Sağlık, insanın yalnızca hastalıktan arınmış olması değil; fiziksel, manevi ve toplumsal bakımdan tam bir iyilik halidir. Bu, insanın üretken bir makine değil, yaşayan, düşünen, hisseden bir varlık olduğunun ifadesidir. Ne var ki kapitalist üretim düzeninde bu tanım, büsbütün tersyüz edilmiştir. Sermaye, sağlıklı insanı yalnızca çalışabilir, üretim bandına bağlanabilir, artı-değer yaratabilir bir bedene indirger. Kapitalizm için sağlıklı olmak; fabrikaya, ofise, maden ocağına dönebilmek demektir. Bu nedenle insanlığın en temel hakkı olan sağlık, kapitalizmin kâr yasalarıyla uzlaşmaz bir çelişki içindedir. Kapitalizmin akıl dışı doğası, sağlık alanında en çıplak biçimiyle görünür. Çünkü burada hasta bir müşteri, tedavi bir hizmet değil meta haline gelmiştir. Artık amaç insanı korumak değil, hastalığı tedavi ederken kârı büyütmektir. Sağlık sektörü birikim sürecinin yeni bir cephesi haline gelmiş, hastalık ise sermaye için verimli bir pazar olmuştur. İnsan bedeninin ağrısı, ilaç şirketlerinin bilançosuna yazılan rakamlarla ölçülür hale gelmiştir. Bu tablo, aklı ve vicdanı yerinde olan herkesi isyan ettirmeye yeter.
Kapitalist sistemin sağlık alanındaki yapısı, kârın kutsallığı üzerine inşa edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü her ne kadar sağlık hizmetlerini “toplumdaki bireyler ve ailelere, onların katılımı ve toplumun kabullenebileceği maliyetle evrensel olarak ulaşılabilir temel hizmetler” olarak tanımlasa da, kapitalizm bu tanımı çoktan çürütmüştür. Çünkü burada belirleyici olan toplumun ihtiyaçları değil, ilaç tekellerinin ve özel hastanelerin kârlılık oranlarıdır. Sağlık, insan yaşamını koruyan bir hak olmaktan çıkarılıp piyasanın kâr grafiğine hapsedilmiştir. Bu düzende doktorun reçetesiyle borsanın tablosu, aynı eller tarafından yönetilir hale gelmiştir. Kapitalist dünyanın karşısında ise bir istisna, bir direniş modeli olarak Küba yükselir. 1959 Devrimi’nin ardından Fidel Castro, sağlık hizmetini devrimin stratejik temellerinden biri haline getirdi. Küba’da sağlık, bir hak olarak tanımlandı ve herkesin ücretsiz yararlanabileceği kamusal bir hizmet haline geldi. Bugün her bin Kübalıya 7,5 doktor düşmektedir; bu oran Türkiye’de yalnızca 1,7’dir. Kübalı doktorlar yalnız kendi yurttaşlarına değil, dünyanın dört bir yanındaki yoksul halklara da umut taşımaktadır. Küba’nın bu başarısı, kâr için değil, insan için örgütlenmiş bir sağlık sisteminin mümkün olduğunu kanıtlar. ABD ambargosu nedeniyle ilaç hammaddelerinin ve ambalaj malzemelerinin %85’ini ithal etmek zorunda kalmasına rağmen, Küba kendi ilaçlarını üretmeyi başarmış, birçok alanda dünyanın en etkili ilaçlarını geliştirmiştir. Çünkü burada sağlık, sermayeye değil, halka aittir. Kâr oranlarının değil, insan ömrünün uzaması ölçü alınır. Kapitalizmin sağlık politikası hastalığı pazara sürerken, sosyalizmin politikası hastalığı önler, toplumu sağlıklı kılar. Küba örneği bize bir gerçeği açıkça gösterir: Sağlık, yalnızca parasız olduğunda değil, sömürüsüz bir düzende gerçek anlamına kavuşur.
