını da aşmayı hedefler. İnsan, ancak bu içsel devrimi gerçekleştirdiğinde gerçekten özgürleşir. İnsanın özgürleşmesi, yalnızca zincirlerini kırmak değil, zincirlerin bir daha var olmayacağı bir dünyayı yaratmaktır. Bu dünya, kimsenin kimseye hükmetmediği, emeğin ortak, bilincin kolektif, yaşamın dayanışma üzerine kurulu olduğu bir dünyadır. Marksizm, bu dünyanın teorisidir; çünkü o, insanın tarihsel özünü yeniden keşfetmesidir. Totalitarizm, tarihin bir sapması değil, sınıflı toplumların kaçınılmaz sonucudur; onun sonu, sınıfların ortadan kalktığı noktadır. Bu yüzden Marksizm’in nihai hedefi, herhangi bir iktidarın başka bir iktidarla yer değiştirmesi değildir; iktidarın bizzat ortadan kalkmasıdır. Burjuvazi, bu düşünceden korkar; çünkü bu düşünce, kendisinin gereksiz hale geleceği bir insanlık ufkunu temsil eder. O yüzden Marksizmi “totaliter” diye damgalamak, tarihsel bir yalanı ebedileştirme girişimidir. Fakat hiçbir yalan sonsuza dek yaşayamaz. İnsanlık, her baskı biçiminden sonra yeniden ayağa kalkmış, kendi bilincini yeniden kurmuştur. Bugün de aynı ihtiyaç yakıcı biçimde ortadadır: insan, kendine yabancılaşmış bir dünyada yeniden özne olmalıdır. Bu, bireysel bir arınma değil, toplumsal bir yeniden doğuştur. Gerçek özgürlük, bireyin değil insanlığın ortak eseridir. İşte bu nedenle Marksizm, yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Bu çağrı, tahakkümün tüm biçimlerine, sermayenin ve devletin totaliter ağına karşı, dayanışma içinde yaşayan yeni bir toplumsal bilincin çağrısıdır. İnsanlığın geleceği, özgürlüğü soyut bir hak olarak değil, somut bir yaşam biçimi olarak kurabilmesinde yatar. Ve o gün geldiğinde, totalitarizm yalnız bir tarihsel kavram olarak kalacak; çünkü insan, nihayet kendi tarihinin efendisi olacaktır.