Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

METABOLİK YARIK

Marx’ın işaret ettiği gibi, kapitalizm insan ile doğa arasındaki metabolik bağı parçaladı. Mülkiyet ve üretim ilişkileri öylesine yozlaştı ki, artık yalnızca meta üretmiyor; insan emeğini, hayvanı, toprağı, suyu, ağacı, meyveyi bile metalaştırıyor. Kapitalist sistemin özüne işlenmiş bu yağma, bugün tüm gezegenin yıkımına yol açmaktadır.

İklim krizinin kaynağı da budur: Atmosferi boğan sera gazları kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan sonucudur. Eğer yaşamı savunmak istiyorsak, bu emisyonları radikal biçimde, küresel ölçekte, hızla azaltmamız ve nihayetinde sıfırlamamız gerekmektedir. Fakat işin trajik yanı, tarihsel olarak sera gazlarından sorumlu olmayan, bugün de emisyonları düşük olan yoksul halkların, bu krizin en ağır yükünü taşımalarıdır. Yani ortada yalnızca ekolojik değil, sınıfsal ve tarihsel bir adaletsizlik vardır. Dolayısıyla iklim değişikliğine karşı mücadele, doğası gereği küresel bir mücadeledir.

Bu kriz, kapitalizmin biricik ürünüdür. Çünkü kapitalizm her zaman rekabete, kâra ve sınırsız büyümeye dayanmıştır. Bu uğurda çevreyi sürekli talan etmiş, ama asıl yıkımı fosil yakıtları sistemin merkezine yerleştirerek yaratmıştır. Bugün sıfır emisyonun yolu bellidir: Fosil yakıtların yerin altında bırakılması. Ama bu aynı zamanda kapitalist şirketlerin yatırımlarını, kâr kaynaklarını ve geleceklerini toprağın altında bırakmaları demektir. İşte asıl çelişki budur.

Bugün atmosferde biriken karbondioksit, metan, diazot monoksit, ozon gibi gazlar insan faaliyetlerinin sonucudur. Bu gazların artışı, güneş ışınlarının yeryüzünden yeniden uzaya dönmesini engelliyor; gezegenin sıcaklığını yükseltiyor, iklimi altüst ediyor. Uluslararası teşkilatlar bile artık bu gerçeği “acil durum” ilan ederek kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat ilan edilen bu “acil durum”, gerçeğin yalnızca bir yüzüdür. Çünkü iklim krizi tartışmaları beraberinde başka başlıkları da getiriyor: Fosil yakıtlardan çıkış, yenilenebilir enerjiye geçiş, enerji dönüşümünün finansmanı, kapitalist endüstrilerin kendi çıkarlarına göre bu dönüşümü manipüle etmesi… Ve işte bu noktada görüyoruz ki mesele salt teknik bir enerji sorunu değil, kapitalizmin varlık sorununa dönüşmüş durumda.

Kapitalizm, sonlu bir gezegende sonsuz büyümeye dayalı bir sistemdir. İşte ekolojik krizin tetikleyicisi budur. Bu sistemin kökleri 17. yüzyıla uzanır; ama asıl sıçramasını sanayi devriminde yaptı. İlk pamuk fabrikaları kömürle çalışmaya başladığı andan itibaren kapitalizm iklimimizi değiştirmeye başladı. Fabrikaların motorları, kömürün karanlık dumanıyla birlikte, hem gökyüzünü hem de yaşamın geleceğini kirletmeye başladı. Kapitalizm büyüdükçe doğanın yıkımı hızlandı, bütün dünya bu yıkımın laboratuvarına çevrildi.

Ve işte politikacıların yüzleşmekten kaçtığı çıplak gerçek budur: İklim değişikliğine karşı anlamlı bir eylem, sermaye güçleriyle doğrudan çatışmak demektir. Ama onlar bunu yapmıyorlar, yapamazlar! Çünkü fosil yakıtlar ekonominin her hücresine sinmiştir. Bir işçinin fabrikaya ulaşmasından, makinelerin işlemesine, evlerin ısınmasından hastanelerin çalışmasına kadar her alan fosil yakıta bağımlıdır. Bu bağımlılık, kapitalizmin artı değer yaratma mekanizmasının ta kendisidir.

