Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

KONUT SORUNU

Kapitalizmdeki kentsel mekânın, kentsel yeniden yapılanmalar aracılığıyla düzenlenip yeniden örgütlenmesindeki en kritik çelişki, toplumsal sınıfların kentle olan yerleşik ilişkilerinin altüst edilmesidir. Sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak, kentin mekânsal yapısını sermaye için verimli bir zemine dönüştürmek amacıyla yürütülen bu “yeniden yapılanma” süreçleri, aslında kent emekçilerinin yaşam alanlarının gasp edilmesinden başka bir şey değildir. Kent içindeki karmaşayı, yoksulluğu ve suçu düzene koyma iddiası taşıyan bu projeler, kaçınılmaz olarak sınıfsal tahliyeye yol açmaktadır. Çünkü kapitalizm, kenti planlamaz — onu fetheder. Yoksulluğu ve suçu azaltma çabaları sosyal iyileştirme programlarıyla süslenmiş olsa bile, bu programların yarattığı ekonomik iyileşmeler aynı zamanda sermaye açısından yeni birikim alanları, yani yeni ekonomik değerler yaratmaktadır. Mekânsal iyileştirmelere bağlı olarak yükselen rant ve ekonomik değer artışları, doğal olarak daha yüksek gelirli kesimlerin ilgisini çeker. Böylece, bir zamanlar işçi ve yoksul halkın yaşadığı bölgeler “soylulaştırma” operasyonlarına konu olur. Sermaye yeniden değerlenirken, yoksul halk yerinden edilir; çünkü oluşan bu yeni değeri sürdürebilecek bir ekonomik güce sahip değildir. Toplumsal olarak da desteklenmediğinde, o halk kentin başka bir kenarına, bir başka yoksul bölgeye sürülür. Bu, kapitalist kentleşmenin “düzenleme” değil, sınıfsal tasfiye sürecidir. Kısaca neoliberal kentsel dönüşüm programının niteliklerini özetlemek gerekirse;

Kentteki her türlü enformelliğe ve kayıt dışılığa son verme iddiası taşır, ama bu süreçte yeni çatışma ve gerilimlerin doğması kaçınılmazdır.

İşgücünün günlük coğrafi sınırlarının kentselliği belirleme etkisini tamamen göz ardı eder.

Metropol kentlerde finans, kentsel turizm, kültür-sanat ve gayrimenkul geliştirme hizmetlerine dayalı yeni ekonomik sektörler oluşturur.

Soylulaştırma adı altında yeni orta sınıfın kent içindeki etkin rolünü yaratır; böylece sermayenin yaşam tarzını mekânda da tahkim eder.

Kent yönetimleri aracılığıyla “estetikleştirme” girişimlerini destekler; kamusal mekânlarda görsel tüketimi öne çıkararak bazı özel grupların bu ortak mekânlar üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırır.

Ve en nihayetinde bu programı, bütün dünya kentlerinde toplumsal ve mekânsal farklılıklara rağmen eşgüdümlü ve hızla uygular.

Bu tablo bize bir gerçeği açıkça gösterir: Kapitalizm, kenti toplum için değil, sermaye için inşa eder. Kentin yeniden yapılanması, emekçilerin yaşam alanlarının “modernleştirme” bahanesiyle sermayeye peşkeş çekilmesidir.

Ekonomik çıkar ve kâr mantığı üzerine kurulu kapitalist düzende, işçi sınıfının toplumsal ihtiyaçlarını karşılayabileceği, sağlam, rutubetten uzak, sağlıklı, estetik, doğayla uyumlu konutlar beklemek ne yazık ki bir hayalden ibarettir. Kapitalizm, insanın barınma hakkını değil, sermayenin kâr hakkını esas alır. Bu yüzden işçi sınıfının mücadelesiyle Birleşmiş Milletler sözleşmelerine yazılan “barınma hakkı”, kapitalist dünyada yalnızca kâğıt üzerinde kalmıştır. Bugün dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde bile milyonlarca insan sokaklarda yaşamaktadır. Bu çıplak gerçek, barınma sorununun kapitalist sistem altında çözülemeyeceğinin en somut kanıtıdır. Zira kapitalist, konutu bir ihtiyaç olarak değil, bir meta olarak görür. Konut, barınmak için değil, alınıp satılmak için vardır. İnsan emeğinin ürünü olan mekânlar, insanın değil, sermayenin çıkarlarına hizmet eder hale getirilmiştir. Ama “herkesin ev sahibi olacağı” yalanı hâlâ pompalanmaya devam eder. Bankalar, bu yalanı kredi zincirleriyle halkın boynuna dolar ipi gibi geçirir; burjuvalar, inşaat sektöründen devasa kârlar elde eder; devlet ise bu büyük yağma mekanizmasının garantörü olur. Kâğıt üzerindeki haklar, gerçekte bankaların alacak senetlerine, müteahhitlerin rant projelerine dönüşür. Elbette bizler, insan sağlığına ve doğaya uygun, planlı, güvenli ve kolektif bir kentsel dönüşümden yanayız. Ancak bunun kapitalizmin sınırları içinde gerçekleşmeyeceğinin de farkındayız. Çünkü kapitalizm, doğayı ve insanı aynı anda tahrip eden bir sistemdir. İşçi sınıfının doğayı ve insanlığı katleden beton yığınlarından kurtuluşu, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Gerçek anlamda bir kentsel dönüşüm, yalnızca sermaye egemenliğinin değil, sermaye sınıfının da dönüşümüyle — yani ortadan kaldırılmasıyla — mümkündür. Ancak kapitalizmin engeli ortadan kaldırıldığında, yerine kurulacak bir işçi iktidarı, toplumsal ihtiyaçlar temelinde üretimin yolunu açabilir. Kâr için değil, insan için üretim… işte bu, gerçek dönüşümün başlangıcıdır.

