Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

EĞİTİM

Marksist felsefenin eğitim modeli, insanı yalnızca bilgiyle donatmayı değil, onu üretim sürecinin etkin bir öznesi hâline getirmeyi hedefleyen hümanist ve devrimci bir modeldir. Bu model, “politeknik okulları” anlayışıyla somutlaşmıştır. Her ne kadar politeknik eğitimin kökleri ilk çağın maddeci filozoflarına kadar uzansa da, bu düşünce 16. yüzyılın sosyal ütopyacılarıyla yeniden canlanmış, düşünsel olgunluğuna ise Marks ve Engels’in tarihsel materyalist çözümlemeleriyle ulaşmıştır. Marks’ın politeknik eğitim anlayışında insan, üretim sürecine toplumsal biçimde katılan, emeğinin ürününe sahip çıkan ve bu süreçte öğrenen bir varlıktır. Eğitim ile üretim birbirinden ayrılmaz; her üretim ortamı bir okul, her okul da bir üretim alanı olarak işlev görür. Üretim, genel ortak zenginliğin kaynağı olduğu kadar, eğitimin de maddi temelidir. Bu nedenle Marksist anlayışta eğitim, yalnızca bilgi değil, üretim bilincinin toplumsallaşmasıdır. Politeknik eğitim, bilgiyle üretimi birleştirir. Bu birleştirme, yaşamın ve üretim esaslarının bilimsel kavranışına dayanır. Eğitimde başarı, üretimin bilimsel olarak anlaşılmasıyla mümkündür. Bu nedenle Marksist eğitim üç temel boyut üzerine inşa edilir: bedensel, zihinsel ve sanatsal (ya da üretimsel). Bu üç boyutun bütünlüklü gelişimi, ancak teori ile pratiğin diyalektik birliğinde gerçekleşir. Eğitimin verimli sonuç vermesi için üretim süreciyle iç içe geçmesi, teorinin pratikte doğrulanması zorunludur. Kapitalist eğitim sistemlerinde ise tablo tamamen tersine çevrilmiştir. Kapitalist okul, burjuvazinin hizmetinde çalışan bir ideolojik aygıt olarak üç temel işlevi yerine getirir: Sınıf eşitsizliğini yeniden üretmek, bu eşitsizliği meşrulaştırmak, kapitalist işverenlerin çıkarlarını korumak. Bu bağlamda okul, sömürünün ideolojik fabrikası hâline gelir. Öğrencilerin öğretmenlere pasif itaati, işçilerin yöneticilere boyun eğmesine denk düşer. Öğretmen–öğrenci hiyerarşisi, fabrikadaki yönetici–işçi ilişkisini taklit eder. Öğrenme yerine notlarla motive edilen öğrenci, işyerinde ücretle motive edilen işçiye dönüşür. Kapitalist eğitim, böylece insanı kendi emeğine ve potansiyeline yabancılaştırmanın ilk aşamasıdır.