Evet, fosil yakıtların yerine geçebilecek başka enerji kaynakları mümkündür. Ancak BP, Shell, Texaco ve onların benzeri dev tekeller buna asla izin vermezler. Çünkü bu onlara meydan okumak değil, bizzat sisteme meydan okumaktır. Onların serveti ve kudreti, doğrudan bu yıkımın devamına bağlıdır. Bu yüzden sahte “yeşil” vaatler verilir, ama fosil yakıt yatırımları büyütülmeye devam eder.

Ve gerçek şu ki, gezegenin yaşanabilir kalabilmesi için trilyonlarca avroluk yatırımlar gerekiyor: Temiz enerji üretimi, gıda güvenliği, sulama teknolojileri, altyapı, bilimsel dönüşüm… Fakat bunları gerçekleştirmek için önce kapitalist sistemin kendisine, onun mali aristokrasisine, sermaye diktatörlüğüne doğrudan bir saldırı şarttır. Yoksa her geçen gün, egemen seçkinlerin inatla harekete geçmeyi reddetmeleri yüzünden insanlık bir intihar yürüyüşüne, yeni bir dünya savaşına doğru sürükleniyor.

Çözüm açıktır: Uygarlığın karşı karşıya olduğu bu tehdidi aşmak için anarşik kâr sistemine son vermek, yerine bilimsel olarak planlanmış sosyalist bir dünya ekonomisini kurmak zorundayız. Bu, yalnızca ekolojik bir zorunluluk değil, aynı zamanda sınıfsal bir görevdir. Dünya ekonomisinin kontrolünü mali aristokrasiden söküp almak ve onu özel kâra değil, toplumun ihtiyaçlarına tabi kılmak gerekir. Bunun yolu da işçi sınıfı içinde kitlesel, savaş karşıtı ve sosyalist bir hareket inşa etmekten geçmektedir.

İklim krizi artık yalnızca sıcaklığın artması değildir; bir bütün olarak yaşamın dengelerinin çöküşüdür. İnsan eliyle yaratılan bu değişim, hava kirliliğini artırmakta, ormanları yok etmekte, bitki örtüsünü talan etmektedir. Sera gazlarının artışı yalnızca havanın ısınmasına değil; buzulların erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine, kasırgaların, fırtınaların, hortumların artmasına yol açmaktadır. Sıcak hava dalgaları giderek sıklaşıyor, seller ve kuraklıklar birbiriyle yarışıyor.

Bu ekolojik yıkımın bedelini ise insanlık ağır sağlık sorunlarıyla ödemektedir. Kalp damar hastalıkları, solunum yolu hastalıkları, alerjiler artarken; sıtma, dang humması, Zika, Batı Nil virüsü gibi tarih boyunca bilinen hastalıklar yeniden gündeme geliyor. İklim değişikliğine bağlı sıcaklık artışı, sivrisineklerin çoğalmasına yol açarak bu hastalıkların yayılmasını kolaylaştırıyor. Tropik canlılar, denizlerin ısınmasıyla yeni bölgelere taşınıyor, ekosistemleri altüst ediyor. Aşırı kuraklıklar ve seller, kolera gibi salgınları tetikliyor. Ebola’nın bile iklim değişimiyle yayıldığına dair bilimsel kaygılar dile getiriliyor.

Ama sorun yalnızca sağlık değildir. Meseleyi “küresel ısınma” adıyla sınırlandırmak, bütünlüğü gizler. Çünkü krizin kendisi çok daha geniştir: Yaşanmaz hale gelen kentler, gökyüzünü karartan çevre kirliliği, temiz su kaynaklarının zehirlenmesi, ekilebilir toprakların çoraklaşması, nehirlerin ve göllerin kuruması, denizlerin ve okyanusların çırpınarak can vermesi… Yok edilen hayvan türleri, kimyasal ve radyoaktif atıklarla dolu topraklar, kasıtlı yakılan ormanlar, söndürülmeyen yangınlar… İşte bu tablo, kapitalizmin önümüze koyduğu ekolojik yıkım tablosudur.