Burjuvazi ve onun politik temsilcileri, ağız birliği etmişçesine kent yaşamının alışıldık bir parçası haline gelen tüm bu sorunların çözümü için “Kentsel Dönüşüm” projelerinin şart olduğunu tekrarlayıp duruyorlar. Fakat bu sözlerin ardındaki gerçek, sermayenin çıkarını toplumun çıkarı gibi gösteren büyük bir aldatmacadan ibarettir. Büyük sermayeyi temsil eden hükümetlerin ve adına “belediye” denilen rantiye yaratma ve dağıtma merkezlerinin kulağa hoş gelen bu sözlerine kanmamak gerekir. Çünkü tüm bu sorunları doğuran, kenti bugünkü anarşik ve kaotik hâline getiren bizzat kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm, kenti planlı bir yaşam alanı olarak değil, birikim için yağmalanacak bir toprak parçası olarak görür. Trafiği içinden çıkılmaz hâle gelmiş, havası zehirlenmiş, suyuna fabrika atıkları karışmış, kiralık konutları lüks otellere dönüşmüş, işsizliğin ve suçun kol gezdiği kentler… Tüm bu manzara bir tesadüf değil, kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan ürünüdür. Kapitalizm, insanın yaşadığı alanı, onun yaşamasını imkânsızlaştıracak biçimde yeniden üretir.

Kentleri çözülmesi imkânsız hale gelmiş trafiğiyle, yoğun çevre ve hava kirliliğiyle, konut sorunuyla, artan suç oranlarıyla, ahlâki ve kültürel yozluğuyla birer yeryüzü cehennemine dönüştüren sistem, başka bir şey değil, kapitalizmin ta kendisidir. Burjuvazinin sistemi bu cehennemleri yaratmış ve işçi sınıfını da onların içinde yaşamaya mahkûm etmiştir. Elbette bizler kentin yaşam kalitesinin yükseltilmesini, çevresinin güzelleştirilmesini, herkesin sağlıklı ve iyi konutlarda oturmasını isteriz. Ancak kapitalizmden cehennemi cennete çevirmesini beklemek, sömürgeciden özgürlük dersi beklemek kadar saçmadır. Kapitalist sistemin özü kâr ve rekabet olduğu sürece, insanın ve doğanın yıkımı sürecektir. Bu nedenle, kentsel dönüşüm adı altında yürütülen her proje, işçilerin barınma hakkını değil, sermayenin çıkarını güvence altına alır. Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe, kentin yapısı da sermayenin çıkarlarına uygun olarak yeniden şekillenir. Kent, artık toplumsal yaşamın değil, sermaye birikiminin mekânıdır. Zira tarih boyunca uygarlığın ve insanlık kültürünün şekillendiği birimler olan kentlerdeki yaşantı, hâkim üretim ve mülkiyet ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmde rant değeri yüksek bölgelerdeki gecekondu semtlerinin tasfiyesi, yalnızca “düzenleme” adı altında meşrulaştırılmış bir sınıfsal tahliyedir. Sermaye için rantabl, kârlı yatırımların yapılacağı yeni alanlar yaratmak, sistemin doğasında vardır. Bu, tıpkı bir kapitalistin fabrikada işçiyi sömürmesi gibi, kentin dokusunun da sömürülmesidir. Ve bu dönüşüm, kaçınılmaz biçimde, insanların ihtiyaçlarına göre değil, sermayenin kârına göre gerçekleştirilir. Kapitalizm, yerinden ettiği işçileri ve emekçileri görmez; onların barınma sorununu değil, rantın devamlılığını düşünür. Bu nedenle kentsel dönüşüm, sermayenin kenti fethetme biçimidir. Her yeni proje, yeni bir istiladır; her “modernleşme”, emekçi sınıflar için yeni bir sürgündür. Kentin yağmalanması, bir fetih edasıyla yürütülür. Sermaye, kente girdiğinde orayı tıpkı doğayı, emeği ve insanı yağmaladığı gibi talan eder. İşçi-emekçilerin yaşadığı mahalleler, “çöküntü alanı” ilan edilip müteahhitlere teslim edilir; bir zamanlar emekle kurulmuş mahalle dokuları yerle bir edilir. Kapitalist yeniden yapılanma, planlı bir toplumsal dönüşüm değil, anarşik bir rant savaşının mekânsal izdüşümüdür. Bir yanda şehir merkezlerinde kendileri için yaratılmış “özerk bölgelerde” yaşayan seçkinler sınıfı vardır; alışveriş merkezlerinden faydalanan, lüks sitelerde ikamet eden, güvenlikli duvarların ardında izole bir yaşam süren bu kesim, sermayenin kente kazandırdığı ayrıcalıkların sembolüdür. Diğer yanda ise onlara hizmet eden, üretimi sırtlayan, ama buna rağmen şehir merkezlerinden dışlanmış işçi ve emekçi kitleler bulunur. Sanırsınız ki köleci Roma’nın antik kentlerine geri dönülmüştür. “Özgür yurttaşlar” yerini seçkin burjuvalara bırakmıştır; ücretli köleler ise onların hizmetini gördükten sonra bu güzelliği bozmamak için şehir dışındaki gettolara çekilmek zorundadır. Bu tablo, fantastik bir gelecek senaryosu değildir; bugün kapitalist metropollerin gerçeğidir. Yarınsa daha vahşi, daha derinleşmiş bir sınıfsal ayrışmanın habercisidir. Şüphesiz, işçilerin ve emekçilerin en temel ihtiyaçlarından biri, yeterli büyüklükte, sağlıklı, güvenli ve ücretsiz konutlarda barınabilmektir. Ancak bu ihtiyaç, doğayı ve kaynakları tahrip eden, her şeyi metalaştıran kapitalist sistem altında hiçbir zaman karşılanamaz. Kapitalizmde “barınma hakkı” bile, parası olanın erişebileceği bir ayrıcalığa indirgenmiştir. Oysa barınmak, insanın varoluşsal hakkıdır — fakat sermaye bu hakkı bile satışa çıkarır.

