YURTTA SOSYALiZM, CiHANDA KOMüNiZM!

ENGELLİLER

Engelliliğin toplumsal konumu, kapitalist üretim biçiminin insanı yalnızca ekonomik verimliliğiyle tanımlayan yapısında temellenir. Günlük yaşamda engelli bireylerle karşılaşmamıza rağmen, bu karşılaşmalar sistemin yarattığı görünmez duvarlarla sınırlıdır. Kentler, toplumsal yaşam alanları, ulaşım, eğitim ve sağlık hizmetleri, kapitalist planlamanın doğası gereği engellileri hesaba katmadan tasarlanmıştır. Kapitalist üretim ilişkileri, insanı üretim sürecine katkısıyla ölçtüğü için, bedensel ya da zihinsel farklılıkları “eksiklik” olarak görür. Böylece engelliler, toplumsal yaşamın dışına itilmiş, sistem tarafından “yararsız” addedilmiştir. Kapitalizm, üretim sürecinde doğrudan kâr yaratamayan her bireyi “verimsiz” ilan eder; bu nedenle engellilik bir sağlık sorunu ya da bireysel kusur gibi sunulur. Bu yaklaşım, engelli bireyi bir “yardım nesnesi” haline getirir ve toplumsal eşitsizlikleri görünmez kılar. Oysa sorun, engelli bireyin topluma uyum sağlayamaması değil, toplumun kapitalist biçimde örgütlenmiş olmasıdır. Kapitalist sistem, insanı yalnızca üretim gücü üzerinden değerlendirir ve üretime katılamayan her bedeni toplumsal yaşamın dışına iter. Bu dışlama, yalnız ekonomik değil, ideolojik bir nitelik taşır. Burjuva ideolojisi, “normal” olarak tanımladığı bedeni sermaye birikiminin ölçütü haline getirir. “Normallik” tanımı bile sınıfsal bir inşa ürünüdür: Üretime katılamayan, rekabet edemeyen, kâr getirmeyen her birey “anormal” kabul edilir. Böylece toplumun mimarisi, ulaşım sistemleri, kamu kurumları, eğitim yapısı ve hatta ahlak anlayışı bu “norm” etrafında şekillenir. Kapitalizm yalnızca mimari değil, ahlaki engeller de üretir. Engelliler, toplumun gözü önünde ama toplumsal ilişkilerin dışında yaşamak zorunda kalırlar. Onlara yönelik fiziksel, ekonomik ve kültürel bariyerler ortadan kaldırılmadıkça, toplumsal yaşama katılımları mümkün olmaz. Çoğu zaman insanlar evlerinden çıkamaz, sosyal hayata erişimleri sistematik biçimde engellenir. Engellilerin bakımına yönelik kurumlar, kapitalist düzenin çürümüşlüğünü en açık biçimde gösteren alanlardır. Bu kurumlarda yaşanan koşullar, kâr mantığının insani ihtiyaçların önüne geçtiğini kanıtlar niteliktedir. Personel yetersizliği, düşük ücretler, kötü beslenme koşulları ve insani olmayan yaşam alanları, kapitalizmin “bakım” anlayışının bir sonucudur. Bakım emeği, tıpkı üretim alanlarında olduğu gibi, kâr uğruna sömürülür. Engellilerin ihtiyaçları, maliyet hesabına indirgenir. İnsan yaşamı, sermaye açısından yalnızca bir “gider kalemi” olarak değerlendirilir. Devletin sağladığı sosyal hizmetler dahi, “masrafı azaltma” gerekçesiyle kısıtlanır. Bu kurumlarda yaşayan insanlar yaşatılmaktan çok, ölmemeleri için asgari düzeyde tutulur. Kapitalist devletin uyguladığı