Fosil yakıtların bu krizdeki rolü tartışmasızdır. Kömür, petrol, doğalgaz… Bunlar kapitalist ekonominin can damarlarıdır ve bu damarlar, insanlığın boğazına dolanmış zincirlerdir. Küresel sıcaklığın 1,5 dereceyi aşmaması için her yıl milyarlarca ton karbon salımının azaltılması gerekiyor. Ama burjuva hükümetlerin ikiyüzlü söylemleri eşliğinde, kömür santralleri yükselmeye devam ediyor. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 60 ülke yeni kömür santralleri planlıyor! Yani halklara “yeşil” masallar anlatılırken, sermaye doğrudan geleceğimizi karartıyor.

Üstelik sorunu “sıfır karbon ayakizi”ne indirgemek, meseleyi yalnızca teknik çözümlerle sınırlamak da yanlıştır. Kömür madenlerinin kapatılması, fosil yakıt sübvansiyonlarının kesilmesi, karbon vergisi gibi talepler, kapitalizmin oyun sahasında oynanan küçük reformlardır. Almanya örneği ortadadır: Burjuvazi karbon vergisini bile yeni teknoloji şirketlerini teşvik etmenin bahanesi haline getirdi. Yani “yeşil geçiş” adı altında bile sermaye kendi kârını büyütmektedir.

Unutmayalım: Yanı başınızdaki ülke atmosferi kirletirken siz tek başınıza ne yaparsanız yapın, sonuç alamazsınız. Çözüm ulusal değil, küreseldir. Ve bu çözüm, kapitalizmin zincirlerini kırmaktan geçmektedir.

Kapitalizmin iklim değişikliğine sebep oluşu, bir avuç elitin “anormallikleri” ya da bazı kapitalistlerin hatalarından ibaret değildir. Bu, sistemin ta kendisinin doğayla uyumsuz oluşunun bir sonucudur. Çünkü kapitalizm yalnızca doğayı sömürmez, aynı zamanda doğayı sermayeye tabi kılarken onu yok eder. Fosil yakıt endüstrisi, insan emeğini kullanarak değer üretir; ama aynı zamanda emeğin ve doğanın yıkımını garanti altına alır. Bu yüzden piyasayı düzenlemek, küçük vergi yasaları çıkarmak, şirketleri “daha yeşil” olmaya zorlamak çözüm değildir. Çünkü mülkiyet ilişkileri yerinde kaldığı sürece fosil yakıt endüstrisi kendini savunacak, politik iktidarı manipüle edecek, halkları kandıracaktır. Bu zinciri kırmanın tek yolu, kapitalist mülklere el koymak ve üretimi sürdürülebilir bir zemine devrimle yönlendirmektir.

Marx, işçiler ile kapitalistler arasındaki piyasa mücadelesinin altında daha derin bir çelişki yattığını görmüştü: doğa ile sermaye arasındaki çelişki. Kapitalizm, emek ile doğa arasındaki karşılıklı bağımlılığı parçaladı. Bu yarılmayı Marx “metabolik yarık” kavramıyla ifade etti. Yani doğa ile toplum arasındaki hayati bağ sermaye tarafından kesildi. Kapitalizm doğayı tüketmeye mahkûmdur ve bu yarık derinleştikçe ekolojik çöküş hızlanır.

İşte bu nedenle çözüm, reform değil, sosyalist devrimdir. Sermayeye karşı doğayı savunmanın yolu, doğayla uyumlu yeni üretim ilişkilerini ancak komünizm altında inşa etmektir. Ancak o zaman doğa ile insan arasındaki metabolik bağ onarılabilir, üretim yeniden uyumlu hale getirilebilir.

