Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

HUKUK

Egemen sınıfların kendi çıkarlarını korumak için üzerinde tahakküm kurdukları hukuk, soyut bir “hak” söyleminden ibaret değildir. Tam aksine, hukuk sınıflar arasındaki ekonomik ve politik mücadelenin çıplak bir yansımasıdır. Kapitalist düzende hukuk, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir mekanizma olarak işler; mahkemeleriyle, yasalarıyla, hukukçularıyla bir bütün olarak sermaye düzeninin sürekliliğini sağlar. Kapitalizmin dişlileri dönerken hukuk, egemenlerin elinde hem bir silah hem bir kalkan işlevi görür. Silah, çünkü muhalif her sesi susturacak yasaları, uzun yargılama süreçlerini, ağır cezaları devreye sokar. Kalkan, çünkü sermayeyi, şirketleri, zenginleri ve iktidar sahiplerini en kritik anlarda koruyacak düzenlemeleri hızla yürürlüğe koyar. Bu düzenin hukuk anlayışı, sermayenin ihtiyaçlarına göre esneyebilen, adeta oyun hamuru gibi şekil alan bir yapıdır. Tarih boyunca egemenlerin ihtiyacına göre eğilip bükülmüştür. Bir gün “hak” olan eylem, ertesi gün “suç” ilan edilir. Özel mülkiyet kutsanırken, onu tehdit eden her davranış kriminalize edilir. İşçiler greve çıktığında “ekonomik düzeni bozmakla”, halk sokağa döküldüğünde “kamu güvenliğini tehdit etmekle” suçlanır. Ama patronlar milyonların alın terini gasp ettiğinde buna “serbest piyasa ekonomisi” denir!

İşte bu, hukukun içsel çelişkisidir: bir yandan düzeni korur, diğer yandan kendi meşruiyetini sürekli kemirir. Çünkü bu hukuk, adaletin değil, sermayenin bekçisidir. Tarih boyunca ezilenler, hukuku kendi mücadelelerinin bir alanına çevirmeyi bilmişlerdir. İşçi hakları, sendikalaşma, sosyal yasalar gibi kazanımlar, hiçbir zaman burjuva hukukunun lütfu değildir. Bunlar, sokakta, grevde, direnişte kazanılmış; burjuvaziye zorla yazdırılmıştır. Hukuk, bu nedenle, mücadeleyle delinmiş, sarsılmış ve devrimci müdahalelerle dönüştürülmüştür. Ancak hukuk, yalnızca normlar, kanunlar, ilkeler toplamı olarak ele alındığı sürece soyut bir fetişizmden ibarettir. Her bilgi bir amaç uğruna varsa, hukuk bilgisi de bir sınıfın, bir iktidarın, bir çıkarın hizmetindedir. Her hukuksal ilişki, içinde doğduğu üretim tarzı tarafından belirlenir. Kapitalizmde artı-değer, iktisat dışı zorla değil “rıza” ile gasp edilir. Bu rızayı üreten şey, hukukun kendisidir. Burjuvazi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti hukuk ideolojisiyle meşrulaştırır; böylece sömürü, “doğal düzen” olarak sunulur. Devletin yasalarının “genel çıkarı” temsil ettiği söylenir. Oysa biz biliyoruz ki, bu yalnızca bir yalandır. Burjuva devletinin yasaları burjuva yasalarıdır; burjuvaziyi korumak, onun çıkarlarını güvence altına almak için yapılmışlardır. Bu devletin yargıçları, efendilerinin çıkarlarına aykırı davrandıkları anda koltuklarını kaybederler. Burjuva mahkemelerinde hüküm süren şey burjuva ruhudur; yargıçların bilinci, hukukun kendisi gibi burjuvadır.