Kapitalist düzende sağlık alanının en derin çelişkisi, ilacın kaderinde gizlidir. Evrensel tanımıyla ilaç, fizyolojik sistemleri ya da patolojik durumları bireyin yararı için değiştirmek veya incelemek amacıyla kullanılan üründür. Ancak kapitalizm bu ürünü insan yararının değil, sermaye birikiminin hizmetine sokmuştur. İlaç artık bir tedavi aracı değil, bir metadır. Alınıp satılır, stoklanır, fiyatı belirlenir, borsada işlem görür. Üstelik bu meta, öylesine kârlıdır ki, bugün ilaç sektörü dünyada silah sanayisinden sonra en yüksek kâr oranına sahip ikinci sektör haline gelmiştir. İnsan yaşamı pahasına büyüyen bu pazar, kapitalistlerin elinde kanlı bir kazanç kapısına dönüşmüştür. Çünkü kapitalizm ilacı, “halk sağlığı için vazgeçilmez bir ihtiyaç” olmaktan çıkarıp “yatırım aracı” haline getirmiştir. İlaç üretimi artık insanı iyileştirmenin değil, sermayeyi büyütmenin aracıdır. Hastalık, bu kâr düzeninin vazgeçilmez yakıtıdır. Ne kadar çok hastalık, o kadar çok ilaç; ne kadar çok ilaç, o kadar çok kâr! Böylece ilaç endüstrisi, kapitalizmin çelişkilerini en saf haliyle yansıtan bir laboratuvara dönüşmüştür. Bu endüstri yalnızca kimyasal bileşikler değil, ideolojik zehir de üretir. Çünkü kapitalizm, sağlığı korumak yerine, hastalığı yönetmeyi tercih eder. Her tedavi süreci yeni bir tüketim döngüsü yaratır. Halk sağlığı “harcama kalemi” olarak görülürken, ilaç tekellerinin kâr oranları ekonomik başarının ölçütü haline gelir. İlaç sanayisinin devasa büyüklüğü, onun sömürü mekanizmasının da ne kadar derin olduğunu gösterir. Üretimden dağıtıma kadar her aşama, rekabetin, tekelleşmenin ve manipülasyonun alanıdır. İlaç fabrikada üretilir, depoya gider; depocu üzerine kâr ekler, eczaneye yollar; eczane de hastaya satar. Bu zincirin her halkası, kapitalist çıkar ilişkilerinin ördüğü bir ağdır. Üstelik bu ağın içinde eczaneler, depocular, doktorlar çeşitli “teşviklerle” sisteme bağlanır: cazip hediyeler, fazladan ürünler, hisse ortaklıkları, örtülü rüşvetler… İlaç artık yalnızca bir ürün değil, sömürünün kimyasal formudur. Kapitalist sistem, bu endüstriye akıttığı parayla aslında kendi ideolojik sigortasını da öder. Çünkü sağlık gibi kutsal bir alanı ticarileştirdiğinde, insan yaşamını kâr grafiğine bağlamış olur. İnsanlar hastalandıkça, sistem nefes alır; iyileştikçe değil, hastalandıkça çarklar döner. Kapitalist için insan bedeni, üretim bandının bir parçası, hasta bedeni ise ilaç pazarının müşterisidir.