Kapitalist toplumda eğitim sistemi, burjuvazinin iktidarını kalıcılaştıran bir üstyapı kurumudur. Tıpkı aile, din ve medya gibi eğitim de, ekonomik altyapının –yani üretim araçlarının mülkiyet ilişkilerinin– bir yansımasıdır. Üstyapı, ekonomik temel tarafından belirlenir ve o temelin sürekliliğini sağlamak için işler. Toprak, makine, burjuvazi ve proletarya gibi maddi unsurlar, eğitimin ideolojik biçimlerini şekillendirir. Dolayısıyla okul, yalnızca bilgi aktaran bir kurum değil, kapitalist üretim ilişkilerini yeniden üreten bir mekanizmadır. Kapitalizmde eğitim, bireylere özgürlük değil, itaat öğretir. Okuldaki hiyerarşi –yöneticiler, öğretmenler, öğrenciler– üretim sürecindeki hiyerarşiyi birebir yansıtır. Yönetici, öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişkiler; fabrikadaki patron, ustabaşı ve işçi ilişkilerinin bir minyatürüdür. Bu nedenle her okul, bir “mini fabrika”, her sınıf ise bir “ideolojik üretim bandı” hâline gelir. Eğitim sistemi, insanlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretirken, aynı zamanda onların bağımlı olmayı içselleştirmelerini sağlar. Böylece bireyler, bir araya gelip kendi maddi varlıklarını kontrol edemeyecek, üretim araçlarına el koyamayacak kadar kafa karışıklığı içinde tutulan bir kitleye dönüşürler. Burjuva eğitim sistemi, insanın emeğini yabancılaştırma sürecinin ilk halkasıdır. Marx’ın ifadesiyle, okul, toplumsal üretim sürecine katılacak genç bireyi disipline eder, onu saatlerle, kurallarla, ödül ve cezalarla tanıştırır. Öğrenciye, çocukluğundaki özgürlükten uzaklaşmayı öğretir. Her gün aynı sırada oturmak, aynı görevi tekrarlamak, otoriteye boyun eğmek –tüm bunlar– bireyi, gelecekteki iş yaşamının katılığına alıştırır. Böylece eğitim, yabancılaşmanın pedagojik biçimi hâline gelir. Kapitalist eğitim sistemi, kendi adaletsizliğini gizleyebilmek için bir efsane üretir: Eğitim herkese eşit fırsatlar sunar!Bu yalan, işçi sınıfının bilincini felç eden en etkili ideolojik silahtır. Marksist terminolojiyle bu, yanlış bilinçtir. Eğitim, bu yanlış bilinci yeniden üretir; başarısızlıkların nedenini bireylerin yetersizliklerine, tembelliklerine bağlar. Oysa asıl sorun, sınıfsal yapının kendisindedir. Kapitalist düzen, işçi sınıfına boyun eğmenin doğal, sömürülmenin kaçınılmaz olduğunu öğretir. Böylece eğitim, sistemin meşrulaştırıcısı, sınıf tahakkümünün ideolojik zırhı olur. Bu süreçte “liyakat miti” (meritokrasi), kapitalizmin en sinsi yalanlarından biridir. Okulda herkese “başarılı olma” fırsatı verildiği söylenir; oysa başarı, paranın, kültürel sermayenin ve sınıfsal ayrıcalıkların ürünüdür. Orta sınıf ebeveynler, çocuklarını en iyi okullara yerleştirebilmek için maddi ve kültürel kaynaklarını kullanırlar; işçi sınıfı ise sistemin en alt basamaklarında tutulur. Böylece sınıf eşitsizliği sürekli yeniden üretilir, ama “adalet” görüntüsüyle gizlenir. Sonuçta öğrenciler, kapitalist düzenin hiyerarşik yapısını içselleştirirler. Öğretmenin otoritesi, yöneticinin otoritesine; not sistemi, ücret sistemine; rekabet, piyasa yarışına dönüşür. Kapitalist eğitim, çocukları itaate, ücretli emeğe ve hiyerarşiye alıştırarak burjuvazinin çıkarına hizmet eder. Böylece her mezun, üretim bandının bir dişlisi, sistemin bir ideolojik taşıyıcısı olur.