Sınıflar arasındaki tarihsel mücadele sürerken, yalnızca proletarya kendi hukukunu burjuva hukukuna, kendi sosyalist hukuk bilincini burjuva hukuk bilincine karşı geliştirmeyi başarmıştır. Sosyalist hukuk bilinci, burjuva yasalarının kalıplarını kıran, adaleti egemen sınıfın çıkarlarından kurtaran bir bilincin adıdır. Sovyet iktidarının kuruluşuyla birlikte bu bilinç, somut bir güç hâline gelmiştir. Sovyet Mahkemeleri, proletaryanın silahlı mücadelesiyle elde ettiği iktidarın organlarıydı. Bu mahkemeler, yasaların donuk kalıplarına değil, devrimci bilince, sosyalist amaçlara göre karar veriyordu. Proleter mahkemesi, yalnızca bir yargı organı değil, sosyalizmi ve komünizmi gerçekleştirme mücadelesinin bir aracıdır. Marx’ın 1849’da söylediği gibi:

“Bu medeni kanun, Napolyon’un çağının ruhunu yansıtır; koşullar değiştiğinde, bir kâğıt parçasına, bir paçavraya dönüşecektir.”

Çünkü hukuk, toplumun maddi koşullarından doğar; o koşullar değiştiğinde hukuk da değişmek zorundadır. Feodal dönemin yasaları kapitalizmin önünde nasıl paçavraya döndüyse, burjuva hukuku da proletarya devriminin karşısında aynı akıbete uğrayacaktır.

 

Tarihin her döneminde hukuk, toplumun üretim ilişkilerine göre şekillenmiştir. Feodal üretim tarzında rızayı değil, doğrudan baskıyı sağlayan aygıtlar –din, asker, toprak beyleri– egemendi. Kapitalizm ise “rıza üretimi” üzerinden işler. Artık köle değil, “özgür işçi” vardır; zor yerine ideolojik ikna vardır. İşte bu nedenle, hukuk gibi üstyapı kurumları, kapitalizmin ideolojik aygıtları hâline gelmiştir. Burjuvazi, toprağa dayalı feodal düzeni yıkarken kendi ideologlarını –Locke, Rousseau, Montesquieu, Hobbes gibi– sahneye sürdü. Bu düşünürler “doğal haklar”, “özgürlük”, “mülkiyet” ve “direnme hakkı” gibi kavramlarla yeni düzenin ideolojik temellerini attılar. Bu kavramlar, burjuva hukukunun kutsal kitapları hâline geldi. Böylece burjuva hukukçuları, yasaları “tarihüstü” ve “ebedî” olarak sunabildiler.

Oysa Marksizm’in perspektifinde, sınıflı toplumlar ortadan kalktığında hukuk diye bir alan da kalmayacaktır. Çünkü hukuk, insanın insan üzerindeki baskısının bir biçimidir. Komünist toplumda insanlık, dışsal normlarla değil, kendi insani değerleriyle yönlenecektir. Refahın, eşitliğin, sömürüsüz bir yaşamın olduğu bir toplumda hukuka gerek kalmaz. Burjuva hukukçuları bu düşünceyi “ütopya” diye küçümser. Oysa kendi hukuk sistemlerinin içindeki “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesi bile, herkesin bu kuralları zaten benimsediğini varsayarak bir tür toplumsal bilinci ima eder. Ancak gerçeklik bunun tam tersidir. Kapitalist toplumda insanlar kanunları bilmezler, bilseler de o kanunların karşısında eşit değildirler. Bir çocuğun aç olduğu için bir baklava çaldığı gerekçesiyle altı yıl hapse mahkûm edilmesi, burjuva hukukunun kimden yana olduğunu en çıplak hâliyle gösterir. Kapitalist hukuk, düzenin devamı için vardır ve düzenin merkezinde yer alır. Bugün burjuva siyasetçilerin dillerinden düşürmediği bir kavram var: “hukuk devleti.” Kapitalist devlet, kendisini “sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlar ve böylece sınıflar üstü, adil, tarafsız bir düzen yanılsaması yaratır. Oysa bu bir aldatmacadır. Burjuva devletinin hukuk düzeni, egemen sınıfın en incelikli baskı aygıtlarından biridir. Sömürü düzeninin devamını sağlamak için merkezi bir rol oynar. Sistemin kolluk güçleri, yeri geldiğinde yasaları bile çiğneyerek, gözaltı ve tutuklama terörünü devreye sokar. Cezaevi, polisin işlevini tamamlayan bir korku aygıtıdır; toplumu sindirmek ve muhalefeti susturmak için çalışır. İktidar, kendi koyduğu yasaları bile ihlal eder; yeter ki düzenin çıkarları zarar görmesin. “Hukukun üstünlüğü” dedikleri şey, aslında sermayenin üstünlüğüdür.