Unutmayalım: Sermaye, tarihin belli bir biçimidir. Ve kendi kalbinde mezar kazıcısını, yani işçi sınıfını yaratmıştır. Bu sınıf, doğanın üretken gücünün bir parçasıdır. İklim krizinden sorumlu değildir; tersine, bu krizi patlatıp çözüm yoluna sokacak güç odur. Sosyalist devrim, doğanın ve emeğin sermayeden kurtuluşu demektir.

Devletin tarafsız bir kurum olduğunu sananlar aldanıyor. Devlet ne rastgele, ne liberal, ne de emekçi hükümetlerin “iyi niyetli düzenlemeler” yapabileceği nötr bir aygıttır. Devlet, egemen sınıfın düzenleyici komitesidir. Vatandaş denilen burjuva bireyler, bu komiteye itaat etmek zorunda bırakılmış fetişleştirilmiş kuklalardır. Devlet, özel mülkiyeti korumak için vardır; silahlı kuvvetlerini, polis ve casus ağını, medyadaki hegemonyasını bunun için kullanır. Burjuva hukuku da tam bu nedenle işlev görür: Sermayeye meydan okunmasın, kapitalist düzen sarsılmasın diye. Bu yüzden reformlarla doğayı kurtarabileceğini sananlar, boş bir hayalin peşindedir. Sermaye ve onun kurumları doğayı yok etmeye kararlıysa, onlar reforme edilemez; devrilmeleri gerekir!

Kapitalizmin kökenine bakın: Onun doğuşu, pre-kapitalist toplumların yağmalanmasıyla mümkün oldu. Bu toplumların yeniden üretim kapasitesi sömürüldü, metabolik dengeleri parçalandı. Kapitalizm, bu yağmayı sürdürmek için sömürgeci bağımlılık ilişkileri yarattı; topraklarını, emeklerini ve doğal kaynaklarını çaldı. Kapitalist birikim, tüm bu doğal güçleri özel kârın denetimine koştu. Rekabet ve fiyat düşürme baskısı, sermayeyi sürekli daha ucuz girdilerin peşine düşürdü. Böylece sermaye yalnızca ulusal değil, küresel bir güç haline geldi; varlığını sürdürmek için doğayı talan eden, yabancılaştıran, küresel bir vampir!

Eğer bugün emisyonların çoğu üretimden kaynaklanıyorsa, eğer üretim de sermaye tarafından örgütleniyorsa, suçlu bellidir: Sermayenin kendisi! Buna rağmen bizlere dayatılan “karbon ayak izi” ideolojisi, bireyleri suçlu hissettirmek için uydurulmuş bir sis perdesidir. Oysa çoğumuz sermayedar değiliz; biz hayatımızı kâr elde etmek için yatırım yaparak değil, emeğimizle sürdürmek zorundayız. Bu ideoloji, asıl suçlunun sermaye olduğunu gizlemek için yaratılmıştır.

Kapitalizmin sömürgeci karakteri doğayı sömürmenin ötesinde, insanlığı da zincirlemiştir. Bugün halklara “çevreyi koruyun” derlerken, kendileri küresel ölçekte doğayı yağmalamaya devam ediyorlar. O halde sorunun çözümü açıktır: bu küresel güç yalnızca küresel bir işçi hareketiyle yıkılabilir!

Dünya’nın iklimi milyarlarca yıl boyunca değişti. Yanardağlar patladı, karalar yer değiştirdi, buzullar eridi ve geri geldi. Ama tüm bu değişimler binlerce, milyonlarca yıl boyunca, doğanın kendi temposunda yaşandı. Buzul çağları geldi geçti, ardından ılıman dönemler açıldı. Bugün ise bambaşka bir şey yaşıyoruz: İklim, insan eliyle, özellikle kapitalist üretim eliyle, birkaç on yıl içinde altüst edilmektedir!