Kapitalist sistemin en güçlü silahı baskı aygıtları değil, inanç sistemleridir. Yani insanlar, kendilerini ezen mekanizmaları çoğu zaman kendi rızalarıyla sürdürürler. Bunun ideolojik temeli “yanlış bilinç”tir. Marksist anlamda yanlış bilinç, işçi sınıfının kendi çıkarlarını burjuvazinin çıkarlarıyla özdeşleştirmesidir. Eğitim, bu yanlış bilinci sistematik biçimde üretir ve yeniden üretir. Okullar, öğrencilere eşitlik, özgürlük ve adalet söylemleri altında, aslında itaati, boyun eğmeyi ve statükoyu kabullenmeyi öğretir. Öğrenciler, sınıfta “düzenli”, “saygılı” ve “itaatkâr” olmanın ödüllendirildiğini öğrenirler. Bu ödüllendirme biçimi, iş yerinde “disiplinli”, “sadık” ve “verimli” olmanın ödüllendirilmesiyle aynıdır. Böylece okul, çocuğu geleceğin işçisine dönüştürür; hem üretim sürecine hem de egemen ideolojiye hazır bir birey yaratır. Kapitalist toplum, insanları sömürürken onlara bir mit sunar: “Kim çok çalışırsa yükselir!” Bu, liyakat mitidir — yani meritokrasi yalanı. Okul, herkese eşit şans verildiğini iddia eder. Oysa bu “eşitlik” yalnızca kâğıt üzerindedir. Gerçekte, kimlerin kaliteli eğitime ulaşabileceğini belirleyen şey paradır. Zengin sınıflar, çocuklarına en iyi okulları ve kaynakları sunarken; yoksullar, sistemin alt basamaklarına hapsedilir. Sonuçta orta sınıf çocuklarının okulda başarılı olup “saygın” işlere girmesi bir tesadüf değildir; bu, ekonomik sermayenin ideolojik sermayeye dönüşmesidir. İşçi sınıfı çocukları ise düşük nitelikli eğitimle, düşük ücretli işlere yönlendirilir. Böylece sınıf yapısı, nesiller boyunca yeniden üretilir. Kapitalizm kendi işçisini, kendi yöneticisini, kendi ideologunu her sabah okul sıralarında yetiştirir. Okullar, yalnızca sömürü ilişkilerini öğretmez; aynı zamanda bu sömürüyü doğallaştırır. Öğrencilere, “başaramazsan suç senindir” mesajı verilir. Böylece başarısızlık, sistemin değil bireyin kusuru gibi görünür. Bu ideolojik manipülasyon, işçi sınıfını kendi kaderine razı eder. Proleter genç, sınıfsal köleliğini kişisel yetersizlik sanır; oysa asıl yetersizlik, içinde yaşadığı sömürü düzenindedir. İşte kapitalist ideolojinin başarısı tam da buradadır: İnsanları zincirlerinden utanmamaya, hatta zincirlerini bir “şans” olarak görmeye ikna eder. Eğitim, bu bilinci üreten en güçlü araçtır. Yanlış bilinç, kapitalizmin sürdürülmesinde olmazsa olmaz bir ideolojik tutkal işlevi görür; işçi sınıfını denetim altında tutar, isyan potansiyelini bastırır, devrimci öfkeyi uyuşturur. Marksistler için bu nedenle eğitim, yalnızca bilgi aktarımı değil, sınıf mücadelesinin bir cephesidir. Okulda verilen “tarafsız bilgi”, aslında egemen sınıfın çıkarlarını yansıtır. Eğitim sistemi, işçi sınıfı çocuklarına boyun eğmeyi, burjuva çocuklarına ise egemen olmayı öğretir. Proleter öğrenciye “düzeni koru”, burjuva öğrenciye “düzeni yönet” denir. Okullar aynı zamanda bilginin bekçiliğini yaparlar. Ne öğretileceğine, neyin “doğru bilgi” sayılacağına egemen sınıf karar verir. Bu yüzden okul, öğrencilere hiçbir zaman sömürüldüklerini, ezildiklerini, özgürleşmeleri gerektiğini öğretmez. Bilgi, bu kurumlarda iktidarın ideolojik filtresinden geçirilir. Böylece öğrenciler, yanlış bilinç hâlinde tutulur, eleştirel düşünme yetileri köreltilir.