 

Marx ve Marksizm için bir zamanlar Tanrı, kutsal kitap ve kilise ne ise, modern çağda onların yerini hukuk, anayasa ve ulus-devlet almıştır. Egemen sınıfın kutsalı artık “hukuk”tur. Kutsal liderlerin yerini ulusal liderler almış, yasaların kaynağı “Tanrı”dan “insana” geçmiş gibi görünmüştür. Ama “insan” dedikleri, soyut bir bireydir; üretim ilişkilerinden, ekonomik temellerden, toplumsal gerçeklikten kopartılmış bir hayaldir. Hukuk, sermaye tarafından kurgulanır ve kitlelere “genel irade” adı altında onaylatılır. Devletin yasalarında “sosyal” ve “hukuk devleti” ifadeleri geçiyor olabilir; ama bunların hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü hukuk, iktisadi ve askeri gücü elinde bulunduranların hizmetindedir. Türkiye’nin ve dünyanın tarihi, bunun sayısız örneğiyle doludur. Burjuvazi, feodalizmi yıkarken bile onun kimi değerlerini taşımış, gerektiğinde o gelenekleri kendi çıkarı için yeniden üretmiştir. Proletarya da tarih sahnesine çıktığında aynı biçimde, burjuva ideolojisinin bazı kalıntılarını içinde taşır. Parlamento, hukuk, demokrasi gibi burjuva değerleri, ister istemez işçi sınıfı saflarına sızar. Marksizmin içine liberal unsurların sızması da bu tarihsel zorunluluğun bir sonucudur. Ancak Marksizm, bu kalıntılardan geçici olarak yararlansa bile, asıl amacı bu kalıntıları tasfiye etmek, yani burjuva ideolojisinin son izlerini de temizlemektir. İşte bu noktada, “insan hakları” söylemi devreye girer. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, emperyalist paylaşım savaşının ardından ilan edilmiştir. Her yıl 10 Aralık “Dünya İnsan Hakları Günü” olarak kutlanır. Fakat o günlerde ne polis daha nazik olur, ne patronlar daha cömertleşir, ne de bombalar susar. Hiçbir kapitalist devlet “insan hakları gününde” insan öldürmeyi bırakmamıştır. Çünkü “insan hakları” burjuvazinin elinde, tıpkı hukuk gibi, bir silah ve bir kalkan işlevi görür. Virginia Bildirgesi “Tüm insanlar eşit derecede özgür ve bağımsızdır.” der. Fransız Bildirgesi “İnsanlar hukuk açısından eşit doğarlar, eşit yaşarlar.” der. BM Beyannamesi “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” der. Ancak bunlar soyut laflardır! Gerçek hayatta insanlar eşit değildir. Bir yanda üretim araçlarını elinde tutan burjuvazi, diğer yanda emeğinden başka satacak şeyi olmayan proletarya vardır. Kapitalist toplumun temeli bu çelişkidir. “Soyut eşitlik” ve “özgürlük” kavramları, bu çıplak sınıf gerçeğinin üzerine atılmış bir peçedir.

BM Beyannamesi’nin girişinde geçen şu satırlar gerçeği açık eder: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması zaruridir.” Yani, insan hakları rejimi, ezilenlerin devrime kalkışmaması için vardır! İşçilerin, köylülerin, sömürülenlerin öfkesini soğurmak; adalet yanılsaması yaratarak devrimci bilinci felce uğratmak için.

İşte bu yüzden, “insan hakları” söylemi kapitalist sömürünün üstünü örten bir ideolojik maskedir. Sınıf çelişkisini gizler, hukuksal eşitlik aldatmacasıyla sermayeye meşruiyet kazandırır.