politikalar, bakımın insani niteliğini ortadan kaldırır; sevgi ve ilgiyi “lüks” haline getirir. Bakım personeli, düşük ücret ve aşırı iş yükü altında ezilirken, hizmet verdiği insanlara yabancılaşır. Böylece hem emek hem insanlık değeri sistem tarafından aşındırılır. Marx’ın “yabancılaşma” kavramı, bu kurumlarda somut biçimde gözlenebilir: İşçi emeğine, bakım sürecine ve nihayetinde insanın kendisine yabancılaşır. Bakım evleri, kapitalist toplumda insani ihtiyaçların nasıl metalaştırıldığını gösteren küçük birer üretim birimidir. Yatakların eskiliği, duvarların dökülmüşlüğü, insanların ilaçlarla susturulması; hepsi, kapitalizmin insana biçtiği değerin maddi yansımalarıdır. Bu kurumlar, toplumsal sorumluluk alanları olmaktan çıkarılıp, sermaye için kâr alanına dönüştürülmüştür. Devletin denetimindeki “özel” bakım merkezleri, aslında sermayenin rant mekanizmaları haline gelmiştir. İnsanların yaşamı, bu merkezlerde “maliyet” olarak görülür. Kapitalist düzenin mantığı açıktır: üretmeyen beden, yaşamaya da “hak” kazanamaz. Bu yaklaşım, toplumsal ahlâkı da dönüştürür; engellilik yalnızca bir tıbbi durum değil, ekonomik verimlilik eksikliği olarak görülür. Böylece engelliler, toplumun gözünde “fazlalık” haline gelir. Kapitalist sistem, yaşlıyı “yük”, engelliyi “masraf”, çocuğu ise “geleceğe yatırım” olarak tanımlar. Bu bakış açısı değişmedikçe, hiçbir reform ya da yasa değişikliği engellilere gerçek bir yaşam hakkı sunamaz. Kapitalist düzenin çürümüşlüğü yalnızca kurumların içinde değil, devlet politikalarında da görünür. Devletin engelliliğe yaklaşımı, onu bir “hak” değil, bir “sosyal yardım” kategorisi içinde değerlendirir. Bu da engelliliği bireysel bir sorun, yardıma muhtaçlık durumu olarak çerçeveler. Hak temelli bir yaklaşım yerine, sadaka ilişkisine dayalı bir sistem kurulur. Sermaye devleti, engelliliği ekonomik bir yük olarak gördüğü için, politikalarını da bu maliyet anlayışı üzerine kurar. Kapitalist devletin bütçesinde, engelli politikaları bir “gider kalemi” olarak yer alır; bu nedenle tasarruf politikaları ilk olarak en kırılgan kesimleri hedef alır. Türkiye’de 2013’ten itibaren uygulanan yasa değişiklikleri, bu zihniyetin kurumsallaşmış biçimidir. Engelli ve yaşlı bireylere yönelik sosyal yardımlar sistematik biçimde kısıtlanmış, ödemeler azaltılmış, maaş kesintileri yaygınlaşmıştır. Engelli bireylerin gelirleri, artık yalnızca kendi ekonomik durumlarına göre değil, aile bireylerinin gelirlerine göre hesaplanmaya başlanmıştır. Böylece engelli birey, devlet karşısında bağımsız bir özne olmaktan çıkarılmış, aile içi ekonomik ilişkilere bağımlı hale getirilmiştir. Bu durum, hem bireysel özerkliği ortadan kaldırmış hem de aile içinde yeni bir hiyerarşi yaratmıştır. Devlet, engelli bireyin yaşamını bir hak olarak değil, ailenin “yardım nesnesi” olarak düzenlemiştir.

