Devrim, tek bir akımın, tek bir örgütün münferit çabasıyla değil, tarihsel öznenin bütün bileşenlerinin karşılıklı etkileşimi ve bilinçli iş bölümüyle ilerleyebilecek bir süreçtir. Bu nedenle devrimci kampın birliği, soyut bir “ortaklık” değil, somut bir iş bölümü üzerine kurulu stratejik bir örgütlenme biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu iş bölümü, her devrimci akımın kendi tarihsel birikiminden, sınıfsal temsiliyetinden ve örgütsel yeteneğinden doğan görevlere uygun bir biçimde konumlanmasını içerir. Zira devrim, yalnızca sınıf antagonizmasının olgunlaşması değil, aynı zamanda bu antagonizmayı siyasal bir hedefe yöneltecek bilinçli bir koordinasyonun ürünüdür.
Devrimci kamp, farklı geleneklerin, teorik eğilimlerin ve mücadele biçimlerinin bir araya geldiği geniş bir tarihsel topluluktur. Marksistler, Leninistler, Troçkistler, Maoistler, anarşistler, sendikalistler, feminist devrimciler, ekososyalistler ve daha niceleri, aynı sınıfsal düşmanın —burjuvazinin— farklı cephelerdeki karşıtlarıdır. Bu çeşitlilik, zayıflığın değil, doğru yönetildiğinde devrimci gücün çoğulluğunun göstergesidir. Farklılıkların çatıştığı yerde enerjinin dağılması değil, bu enerjinin planlı bir yönlendirmeyle tarihsel bir güce dönüşmesi esastır. İşte bu noktada devrimci iş bölümü, teorik bir ilke değil, pratik bir zorunluluktur.
Bu iş bölümü, devrimin hazırlık, yükseliş ve iktidarın kuruluşu olmak üzere üç temel safhasına göre biçimlenmelidir. Hazırlık safhasında öncü rol, Marksist-Leninist yapıların omuzlarındadır. Onların görevi, sınıfın devrimci bilincini örgütlü forma dönüştürmek, proletaryanın kendi gücüne güvenini tesis etmek ve toplumsal çözülmeyi sistematik bir analizle açığa çıkarmaktır. Bu aşamada teorik üretim, ideolojik berraklık ve kadro eğitimi belirleyici önemdedir. Troçkist eğilimlerin eleştirel birikimi, bürokratikleşmeye karşı sürekli bir uyarı mekanizması olarak bu sürecin içinde yer almalıdır; çünkü devrimci örgüt, kendi içinde dahi tahakkümün yeniden üretilebileceğini bilen bir bilinç düzeyine ulaşmalıdır.
İkinci safha olan devrimci yükseliş evresinde, anarşist hareketin ve doğrudan eylem gruplarının dinamizmi devreye girer. Bu moment, halk kitlelerinin spontane öfkesinin, örgütlü yapılarla birleşerek siyasal hedefe yönlendirileceği andır. Anarşistlerin kitle içinde yarattığı doğrudan eylem pratikleri, merkezi yapının donuklaşmasını önler; enerji ve yaratıcılığı sokakta diri tutar. Bu aşamada sendikal hareket ise ekonomik mücadelenin politikleşmesini sağlar; üretim araçlarının olduğu her yerde direnişi örgütler, grevlerle kapitalist dolaşımı sekteye uğratır ve sınıf bilincini geniş kitlelere taşır.
Yine bu safhada feminist devrimciler toplumsal cinsiyet boyutunu devrim sürecine dâhil eder; patriyarkanın çözülmeden kapitalizmin yıkılamayacağını gösterir. Kadın emeğinin ve bedensel özgürlüğün devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline gelmesi, devrimi yalnız iktisadi değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm olarak derinleştirir. Aynı şekilde ekososyalist akımlar, doğayı sermayenin tahakkümünden kurtarma mücadelesini, sınıf mücadelesinin ekolojik uzantısı olarak konumlandırır; devrim sonrasında kurulacak toplumun üretim biçimini çevresel sürdürülebilirlik temelinde yeniden düşünmeye zorlar.
Üçüncü safha, yani iktidarın kuruluşu ve devrimci yeniden yapılanma evresinde, Leninist öncülük yeniden öne çıkar. Bu aşamada merkezi planlama, üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümü ve halk iktidarının kurumsallaşması gerekir. Burada Maoistlerin “halk savaşı” stratejisinden gelen örgüt disiplini, devrimci düzenin inşasında önemli bir dayanak oluşturur. Ancak bu merkezileşme, Troçkist uyarı mekanizması sayesinde sürekli bir özeleştiri ve taban denetimiyle dengelenmelidir. Çünkü devrim, kendi zaferinin bürokratik donukluğuna teslim olduğunda, tarihsel diyalektiğini yitirir.
İktidarın kuruluşuyla birlikte anarşist ve komünal yapılar, yerel öz yönetim deneyimleriyle halkın doğrudan katılımını sağlar; merkezi planlamanın yerel özerkliklerle dengelendiği bir yapı kurulur. Feminist örgütlenmeler, yeni toplumun her hücresinde eşitlikçi kültürün kurucu öznesi haline gelir. Ekososyalistler ise üretim planlamasında çevresel dengenin gözetilmesini sağlar. Bu noktada devrim, yalnızca iktidarın el değiştirmesi değil, insanın doğayla, toplumla ve kendi emeğiyle kurduğu ilişkinin tümüyle yeniden biçimlenmesidir.
Bu stratejinin temelini oluşturan şey, devrimci kampın birliği değil, birlik içinde iş bölümüdür. Her devrimci unsur, kendi tarihsel işlevini inkâr etmeden, diğeriyle rekabet etmeden ama eleştirel dayanışma içinde hareket etmelidir. Marksist örgütler teorik derinliği sağlar, anarşistler eylemin yaratıcılığını taşır, sendikalistler sınıfsal direnişi örgütler, feministler eşitliğin toplumsal dokusunu kurar, ekososyalistler yaşamın maddi koşullarını korur. Bu görevlerin her biri bir diğerini tamamlar. Hiçbiri diğerinin yerine geçmez; tam tersine, her biri diğerinin eksikliğini giderir.
Sonuçta devrim, bir tek merkezin değil, bilinçli bir kolektifin eseridir. Devrimci kampın İş bölümü, parçalanmanın değil, örgütlü çoğulluğun zeminidir. Bu strateji, devrimci kampı rekabetin değil, tamamlayıcılığın bir alanı haline getirir. Devrimci dayanışma, soyut bir kardeşlik duygusu değil, tarihsel bir zorunluluk ve maddi bir koordinasyon ilkesidir. Gerçek birlik, farklılıkların silinmesinde değil, her farklılığın kendi alanında devrimci görevini yerine getirmesinde hayat bulur. Devrim, ancak bu bilinçli iş bölümüyle kendi bütünlüğüne ulaşır; çünkü devrim, bir sınıfın zaferi kadar, bir insanlığın yeniden kuruluşudur.