 

Hukuk, üretim ilişkileri tarafından belirlenen, düzenin devamı için işlev gören bir üstyapı alanıdır. Kapitalizmin çarkları dönerken, hukuk da o çarkların gıcırtısız dönmesi için yağ işlevi görür. Feodal düzende rızayı üretmek için dine, soya ve zorbalığa ihtiyaç vardı; ama kapitalizmle birlikte baskı aygıtlarının yerini ideolojik aygıtlar aldı. Çünkü kapitalizm, köleliği “özgür sözleşme” biçiminde yeniden kurdu. Feodal toplumda üretim, toprağa bağlı serfler üzerinden yürürken, kapitalizmde artık ücretli emek ortaya çıktı. Bu yeni üretim biçimiyle birlikte sınıf çelişkileri sadeleşti: bir yanda üretim araçlarına sahip burjuvazi, diğer yanda emeğinden başka bir şeyi olmayan proletarya. Bu çelişkinin gizlenebilmesi için açık zor değil, “rıza” gerekiyordu. Hukuk tam da bu noktada devreye girdi; burjuvazinin ideolojik aygıtı olarak, sömürüyü doğal, kaçınılmaz ve “adil” gösterdi. Burjuva ideologları –Locke, Hobbes, Montesquieu, Rousseau– kapitalizmin devrimci döneminde, feodalizme karşı mücadelenin fikir silahlarını yarattılar. “Doğal haklar”, “özgür birey”, “mülkiyetin dokunulmazlığı” gibi kavramlar, burjuvazinin devrimci yükselişinin sloganlarıydı. Ancak bu kavramlar, burjuvazinin devrimci barutunu tüketmesiyle birlikte koruyucu kalkanlara dönüştü. Feodalizmi yıkmak için kullanılan “doğal hukuk”, bu kez işçilerin taleplerine karşı savunma silahı hâline geldi. Bir zamanlar “doğal hukuk” adına feodal düzene saldıran burjuvazi, bugün “doğal düzene uygun yasalar” diyerek kendi düzenini savunuyor. Tutucu yasalar artık “iyi yasalar”dır; çünkü burjuvazinin çıkarlarını korur. İşçilerin talepleri ise “doğal hukuka aykırı” ilan edilip reddedilir. Burjuva düşüncesinde “özgürlük” kavramı da aynı şekilde çarpıtılmıştır. Liberal hukuk anlayışı, özgürlüğü bireysel düzeyde tanımlar; hukuku da bu özgürlüğün güvencesi olarak sunar. Böylece “insanı insandan koparan özgürlük” anlayışı ortaya çıkar: sermayenin işçiyi ezme özgürlüğü! “Hukukun üstünlüğü” de bu özgürlüğün zırhıdır; sömürünün hukukla meşrulaştırılmış biçimidir. Burjuvazinin “akıl” söylemi de aynı şekilde çifte karakterlidir. Bir yanda köylülerin, işçilerin adalet arayışında kullandığı “akıl” vardır; diğer yanda sömürücü sınıfın liberal “aklı.” Burjuva liberalizmi, insanlığın ortak aklıymış gibi sunulan bu bireyci aklı “evrensel” kılar. Böylece sermaye sınıfının çıkarları, “toplumun çıkarı” gibi gösterilir. Hukuka “üstünlük” payesi verilmesi, sömürücü düzenin ideolojik kılıfıdır. “Hukukun üstünlüğü” şiarı, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğünün yasal ifadesidir. Bu kavram, liberalizmin en etkili büyüsüdür: toplumu sınıfsız, çıkar çatışmasız, soyut bir özgürlükler dünyası olarak göstermesi… Liberalizm, kendi başına siyasal bir ağırlık taşımıyormuş gibi görünür; ama başka ideolojilerle birleştiğinde onları ya yutar, ya da tahrip eder. Bu yüzden liberalizmin hukuk anlayışı, hem sosyalist bilincin devrimci özünü törpüler, hem de burjuvazinin tahakkümünü “özgürlük” ve “adalet” maskesiyle sürdürür. “Serbest piyasa ekonomisi” dedikleri şey, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve serbest rekabetin kutsanmasıdır. Devleti ekonominin dışına itmek, sermayeye sınırsız hareket alanı yaratmak demektir. Bu aynı zamanda işçiyi susturmak, hak arama yollarını kapatmak anlamına gelir. Burjuvazinin “özgürlük” anlayışı, sermayenin özgürlüğüdür; emekçilerin değil.

 

Kapitalist toplumda hukuk bir meslek, adalet ise bir hizmet hâline gelmiştir. “Adalet satılmaz” ilkesi, burjuva hukuk düzeninde çoktan çiğnenmiştir. Çünkü adalet artık bir piyasa malıdır. Mahkemeler “tarafsız” olduklarını iddia eder, fakat adaletin kapısı yalnızca parası olanlara ardına kadar açıktır.