2013 sonrası yapılan yasa değişiklikleriyle birlikte, engelliler ve yaşlılar için sağlanan 2022 maaşları ile evde bakım destekleri kademeli biçimde azaltılmıştır. Devletin “gelir tespiti” sistemi, engellinin bireysel hak statüsünü yok etmiş, onun yaşamını aile ekonomisine bağımlı hale getirmiştir. Ailede kişi başına düşen gelir belirli bir eşiği aştığında, engellinin maaşı kesilmekte; hatta geçmişte aldığı ödemeler “fazla ödeme” gerekçesiyle geri istenmektedir. Böylece devlet, engelliliği bireysel bir durum olarak değil, hane ekonomisinin bir uzantısı olarak ele almaktadır. Bu yaklaşım, engelli bireyin özerk yaşam hakkını fiilen ortadan kaldırmakta ve onu aileye bağlı bir mali unsura indirgemektedir. Gelir sınırlarının absürtlüğü ise kapitalist devletin sınıfsal karakterini açık biçimde gösterir. Örneğin, ailede kişi başına düşen gelir 286 TL’nin üzerindeyse 2022 maaşı kesilmekte, 572 TL’nin üzerindeyse evde bakım maaşına son verilmektedir. Devlet, yalnızca engellinin gelirini değil, üçüncü derece akrabaların gelirlerini bile hesaba katmaktadır. Bu uygulama, devletin engelli bireye yönelik sorumluluğunu sistematik biçimde aileye devretmesidir. Kapitalist devletin “tasarruf politikası” olarak sunduğu bu düzenleme, gerçekte sermaye birikimini sürdürmenin bir aracıdır. Çünkü devlet, sosyal harcamaları kısarken aynı dönemde sermayeye milyarlarca lira teşvik sağlamaktadır. Bu sınıfsal öncelik, engellilerin yaşamını doğrudan etkiler. Aileler, yoksulluk sınırının altında yaşamalarına rağmen devlet yardımlarını alabilmek için çeşitli yollar aramaya başlamıştır. Kimileri kâğıt üzerinde boşanmakta, kimileri sigortasız çalışarak gelirini gizlemektedir. Böylece devletin adaletsiz yasaları, insanları gerçeği saklamaya zorlayan bir sisteme dönüşmektedir. Bu durum yalnızca ekonomik bir yıkım değil, insan onuruna yönelmiş bir saldırıdır. Engelli bireylerin kamusal hayata katılımı, ekonomik ölçütlere göre değerlendirilmekte; dışarı çıkmak, hastaneye gitmek ya da bir taşıta sahip olmak “lüks” olarak görülmektedir. Sosyal Hizmetler görevlileri, engelliyi dışarıda gördüğünde “muhtaç değil” gerekçesiyle maaşını kesebilmektedir. Bu anlayış, kapitalizmin insanı yalnızca üretim gücü üzerinden tanımladığını bir kez daha kanıtlar. Kapitalist devlet için yaşam, maliyetle ölçülür; ihtiyaç, istatistikle belirlenir. Bu çarpık mantık, engelli bireyi üretim sürecinin dışına iterken, toplumsal yaşamda da görünmez kılar. Böylece kapitalizm, hem ekonomik hem kültürel düzeyde engelliliği yeniden üretir. Engelli birey “yardım alan” konumuna indirgenir; bu durum, onun hak mücadelesi vermesini zorlaştırır. Sadaka ilişkisi, politik bağımlılığı pekiştirir. Devletin yardım mekanizması, bir “hak” değil, bir kontrol aracıdır. Bu mekanizma sayesinde sermaye devleti, hem bütçe yükünü azaltır hem de toplumsal rızayı yeniden üretir. Engelli birey, yaşamını sürdürebilmek için devlete ve aileye bağımlı hale gelir; bu da sınıfsal tahakkümün mikro düzeyde yeniden üretimidir. 