Kapitalist eğitim sistemi, bireyi sömürüye razı kılarken bir yandan da sınıf bilincini bastırmak için çalışır. Çünkü egemen sınıf bilir ki, bilinçlenmiş bir işçi sınıfı, onun iktidarını temellerinden sarsar. İşte bu yüzden okullar, proletaryayı pasifleştiren bir ideolojik mekanizma olarak işler. Öğrenciler, rekabetin, bireyciliğin ve hiyerarşinin kutsandığı bir sistemde, kendi sınıfsal konumlarını unutur hale gelirler.

Oysa Marksist anlayışta sınıf bilinci, insanın kendisini toplumsal üretim ilişkileri içindeki yerini fark etmesi, bu ilişkilerin sömürü karakterini kavraması ve bu bilinci kolektif eyleme dönüştürmesidir. Bu bilinç, resmî eğitimle değil, politik eğitimle, yani devrimci bir kültürlenmeyle kazanılabilir. Okul, kapitalist ideolojinin kalesidir; ama devrimci bilinç, bu kalenin duvarlarını çatlatan güçtür. Sınıf bilinci, bireyin “başarısızlık” olarak gördüğü şeyin aslında kendi suçu olmadığını, sistemin yapısal bir sonucu olduğunu kavramasıyla başlar. Gerçek özgürleşme, bireyin bu farkındalığı kolektif mücadeleye dönüştürmesiyle mümkündür. Marksistler bilirler ki, eğitim tek başına özgürleştirmez; özgürleştirici eğitim, ancak devrimci bir toplumda mümkündür. Bu nedenle Marksist eğitim, kapitalist eğitimin tam karşıtıdır. Kapitalist okul öğrenciyi itaate alıştırırken, sosyalist okul onu üretimin ve bilimin öznesi haline getirir. Kapitalist sistem insanı parçalar; politeknik eğitim ise insanı bütünleştirir. Kapitalist eğitim, emeği değersizleştirir; Marksist eğitim, emeği kutsal bir toplumsal güç olarak yüceltir. Marks’ın politeknik eğitim anlayışı, insanın yeniden kuruluşuna giden yolu işaret eder. Bu anlayışta her insan, bedensel, zihinsel ve sanatsal yönleriyle üretim sürecine katılır. Teori ile pratik birbirinden kopuk değildir; her üretim alanı bir okul, her okul bir üretim alanıdır. Bilgi, ancak emekle birleştiğinde anlam kazanır. Bu anlayış, eğitimi yalnızca bireysel gelişimin değil, toplumsal kurtuluşun da aracı haline getirir. Eğitim, artık burjuvazinin çıkarına hizmet eden bir ideolojik aygıt değil, kolektif bilinç üretiminin devrimci alanı olmalıdır. Burada hedef, yalnızca nitelikli iş gücü yetiştirmek değil; özgür, üretken, bilinçli ve dayanışmacı insanı yaratmaktır. Kapitalist üretim biçimi, insanı bir metaya indirger. Onu yalnızca işlevi, verimliliği ve piyasa değeri üzerinden tanımlar. İnsan, emeğinin ürününden ve kendi öz varlığından yabancılaşır. Oysa sosyalist üretim biçimi, insanı merkeze koyar. İnsan artık sadece “çalışan” değil, yaratan, düşünen ve dönüştüren bir varlık haline gelir. Marksist eğitim modeli, bu dönüşümün teorik ve pratik temelini oluşturur. Bu nedenle mesele yalnızca “daha iyi bir eğitim sistemi” kurmak değildir. Mesele, eğitimin dayandığı üretim ilişkilerini değiştirmektir. Çünkü üretim ilişkileri değişmedikçe, hiçbir eğitim reformu gerçek anlamda özgürleştirici olamaz. Egemen sınıfın mülkiyetine dayanan bir toplumda, eğitim daima o mülkiyetin bekçisi olacaktır. Gerçek bir özgürleşme, üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla, eğitimin üretimle birleşmesiyle mümkündür.