İlaç tekelleri, dünyanın en güçlü finansal oligarşilerinden biridir. Yalnızca üretim alanında değil, bilimin ve tıbbın kendisi üzerinde de egemenlik kurmuşlardır. Kapitalizm, ilacı kâr nesnesine dönüştürmekle kalmamış, hastalığı da pazarlanabilir hale getirmiştir. Bugün ilaç tekelleri, yalnızca var olan hastalıklardan değil, “üretilen” hastalıklardan da kazanç sağlar. Her yeni “tanı”, her yeni “sendrom”, her “risk grubu” potansiyel bir pazar anlamına gelir. Böylece insanın acısı, şirketlerin hisse değerine çevrilir. Bu endüstri, konumunu korumak için bilimsel araştırmalardan devlet politikalarına kadar her alanda manipülasyon yapar. İlaç, daha laboratuvarda üretilirken sermayenin izine bulaşır; çünkü araştırmaların büyük bölümü doğrudan ilaç şirketleri tarafından fonlanır. Bu şirketler, hangi hastalıkların araştırılacağını, hangi sonuçların yayınlanacağını, hatta hangi ilacın “mucize tedavi” olarak lanse edileceğini belirler. Bilim, sermayenin gölgesinde yürütülen bir propaganda aygıtına dönüşür. Ruhsatlandırma süreçlerinden klinik deneylere, reklam kampanyalarından doktor eğitimlerine kadar her aşamada kârın yön verdiği bir sistem işler. Bilimsel gerçekler değil, piyasa ihtiyaçları belirleyicidir. Bu nedenle kimi zaman etkisiz ya da tehlikeli ilaçlar piyasaya sürülürken, gerçekten yaşam kurtarabilecek ilaçlar yeterince “kârlı” olmadığı için üretim dışı bırakılır. Kapitalist ilaç düzeni, insan sağlığını bir istatistik kalemine, bir bilanço değerine indirger. “Bilimsel araştırma” adı altında yapılan her şey, aslında pazarın genişletilmesinden ibarettir. Bu nedenle günümüzde “yeni hastalıklar” ve “yeni tedavi biçimleri” tıpkı yeni ürün kampanyaları gibi piyasaya sürülür. İnsan bedeninin sınırları, laboratuvarlarda değil, borsalarda belirlenir. En temel insani hakkımız olan sağlık hakkı, ilaç tekellerinin elinde zincire vurulmuştur. Çünkü kapitalizm, fikri mülkiyet ve patent sistemleriyle bu zinciri hukukileştirir. Bir ilaç üretildiğinde, formülün sahibi olan şirket, o ilacın üretim ve satış tekelini eline alır. Bu tekel, insanlığın ortak bilgisini özel mülkiyetin kasasında kilitli tutar. Böylece ilacın üretimi, dağıtımı ve fiyatı, halkın değil, sermayenin denetimindedir.
Kapitalizmin en güçlü silahı, üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekeline dayanır. Bu ilke, ilaç sanayisinde patent sistemiyle kurumsallaşmıştır. Bir ilaç firması, herhangi bir hastalığın tedavisinde kullanılmak üzere yeni bir ilaç geliştirdiğinde, patent alarak formülün mülkiyetini 5 ila 7 yıl boyunca tek başına elinde tutar. Bu süre zarfında başka hiçbir üretici aynı ilacı üretemez, dağıtamaz veya satamaz. Böylece bir kimyasal bileşim, bir fikir, hatta bir umut — sermayenin özel mülkiyeti haline gelir. İnsanlığın ortak aklı, birkaç çokuluslu şirketin kasasında tutsak edilir. Bu sistem yalnızca tekeli güvence altına almakla kalmaz, sömürüyü sürekli kılar. Çünkü şirketler, patent süresi dolduğunda bile ilacın bileşenlerinde küçük değişiklikler yaparak “yeni ürün” adı altında patent süresini uzatır. Böylece “yenilik” kisvesi altında aynı sömürü yeniden üretilir. Sermaye, bilimi yaratıcılıktan değil, mülkiyetten besler. Kapitalist için laboratuvar, insanlığa şifa aranan bir mekân değil, artı-değerin kimyasal biçimde üretildiği bir fabrikadır. Bu süreçte araştırmalar, toplumsal gerekliliklere göre değil, en hızlı ve en yüksek kârı getirecek alanlara yönelir. Zengin ülkelerde yaygın olan hastalıklar için milyarlarca dolar harcanırken, yoksul coğrafyaları kasıp kavuran sıtma, tüberküloz, kolera gibi hastalıklar neredeyse kader olarak bırakılır. Çünkü yoksulların sağlığı, kâr getirmez. Kapitalizm için tedavi edilecek olan, hastalık değil, ödeme gücüdür. Böylece ilaç tekelleri, yalnızca insan bedenini değil, devletlerin sosyal güvenlik sistemlerini de sömürür. Kamu kaynaklarıyla alınan pahalı ilaçlar, şirketlerin kasalarına akar. Devlet, halkının sağlığını korumak yerine, sermayenin garantörü haline gelir. Kapitalist devlet, sağlık politikalarında halktan değil, tekellerden yana saf tutar. Hastaneler özelleştirilir, eczaneler ticarileştirilir, sağlık “hizmeti” piyasalaştırılır. Ve insan, kendi bedenine erişim hakkını kaybeder. Bu tablo, kapitalizmin en çıplak yüzünü gösterir: İnsan hastalanır, şirket kazanır. Emekçi sınıflar, yalnız üretim alanında değil, sağlık alanında da sömürülür. Ürettiği artı-değerin bir kısmı, hastalandığında kullandığı ilaç üzerinden tekrar kendisine satılır. Yani emekçi, hem üretirken hem de iyileşirken sermayeye hizmet eder. Kapitalist sistemin bu kendini yeniden üreten döngüsü, sağlığın da artık sınıfsal bir mesele olduğunu açıkça ortaya koyar.