Dünya’nın ışınım dengesi iklimi belirler. Güneş’ten gelen ışınlar, yeryüzünden yansıyan enerjiler ve atmosferde hapsolan ısı arasındaki bu denge, şimdi kapitalist üretimin kirli gazlarıyla bozulmuştur. Karbondioksit, metan, azot oksit, ozon… Atmosferde yalnızca yüzde 0,1 oranında bulunan bu gazlar, yaşamın ısısını düzenleyen hayati mekanizmalardır. Doğal düzeyde olduklarında, yeryüzünü yaşanabilir kılarlar. Ama kapitalizmin şişirdiği üretim ve tüketim onları ölümcül boyutlara taşımıştır.

Sera etkisi işte budur: Atmosfer, artık bir örtü değil, bir tabut gibi çalışıyor. Güneş’in ışınları yeryüzünü ısıtıyor, fakat bu ısı uzaya geri dönemiyor; sera gazlarının kalın duvarına çarpıyor. Doğa böyle bir dengeye hazır değildir! Bu yüzden aşırı yağışlar, seller, fırtınalar, kuraklıklar artıyor. Bu yüzden kar örtüsü azalıyor, buzullar eriyor, canlılar yaşam alanlarını kaybediyor.

Unutmayalım: Sanayi devriminin başlangıcından bu yana dünya ortalama 1°C ısındı. Ama asıl dehşet şudur: Bu artışın üçte ikisi son 50 yılda gerçekleşti! Doğanın binlerce yılda yaşayacağı değişimi kapitalizm 50 yılda dayattı. İşte ekolojik yıkımın temposu budur: hızlandırılmış bir felaket.

Öngörüler dehşet veriyor: Bugün tüm emisyonları durdursak bile gezegen en az 0,6°C daha ısınacak. Eğer mevcut şekilde devam edersek, 2030–2052 arasında 1,5°C eşiği aşılacak. Ve o eşiğin ötesi, iklimin geri dönülmez bir çöküşüdür. Bunun önüne geçmek için 2030’a kadar emisyonların %45 azaltılması, 2050’de ise tamamen sıfırlanması gerekiyor. Fakat burjuva hükümetlerin ikiyüzlü “yeşil vaatleri” dışında hiçbir şey yapılmıyor.

Yani bilim bize bir kez daha aynı şeyi söylüyor: Bu kriz doğanın doğal döngüsü değil, kapitalizmin hızlandırılmış talanıdır. Çözüm de kapitalizmi durdurmak, sermayeyi tarihin çöplüğüne göndermektir.

Fosil yakıtlar, kapitalizmin damarlarında dolaşan zehirli kandır. Kömür, petrol, doğalgaz… Bunlar yalnızca enerji kaynakları değil, sermayenin yaşam damarlarıdır. Milyonlarca yıl boyunca toprağın altında sıkışıp kalmış bitki ve hayvan kalıntıları, kapitalizm tarafından açgözlülükle çıkarıldı ve insanlığın boynuna zincir olarak vuruldu. Bugün dünyada kullanılan enerjinin %85’i hâlâ fosil yakıtlardan elde edilmektedir. Ve atmosferde biriken karbondioksitin %77’si doğrudan bu yakıtların yanmasından kaynaklanmaktadır!

Sanayi yalnızca üretim yapmıyor, doğayı boğuyor. Çimento fabrikalarını düşünün: Sadece üretim süreçlerinde bile karbondioksit fışkırıyor. Dünya sera gazlarının %8’i bu tek sanayi kolundan çıkıyor! Yani her bina, her yol, her altyapı yatırımı, kapitalizmin geleceğe bıraktığı ölüm anıtlarıdır. Atık depolama tesisleri, arıtma merkezleri, her biri doğayı biraz daha kirletiyor.

Karbon, yaşamın temelidir; ama kapitalizm onu ölümcül bir silaha çevirdi. Atmosferde yalnızca yüzde 0,04 oranında bulunan karbondioksit, böylesine düşük seviyede bile yeryüzünün ısısını düzenler. Küçük değişimler bile büyük yıkımlar yaratır. Bu dengeyi bozan kapitalizm, gezegeni kavuran bir cehenneme dönüştürmektedir.