Avukatlık, kapitalist düzende özgür bir meslek gibi görünür ama gerçekte sermayeye bağımlı bir hizmet alanıdır. Avukat, emeğini serbestçe “satar” ama onun emeğini satın alan, çoğu zaman sermaye çevreleridir. Böylece avukat, tıpkı işçi gibi, emeğini bir ücret karşılığında pazarlamak zorunda kalır. Aradaki fark, işçinin üretim sürecinde kol gücünü, avukatın ise hukuk bilgisini satmasıdır. Burjuva hukuk sistemi, bu emeği “saygın”, “bağımsız” ve “tarafsız” bir statüye kavuşturarak ideolojik bir meşruiyet kazandırır. Oysa gerçekte, avukatların büyük bir bölümü burjuvazinin mülkiyetini, çıkarlarını ve ideolojisini savunur. Çünkü sistem, avukatın hayatta kalmasını buna bağlamıştır. Müvekkil bulmak, ofis açmak, reklam yapamamak, baro aidatlarını ödemek… tüm bunlar, avukatı kapitalist piyasaya mahkûm eder. Hukuk fakülteleri de bu sistemin ideolojik fabrikalarıdır. Genç hukukçulara “tarafsızlık”, “yasa üstünlüğü”, “hukukun objektifliği” gibi dogmalar ezberletilir. Onlara, yasaların sınıfsal karakterini değil, yasanın kutsallığını öğretirler. Böylece daha okul sıralarında burjuva hukuk bilinci içselleştirilir.

Bir hukuk öğrencisi, “mülkiyet hakkı kutsaldır” cümlesini sorgulamadan kabul ettiğinde, aslında kapitalizmin en temel sütununu onaylamış olur. Çünkü mülkiyet hakkı, sömürünün yasal biçimidir. Bu hakkın dokunulmazlığı, işçinin ürettiği artı-değere el konulmasının meşruiyetidir. Kapitalist düzende “adalet arayışı”, çoğu kez bürokratik bir ritüel hâline gelir. Dava dilekçeleri, delil sunumları, temyizler, bilirkişi raporları… Hukuk süreci uzadıkça adalet uzaklaşır. Bir işçi tazminat davasını kazanmak için yıllarca bekler; bir şirket, aynı sürede vergi borcunu affettirir. İşte burjuva adaleti budur: kârlı olana hız, yoksula gecikme. Bu nedenle, proletarya kendi adalet anlayışını ve hukuk kurumlarını yaratmak zorundadır. Sovyet hukuk pratiği bu anlamda tarihsel bir örnektir. 1917 Devrimi’nden sonra kurulan işçi mahkemeleri, burjuva yargının yerine sınıf temelli bir adalet düzeni kurmuştur. Sovyet mahkemelerinde amaç, “kanuna uygunluk” değil, devrime uygunluktu. Hukuk, devrimin hizmetindeydi; devrim hukukun değil. Bu mahkemelerde hâkimler yalnızca hukukçulardan değil, işçilerden ve köylülerden de seçilirdi. Çünkü adaletin kaynağı “uzmanlık” değil, sınıf bilinciydi. Sovyetler’de yargıç, dosyaya değil, toplumsal bağlama bakardı. Yasalar dogmatik metinler değil, devrimci sürecin araçlarıydı. Böyle bir sistemde hukuk, kendi başına bir otorite olmaktan çıkıp, toplumun yeniden inşasında aktif bir unsur hâline gelir. Adalet, artık soyut bir ideal değil, sınıf mücadelesinin pratiğidir.

Burjuva hukukunda “adalet gecikir” çünkü düzenin temeli eşitsizliktir. Sosyalist hukukta ise adalet, üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümünün bir parçasıdır; bireylerin değil, sınıfın kurtuluşunu hedefler.

Tarihsel materyalizm bize gösterir ki hukuk, tıpkı devlet, din, aile ve mülkiyet gibi, belirli toplumsal koşulların ürünüdür. Hukuk ne gökten inmiştir ne de insan aklının ebedî bir keşfidir. O, sınıflı toplumlarla birlikte doğmuş, sınıfların ortadan kalkmasıyla da yok olacaktır. Bu yüzden Marksizm açısından hukukun sonu, adaletsizliğin değil, adaletsizliği doğuran toplumsal ilişkilerin sonudur.

Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde bu süreci açıklar:

 

“Komünist toplumun daha yüksek aşamasında, bireylerin üretici güçleri geliştikçe ve toplumun bütün zenginlik kaynakları gürül gürül aktıkça, burjuva hukuk ufku tamamen aşılacaktır.”

 

Burjuva hukukunun temeli eşit değişim ilkesidir: herkes emeğinin karşılığını “eşit” biçimde alır. Ama bu “eşitlik”, sınıflı bir toplumda gerçekte eşitsizliğin yasallaşmasıdır. Çünkü işçiler, üretim araçlarından yoksun oldukları için, emeğini satmaya mecburdur. Dolayısıyla “eşit sözleşme” bir yanılsamadır; bir taraf zorunlulukla, diğeri güçle masadadır. Sosyalist toplum, bu “sözleşmeli kölelik” ilişkisini ortadan kaldırarak adım adım hukukun sönümlenmesinin zeminini hazırlar. Sosyalizmde hâlâ bir hukuk vardır; ama bu hukuk, sınıf çıkarlarının değil, toplumsal dönüşümün aracıdır. Devletin ve hukukun görevi, yeni üretim ilişkilerini yerleştirmektir. Bu dönemde hukuk, devrimci pedagojik bir işlev görür: insanları yeni ilişkilerin bilincine taşır. Ancak komünist toplumun olgunlaşmasıyla birlikte, dışsal kurallara –yasalara, yaptırımlara, mülkiyet haklarına– artık ihtiyaç kalmaz. Çünkü insanlar arasında çıkar çatışması kalmamıştır. Üretim araçları ortak mülkiyete geçmiştir; emek, zorunluluk değil, özgür yaratıcılığın ifadesi hâline gelmiştir. Devletin “zor aygıtı” olarak işlevi sona erdiğinde, hukuk da onunla birlikte sönümlenir. Engels bunu şöyle açıklar:

 

“Devletin ortadan kaldırılması, bir eylem değildir; bir süreçtir. Toplumun yeni biçimi içinde devlet gereksiz hâle gelir ve kendi kendine sönüp gider.”

 

Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Hukuk, toplumsal çelişkilerin çözülmesiyle birlikte, yerini ahlaka ve toplumsal bilince bırakır. Artık “yasalar” değil, insanların birbirlerine duyduğu karşılıklı sorumluluk, dayanışma ve ortak yaşam bilinci toplumu düzenler. Komünist toplumda adalet, artık yargıçların elinde değil, insanların vicdanında ve ortak üretim ilişkilerinde yaşar. Adaletin ölçütü “kanun” değil, “ihtiyaca göre dağıtım” ilkesidir. Herkes, üretim gücüne göre katkıda bulunur; ihtiyacına göre alır.

Bu, yalnızca hukukun değil, ahlakın da devrimidir. Çünkü burjuva ahlakı da tıpkı burjuva hukuku gibi çıkar üzerine kuruludur. Komünist ahlakta ise çıkar değil, dayanışma ve özgürlük bilinci vardır. İnsan, artık “yasa korkusuyla” değil, “insanlık bilinciyle” hareket eder. Sonuç olarak, hukukun sönümlenmesi, insanlığın “kurallara” değil “bilince” dayalı bir yaşama ulaşmasıdır. Bu, insanın insan üzerindeki tahakkümünün son bulması, insanın gerçekten özgürleşmesidir. Burjuva hukukunun kutsadığı “eşitlik”, “özgürlük” ve “adalet” kavramları, sömürü düzeninin üstünü örten birer maske olmuştur. Sosyalist hukuk bilinci, bu maskeyi düşürerek, adaletin sınıfsal özünü açığa çıkarır. Ancak Marksizm’in nihai hedefi, yeni bir “hukuk düzeni” kurmak değil, hukukun kendisini gereksiz kılacak bir toplum inşa etmektir. Hukukun sonu, anarşi değil, bilinçli düzenin doğuşudur. Devletin, mahkemenin, polisin yerini insanların ortak sorumluluğu, karşılıklı dayanışması ve üretim birliği alacaktır. O zaman hukuk değil, insanlık üstün olacaktır.

 

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.”
— Karl Marx