Gerçek anlamda bir kentsel dönüşüm, ancak doğayı ve kaynakları israf etmeyen, planlı bir yapılaşmayla mümkündür. Böyle bir planlama ise ancak işçi sınıfının önderliğinde, toplumsal ihtiyaçların belirleyici olduğu bir üretim düzeninde hayata geçirilebilir. Bu sayede yeterli sayıda sosyal, kültürel ve sportif tesisler emekçilerin serbest kullanımına sunulabilir; kent, rantın değil, yaşamın mekânı haline getirilebilir. Fakat tüm bunların kapitalizm altında gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Çünkü kapitalizm, kendi doğası gereği, kârı insanın önüne koyar. Bu yüzden her yeni inşaat, aslında eski bir yıkımın üstüne dikilir; her “modern proje”, bir yoksul mahallenin mezarıdır. Kapitalizmin inşa ettiği kent, betondan yapılmış bir sınıf hapishanesidir. İşçi sınıfının kurtuluşu, bu beton duvarların yıkılmasıyla mümkündür — yani kapitalizmin alaşağı edilmesiyle!

Tıpkı diğer bütün toplumsal sorunlarda olduğu gibi, konut sorununun da çözüm yolu, kapitalizmi yıkacak bir proleter devrimden geçer. Ancak üretim araçlarına bizzat işçi sınıfı el koyduğunda, barınma da, eğitim de, sağlık da, su da, elektrik de, ulaşım da birer meta olmaktan çıkarak halkın kolektif mülkü haline gelebilir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, üretimin merkezi bir plana göre yapıldığı, insanların en doğal ihtiyaçlarının ücretsiz veya cüzi ücretlerle karşılandığı, tüm iktidarın sovyetler aracılığıyla işçi sınıfının elinde olduğu bir işçi devleti… İşte o zaman kent, bir rant alanı değil, insan yaşamının özgürce geliştiği bir toplumsal mekân haline gelecektir.

Tıpkı konut sorunu gibi, işçi ve emekçilerin kapitalizmin kangren haline getirdiği bütün sorunlarının çözümü de ancak sınıfsız ve devletsiz topluma, yani sosyalizme doğru ilerleyen bu devrimci yoldan geçmektedir. Proleter devrimin ardından kurulacak işçi iktidarı, büyük mülk sahiplerinin elindeki tüm gayrimenkullere el koyacak, boş konutları ve mülkleri toplum yararına yeniden düzenleyecektir. Doğayla uyumlu, sağlıklı, güvenli konutlar bizzat bu devlet tarafından inşa edilecek; işçiler, kendi emeğiyle ürettikleri kentlerde, kendi iktidarlarının koruması altında özgürce yaşayacaklardır. Ve o gün geldiğinde, kent artık sermayenin değil, insanın olacak. Betonun değil, emeğin kentleri yükselecek. Kapitalist kentin cehenneminden, sosyalist kentin özgürlüğüne uzanan bu mücadele, yalnızca barınma hakkı için değil, insanlığın onuru için verilecektir.