2020’li yıllarda artan kesintiler, bu sürecin derinleştiğini göstermektedir. Devletin denetim sistemleri, engellinin yaşamını “gözetime tabi” hale getirmiştir. Bir engellinin kullandığı tekerlekli sandalye, otomobil ya da ev eşyası bile “gelir unsuru” sayılarak maaş kesintisine gerekçe yapılabilmektedir. Böylece kapitalist düzen, bireyin varlığını bile maliyet hesabına dönüştürür. Engellilik politikası, bir refah değil, tasarruf politikasına indirgenmiştir. Bu sürece karşı toplumsal tepki giderek artmaktadır. Mart 2024’te Türkiye’nin birçok kentinde engelli örgütleri bir araya gelmiş, “2022 ve Evde Bakım Yasaları Değiştirilsin! Engelli ve Yaşlıların Mağduriyeti Son Bulsun!” sloganlarıyla alanlara çıkmıştır. Bu eylemler, yıllardır bastırılmış bir sınıfsal öfkenin dışavurumudur. “Yaşlılık sefillik olmamalı!”, “Sokakta olmak istiyoruz!”, “Uyumuyoruz, Uyarıyoruz!” gibi sloganlar, yalnızca ekonomik talepleri değil, aynı zamanda insan onuruna dayalı bir yaşam talebini dile getirmiştir. Engelli hareketinin bu çıkışı, kapitalizmin görünmez kıldığı bir sınıf kesiminin sesini duyurma çabasıdır. Kapitalist düzenin doğasında bulunan eşitsizlik, engelli bireyleri toplumsal üretim sürecinin dışında tutar. Sermaye, bedensel ve zihinsel farklılıkları verimlilik açısından değerlendirir; üretime katkı sunamayan her insan, “fazla nüfus” kategorisine alınır. Marx’ın “yedek sanayi ordusu” kavramı, bu bağlamda yeniden anlam kazanır. Engelliler, kapitalist ekonominin ihtiyaç duymadığı, ama varlığıyla sistemin çelişkisini açığa çıkaran bir toplumsal gruptur. Kapitalizm bu insanları sömürmekle kalmaz, aynı zamanda yalnızlaştırır. Engelli bireyi toplumsal üretimden dışlayarak, onu “yardıma muhtaç” hale getirir. Bu süreç, hem ekonomik hem ideolojik bir işlev görür: yardım alan bir insan, hak talep eden bir özne olmaktan uzaklaşır. Dolayısıyla engellilerin kurtuluşu, yalnızca engellilik politikalarının düzeltilmesiyle değil, üretim ilişkilerinin dönüşümüyle mümkündür.

Kapitalizm, insanı yalnız üretim araçlarından değil, insanlığından da yabancılaştırır. Bu düzende bir bireyin değeri, kâr üretme kapasitesiyle ölçülür. Sermayeye kâr sağlayan “sağlıklı” ve “verimli” bedenler makbul sayılırken, yaşlı, hasta veya engelli bedenler “yük” olarak damgalanır. Bu bakış açısı, engelliliği toplumsal bir sorun olmaktan çıkarıp ekonomik bir sınıflandırmaya dönüştürür. Kapitalist devlet, işsizi “tembel”, engelliyi “bağımlı”, yaşlıyı “verimsiz” olarak tanımlar. Böylece toplum, bu insanların yaşadığı eşitsizlikleri doğal ve kaçınılmaz sanır. Oysa sorun bireysel yetersizlik değil, kapitalist üretim biçiminin kendisidir. Sermaye düzeni, emeğin meta haline geldiği bir dünyada engelli bireyi işgücü piyasasının dışına iter, çünkü onun varlığı kâr oranını düşürür. Bu nedenle engelliler, kapitalist üretim sürecinin “fazla nüfus” kategorisinde konumlanır. Kapitalizm, insanları üretim dışına itmekle kalmaz, aynı zamanda onları yalnızlaştırır. Engelli bireyi toplumsal üretimden dışlayıp, ardından “yardıma muhtaç” konumuna indirger. Bu süreç, bağımsızlık ve özneleşme olanaklarını ortadan kaldırır. Sadaka mekanizmaları, hem ekonomik hem ideolojik düzeyde bir tahakküm aracıdır. Engelli birey yardım alan bir özneye dönüştükçe, sistemin çelişkilerini sorgulama gücünü kaybeder. Bu nedenle engelli hareketi, yalnızca hak