Ulaştırma sektörü, kapitalizmin hareketli canavarlarıdır. Tüm sera gazlarının %14’ü buradan gelir. Uçaklar, kilometre başına en fazla emisyon üreten araçlardır ve bütün emisyonların %2’sini tek başına oluştururlar. Karayolu taşımacılığı ise ulaştırma emisyonlarının %72’sinden sorumludur! Oysa aynı mesafe demiryoluyla on kat daha az emisyonla kat edilebilir. Fakat kapitalizm rayları değil, otoyolları, bireysel otomobilleri, uçak şirketlerini büyütmeyi seçti. Çünkü orada kâr vardır!

Binalar bile bu sistemin zincirlerine bağlıdır. Isınma, yemek pişirme, su ısıtma… Hepsi fosil yakıtlara dayanır ve toplam emisyonların %6’sını oluşturur. Yani evlerimiz bile kapitalizmin karbon prangasıyla örülmüş durumda.

Unutmayalım: Kapitalizm ve karbon ekonomisi birlikte doğdu. İlk buhar motorları kömürle çalıştı, sonra elektrik geldi. Kömürlü trenlerin yerini dizel motorlu kamyonlar aldı. Evlerimize kadar doğalgaz getirildi. Ve bütün bu gelişmeler “medeniyet” diye sunuldu; oysa aslında doğayı hızla tahrip eden bir büyüme, birikim ve yıkım döngüsüydü.

Bugün dünya nüfusunun en zengin %11’i tüm karbon emisyonlarının yarısından sorumludur! İşte kapitalizmin adaletsizliği budur: Yeryüzünün en yoksul halkları felaketi yaşarken, en zengin azınlık dünyayı yakmaktadır.

Artık gerçek apaçık ortadadır: İklim krizi, kapitalizmin krizidir! Kapitalizm; sınırsız büyüme hırsıyla, fosil yakıt bağımlılığıyla, doğayı ve emeği metalaştıran açgözlülüğüyle bu felaketin tek sorumlusudur. Bu düzenin içinde “yeşil dönüşüm” yoktur, olmayacaktır! Çünkü sermaye doğayı kurtaramaz; sermaye doğanın celladıdır.

Burjuva hükümetlerin ikiyüzlü vaatleri, şirketlerin sahte “yeşil teknolojileri” bu gidişatı durduramaz. Onların her açıklaması, aslında yeni kâr kapıları açmak, yeni teşvikler kapmak içindir. Bu yüzden fosil yakıtlar toprağın altında bırakılmak zorundayken, onlar yeni kömür santralleri, yeni petrol projeleri planlamaktadır. Çünkü kapitalizm, kendisiyle birlikte tüm insanlığı da uçuruma sürüklemektedir.

Ama çözüm vardır! O çözüm, işçi sınıfının ellerindedir. Çünkü kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfı, yalnızca kendi zincirlerini değil, doğanın zincirlerini de kıracak güçtedir. Bugün görev açıktır: Sermayeye karşı küresel ölçekte birleşmiş, savaş karşıtı ve sosyalist bir işçi hareketi inşa etmek.

Bizim yolumuz reformların, karbon vergilerinin, yeşil makyajların yolu değildir. Bizim yolumuz, sermayeye el koymak, üretimi toplumsal ihtiyaçlara tabi kılmak, bilimin rehberliğinde planlanmış sosyalist bir dünya ekonomisini kurmaktır. Ancak o zaman iklimle, doğayla, toprakla, suyla, gökyüzüyle yeniden uyum içinde bir yaşam mümkündür.

Bugün dünya, insanlık ile kapitalizm arasında bir tercih noktasındadır. Ya sermayenin kâr hırsı uğruna yanıp kül olacağız, ya da sosyalist devrimle bu düzeni tarihin çöplüğüne göndereceğiz. Ya ölüm, ya yaşam!

Ve biz biliyoruz: Gelecek, doğanın ve emeğin özgürleştiği sosyalist gelecektir!