Kapitalist toplumda eğitim, egemen üretim biçiminin hem maddi hem ideolojik gereksinimlerine hizmet eder. Görünüşte “tarafsız” olan okul, gerçekte burjuvazinin ideolojik aygıtıdır; bilgi, disiplin ve liyakat kılıfları altında sınıf tahakkümünü yeniden üretir. Bu sistemin hedefi, özgür düşünen bireyler değil, itaatkâr emekçiler yaratmaktır. Eğitim, böylece sermayenin sürekliliğini güvence altına alır.

Kapitalist düzende eğitimin maddi işlevi, artı-değer sömürüsünü sürdürecek nitelikli ve niteliksiz işgücünü yetiştirmektir. İdeolojik işlevi ise, özel mülkiyetin ve eşitsizliğin “doğal” olduğu inancını zihinlere kazımaktır. İnsan, bu düzen içinde bir üretim aracına, bir metaya indirgenir. Her sabah okul sıralarında şekillenen bu zihniyet, fabrikalarda, ofislerde ve bürolarda itaatkâr bedenlere dönüşür.

Burjuvazinin “eğitim” dediği şey, insanın yeteneklerini geliştirmek değil, onu biçimlendirmek ve bastırmaktır. Kapitalist toplum, eğitimi bir “kurtuluş” alanı gibi sunarken, gerçekte onun aracılığıyla kendi zincirlerini daha da sağlamlaştırır. Bu yüzden, kapitalist sistemde eğitime yön veren üretim ilişkileri, insanı hep aynı yere, yani sistemin çarklarının dişlisi olmaya konumlandırır. Oysa Marksist anlayışta eğitim, insanın kendi tarihinin öznesi haline gelmesinin aracıdır. Politeknik model, emeğin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda yaratıcı ve toplumsal bir eylem olduğunu öğretir. İnsan, üretimin içinde öğrenir; öğrenirken üretir. Eğitim, bilgiyle emeğin diyalektik birliğidir. Burada insan, hem doğayı dönüştürür hem kendini. Bu nedenle gerçek bir özgürleştirici eğitim, kapitalist üretim biçiminin sınırları içinde mümkün değildir. Eğitim, ancak üretim araçlarının toplumsallaştığı, emeğin yabancılaşmadan örgütlendiği, bilginin özel mülkiyetten kurtulduğu bir toplumda özgürleşebilir. Böyle bir toplumda okul, artık hiyerarşinin değil, eşitliğin ve kolektif yaratıcılığın mekânı olur. Devrimci bir toplumda eğitim, insanı yalnızca “çalışmaya” değil, düşünmeye, sorgulamaya ve dönüştürmeye hazırlar. Burada öğretmen–öğrenci ilişkisi, otoriteye değil, karşılıklı üretime dayanır. Bilgi, bir tahakküm aracı olmaktan çıkar; ortak mülkiyetin bir parçası hâline gelir. Her çocuk, yalnızca geleceğin işçisi değil, geleceğin kurucusudur. Son tahlilde, sorun eğitimin biçiminde değil, onun sınıfsal karakterindedir. Eğitim, kapitalist üretim ilişkileri içinde her zaman sömürünün ve ideolojik tahakkümün aracıdır. Bu nedenle gerçek bir değişim, ancak üretim araçlarının kolektif mülkiyetiyle, yani devrimle mümkündür. Devrim, yalnızca fabrikaları değil, okulları da özgürleştirmelidir. Marksist eğitim anlayışı, insanı emeğinden koparan zincirleri kırmayı hedefler. Çünkü insan, yalnızca üretirken değil, bilinçle üretirken özgürleşir. Eğitimin devrimci yeniden kuruluşu, bu bilincin toplumsal ölçekte inşasıdır. Bu yeni toplumda okul, artık burjuvazinin değil, insanlığın okuludur. Ve işte o zaman, eğitim artık itaatin değil; özgürlüğün, kolektif bilincin ve devrimci insanın pratiği olacaktır.