mücadelesi değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye’de engelliler, yaşlılar ve bakıma muhtaç bireyler, giderek daha açık biçimde bu çelişkinin farkına varmaktadır. AKP hükümetinin sosyal yardım politikaları, onları bağımsızlaştırmak yerine daha da bağımlı hale getirmiştir. Ancak son yıllarda yükselen eylemler, örgütlü dayanışmalar ve kolektif tepkiler, sessizliğin kırılmakta olduğunu göstermektedir. “Uyumuyoruz, Uyarıyoruz” sloganı, yalnızca engellilerin değil, tüm ezilenlerin ortak çığlığıdır. Kapitalist sistemde hiçbir hak, iktidar tarafından bahşedilmez; her hak, mücadeleyle alınır. Bu nedenle engelli hareketinin kurtuluşu, işçi sınıfının genel mücadelesinden ayrı düşünülemez. Engelliler, kadınlar, yaşlılar, gençler, işsizler; hepsi aynı sömürü zincirinin halkalarıdır. Engelsiz bir toplum, yalnızca bireysel empatiyle değil, üretim ilişkilerinin dönüşümüyle mümkündür. Kapitalizmde kentler, teknolojiler, ulaşım sistemleri sermayenin ihtiyaçlarına göre tasarlanır. Engellilerin toplumsal yaşama katılımı bile maliyet hesabına tabidir. Bir kaldırıma rampa yapılmaması, yalnızca teknik bir eksiklik değil, sınıfsal bir tercihtir. Kapitalist sistem, kamusal mekânları bile kâr mantığıyla düzenler; bu nedenle gerçek anlamda engelsiz bir toplum, ancak üretimin kâr yerine insani ihtiyaçlara göre planlandığı bir düzende kurulabilir. Sosyalizm, bu anlamda insanın yeniden merkezine konulduğu bir üretim biçimini temsil eder. Sosyalist toplumda üretim, bireyin kâr getirme gücüyle değil, insani ihtiyaçların karşılanması amacıyla örgütlenir. Engelli birey, üretim sürecinin dışında değil, onun içinde yer alır; topluma katılır, yaşamın öznesi olur. Engellilik, bir “eksiklik” olarak değil, insan çeşitliliğinin bir biçimi olarak görülür. Sosyalist toplum, sağlık ve bakım hizmetlerini piyasanın insafına bırakmaz. Bakım evleri kâr amacıyla değil, kamusal sorumlulukla işletilir. Bakıcı emeği sömürülmez, engelli birey aç bırakılmaz, yaşam alanları insanca koşullarda düzenlenir. Bilim ve teknoloji, insanı eşitlemenin araçları haline gelir. Bir rampanın yapılması, bir ayrıcalık değil, insan olmanın doğal gereği sayılır. Kapitalist düzende engelliler “fazla nüfus” olarak görülürken, sosyalist düzende üretken insanlığın vazgeçilmez parçasıdır. Sosyalizm, yalnızca ekonomik adaletin değil, insani onurun da savunusudur. Gerçek eşitlik, insanların üretkenliğiyle değil, varoluşlarıyla değer gördüğü bir dünyada mümkündür. Bugün bakım evlerinde, yoksul mahallelerde, sokaklarda yaşanan sefaletin nedeni bireylerin vicdansızlığı değil, kapitalist sistemin yapısal çürümesidir. Bu düzenin adı kârdır; ahlâkı tasarruf, adaleti ise hak edene vermedir. Ancak insanlık bu ahlâksızlığa mahkûm değildir. Engellilerin, yaşlıların, yoksulların sesinin yükselmesi, kapitalizmin dayattığı görünmez duvarların yıkılmasının ilk adımıdır. İnsanın insana muhtaç olmadığı, yaşlıların yalnızlaşmadığı, engellilerin toplumun yükü değil, onuru sayıldığı bir dünya mümkündür. Ve bu dünya, ancak sosyalizmle kurulabilir. Çünkü gerçek engel, tekerlekli sandalyede değil, sermayenin tahtındadır. O taht yıkılmadıkça hiçbir engel gerçekten kalkmayacaktır.