Kapitalist sistemin sağlık ve ilaç alanındaki işleyişi, insan yaşamını bir meta gibi alıp satan, bilimi kâra boyayan, bedeni pazarın nesnesine dönüştüren bir düzendir. Bu düzende “sağlık hakkı” yalnızca bir illüzyondur; çünkü halkın sağlığı, sermayenin kârlılığıyla ters orantılıdır. Kapitalizm, insanların daha sağlıklı yaşaması için değil, daha uzun süre tüketmesi ve çalışması için yaşamasını ister. Sağlık, insanı özgürleştiren bir olgu olmaktan çıkmış, sermayenin ömrünü uzatan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu nedenle, kapitalist sistem içinde gerçek anlamda halk sağlığından söz etmek mümkün değildir. Çünkü kapitalizm, varoluşu gereği hastalığın sürmesini ister; zira hastalık onun için kârdır. Bu düzende insan bedeni bir yatırım aracıdır, yaşam süresi ise borsa endekslerine göre hesaplanır. Kapitalist toplumun eczaneleri birer ticarethane, hastaneleri birer şirket, doktorları ise sistemin ücretli emekçileri haline gelmiştir. İnsan, en temel hakkı olan yaşam hakkını bile parayla satın almak zorundadır. Oysa sosyalizm, sağlığı bir meta değil, insan onurunun ayrılmaz bir parçası olarak ele alır. Sosyalist düzende sağlık, üretim ilişkilerinin değil, toplumsal dayanışmanın ürünüdür. Tıp bilimi, kâr için değil, insanlığın ilerlemesi için geliştirilir; hastalık, bireysel bir talihsizlik değil, toplumsal bir sorumluluk olarak görülür. Küba’nın devrimci sağlık sistemi, bunun en somut kanıtıdır. Ambargo altında, kaynak kıtlığı içinde bile, halkın sağlık hakkı bir an bile pazarlık konusu edilmemiştir. Çünkü sosyalist düzen, sosyalizme geçiş süreci bile, insanı değil, kârı tedavi etmeyi reddeder. Sağlığın ticarileştirildiği bir dünyada, bedeni sömürülen milyonların kurtuluşu ancak toplumsal mülkiyet ile mümkündür. Üretim araçlarıyla birlikte ilaç sanayisi, laboratuvarlar, hastaneler halkın denetimine geçtiğinde; sağlık hizmeti bir ayrıcalık değil, devrimci bir hak haline gelir. O zaman bilim, insanın hizmetine; ilaç, yaşamın güvencesine; doktor, halkın yoldaşına dönüşür. Gerçek anlamda sağlıklı bir toplum, ancak sömürüsüz bir düzende inşa edilebilir. Kapitalizmin çelişkilerle ördüğü bu hasta dünya, devrimci bir müdahale olmadan iyileşemez. Çünkü insanlığı hastalandıran mikrop, sermayenin ta kendisidir. Sağlığın devrimci reçetesi bellidir: Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, ilacın metadan kurtarılması, insanın yeniden insana dönüşmesidir. Ve ancak o zaman, insanlık gerçekten nefes alacaktır.