Emeklilik, insanlığın uzun sınıf mücadeleleriyle kazandığı bir haktır; bedeli ömür boyu çalışarak, üreterek, alın teriyle ödenmiştir. Ancak kapitalizm, bu hakkı yüke dönüştürmekte ustalaşmıştır. Sermaye sınıfı, yaşlılığı, artık “değersiz üretkenlik” dönemi olarak kodlamış; ömrü boyunca sistemin çarklarını döndüren milyonları, üretimden düşer düşmez gözden çıkarılacak fazlalıklar haline getirmiştir. Bugün dünya ölçeğinde yaşanan emeklilik krizi, yalnızca demografik bir mesele değil; kapitalizmin tarihsel krizinin toplumsal bedelidir. Kapitalist sistem, II. Dünya Savaşı sonrası “sosyal devlet” modelini, sosyalist blok karşısında bir denge unsuru olarak kabul etmek zorunda kalmıştı. Sosyal güvenlik, kamusal sağlık ve emeklilik hakları, işçi sınıfının devrimci basıncının sonucuydu. Ancak Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte burjuvazi bu tarihsel dengeyi yıktı. 1980’lerden itibaren yükselen neoliberal dalga, tüm dünyada kamusal emekliliği hedef aldı. “Sürdürülebilirlik”, “reform”, “verimlilik” gibi masum görünen sözcükler, sermayenin yeni ideolojik silahları oldu. Devletin sosyal yükümlülükleri, özel fonlara ve sigorta tekellerine devredildi. Emekçiler, “kendi geleceklerini” güvenceye almak bahanesiyle bireysel fonlara zorlandı. Böylece, ömür boyu çalışarak yaratılan değer, bir kez daha finans kapitale aktarılmanın aracına dönüştü. Burjuvazi için mesele basittir: Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, işçinin hem gençliğini hem yaşlılığını sömürür. Çalışırken artı-değerine el koyar; yaşlandığında da onu “sosyal yük” olarak tanımlar. Kapitalizmin gözünde yaşlılık, üretim dışı bir maliyettir. Oysa emekli maaşları, işçinin kendi alın terinden kesilen primlerle oluşan bir haktır; hiçbir “devlet lütfu” değildir. Yine de dünya genelinde egemen sınıflar, “nüfus yaşlanıyor, sistem sürdürülemez hale geliyor” yalanını propagandanın merkezine oturttu. Bugün IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kurumlar, tüm ülkelerde aynı reçeteyi dikte ediyor: Emeklilik yaşını yükselt, maaşları düşür, kamusal sistemleri tasfiye et. Aynı reçete Şili’de “piyasa mucizesi” olarak sunulmuş, milyonlarca emekçi açlıkla yüz yüze bırakılmıştı. ABD’de özel fonlara devredilen emeklilik birikimleri, 2008 kriziyle birlikte buharlaşmıştı. Avrupa’da “reform” adı altında emeklilik yaşını 67’ye çıkaran ülkeler, artık 70 yaşında hâlâ çalışan bedenleri “aktif yaşlanma” diye alkışlıyor. Sermaye, ömrü uzayan insanı sevinçle değil, öfkeyle karşılıyor: “Beş yıl daha yaşarsan, beş yıl daha sömürülmelisin.” Koronavirüs pandemisi bu düzenin ahlaki çürümesini çıplak biçimde sergiledi. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da binlerce yaşlı, bakım evlerinde “yük” görüldükleri için terk edildi. İspanya, Fransa, Kanada gibi ülkelerde binlercesi günlerce aç ve bakımsız kaldı, öldü. Kapitalizm, yaşlı bedenleri bile maliyet hesabının satır aralarında boğdu. “Koruma” bahanesiyle yalnızlaştırdı; “verimlilik” adına gözden çıkardı. Sermaye, artık yaşlılığın bile kâr getirmesi gerektiğini ilan etmişti. Bugün “Uzun Süreli Bakım Sigortası”, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” gibi adlarla pazarlanan her yeni düzenleme, aynı ideolojik hattın ürünüdür. Devletler, sosyal güvenliği özel sektöre devrederek yeni sermaye birikim alanları yaratıyor. Yaşlı bakımını bile bir “pazar” haline getiriyorlar. “Bakım sigortası” denilen şey, aslında emekçinin kendi yaşlılığını bir kez daha finanse etmesidir. Ömrü boyunca sömürülen işçi, şimdi yaşlılıkta da kendi bakımının maliyetini ödemeye zorlanıyor. Kapitalizmin küresel ölçekte geldiği bu noktada, emeklilik bir “hak” olmaktan çıkarılıp bir “lütuf” haline getirildi. Sermaye sınıfı, artan emekli nüfusunu üretken olmayan bir fazlalık olarak görüyor. Artık emekliliğe değil, mezarda emekliliğe inanıyor. “Aktüeryal denge” adı verilen o soğuk terim, aslında bir sınıf savaşımının matematiksel maskesidir. Emekçiye deniyor ki: “Sistemi yaşatmak için senin daha az yaşaman gerek.” Oysa bu düzenin sürdürülebilirliği yoktur. Çünkü sistemin temeli çelişkilidir: Bir yandan robotlaşma, otomasyon ve dijital üretim işgücünü değersizleştirirken, diğer yandan tüm sosyal sistemler hâlâ ücretli emeğin kesintilerine dayanıyor. Yani kapitalizm kendi temelini kemiriyor. Emeklilik krizinin özü budur: Artı-değeri yaratan sınıfın küçülmesi, sistemin finansal temellerini çökertecektir. Burjuvazi bunu bildiği için çözümü yine işçiyi daha uzun süre sömürmekte buluyor. Bu nedenle dünyanın her yerinde aynı sözleri duyuyoruz: “Yaşam süresi uzadı, emeklilik yaşı da uzamalı.” Ne tesadüf ki aynı ülkelerde işsizlik artıyor, iş güvencesi azalıyor, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşıyor. Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi bu saldırıya karşı ayağa kalktı. Arjantin’de, İspanya’da, Yunanistan’da emekliler sokağa döküldü. Çünkü tüm dünyada tablo aynı: Sermaye, yaşlı nüfusun bakımını “yük” olarak tanımlıyor, işçi sınıfına yeni bir kölelik biçimi dayatıyor. Emeklilik artık huzur değil, bir belirsizlik alanı; yaşlılık artık dinlenme değil, yoksullukla sınanma dönemi. Kapitalizmin bu küresel saldırısı, Türkiye’de de aynı mantıkla uygulanıyor. Dünya Bankası reçetelerinin bir laboratuvarı haline gelen Türkiye, 1999’dan bu yana bu “mezarda emeklilik” politikalarının en acımasız versiyonlarını deneyimliyor. 1980 sonrası neoliberal dönüşümle başlayan süreç, 12 Eylül faşizminin örgütsüz bıraktığı işçi sınıfının omuzlarına yıkıldı. Bugün, emeklilik sistemi yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir araç haline geldi. Devlet, emeklileri hem yoksullaştırıyor hem de “toplumun sırtındaki yük” olarak gösteriyor. Kapitalizmin dünya çapındaki çöküşü, yalnızca finansal krizlerle değil, insan ömrünün bile metalaştırılmasıyla belirginleşiyor. Sermaye, yaşlı bedenleri bile pazarın nesnesine dönüştürmüş durumda. “Bakım sigortası”, “emeklilik fonu”, “bireysel katkı payı” gibi terimler, yeni sömürünün ideolojik maskeleridir. Emekçinin birikimi fonlarda toplanır, o fonlar borsada speküle edilir, sonunda bir kriz gelir ve emekçinin bir ömrü “risk primi” diye yok olur. Kapitalizmin döngüsü budur: emekçinin geleceğini fonlara, fonları sermayeye, sermayeyi krize teslim etmek. Sonra da “daha fazla reform” diyerek aynı kısır döngüyü yeniden üretmek. Bugün emekliliğin krizi, insanlığın kapitalist sistemle birlikte yaşadığı en derin çelişkilerden biridir. Yaşlılığın bile sermaye için bir kâr nesnesine dönüştüğü bu düzen, ancak köklü bir sınıf mücadelesiyle aşılabilir. Çünkü mesele sadece emeklilik değildir; mesele, emeğin yaşam üzerindeki hakkını geri almasıdır.
Türkiye’de emeklilik sistemi, uzun yıllara yayılan bir sınıf saldırısının sonucudur. 12 Eylül 1980 darbesi, yalnızca sendikaları dağıtıp işçiyi örgütsüzleştirmedi; aynı zamanda emekliliği, “devlete yük” olarak yeniden tanımlayan neoliberal dönüşümün kapısını araladı. O günden bu yana işçi sınıfının tarihsel kazanımları adım adım gasp edildi. Bugün milyonlarca emekli, açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edilmiştir; ama bu, tesadüf değil, planlı bir politikanın sonucudur. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, Türkiye burjuvazisi de IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları doğrultusunda aynı reçeteyi uyguladı: emeklilik yaşını yükselt, prim gün sayısını artır, maaşları düşür, sosyal güvenliği özelleştir. 1999’da yaşanan büyük Kocaeli depremi, sadece bir doğal felaket değil; emekçilerin sırtına indirilen ilk büyük neoliberal darbenin bahanesi oldu. Halk enkaz altında can verirken, Ecevit-ANAP-MHP koalisyonu “reform” adı altında emeklilik yaşını kadınlarda 58’e, erkeklerde 60’a çıkardı. Prim gün sayısı artırıldı; milyonlarca işçinin emeklilik hakkı gasp edildi. 2002’de AKP iktidara geldiğinde, bu süreci “yerli ve milli” maskesiyle devam ettirdi. 2006’da çıkarılıp 2008’de yürürlüğe giren 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası”, aslında bir sosyal güvenlik reformu değil, sosyal güvenlik karşı-devrimi idi. Bu yasa ile hem prim hem yaş şartı kademeli biçimde artırıldı; 2048 itibariyle kadın ve erkek için emeklilik yaşı 65 olacak şekilde sabitlendi. Aylık bağlama oranları düşürüldü; emekli maaşları adım adım sefalet düzeyine çekildi. Bu “reform”, kapitalizmin Türkiye ayağının işçi sınıfına karşı gerçekleştirdiği tarihsel bir rövanştı. Bugün iktidarın “sürdürülebilirlik” gerekçesiyle yeniden gündeme getirdiği köklü değişiklikler, bu çizginin devamıdır. “Avrupa’da emeklilik yaşı 70’e kadar çıktı” yalanıyla, milyonlarca işçiye beş yıl, on yıl daha fazla çalışma dayatılıyor. Oysa bu ülkede 45 yaşından sonra iş bulmak neredeyse imkânsızken, 65 yaşında hâlâ çalışmak demek, fiilen mezarda emeklilik demektir. Kimyasal, toz, ağır metal, stres, uykusuzluk, geçim sıkıntısı içinde geçen bir ömrün sonunda işçi artık bedensel bir enkaza dönüşüyor. Kapitalistler, “ortalama yaşam süresi uzadı” derken bile işçinin o ortalamayı yakalayamadığını biliyorlar. Çünkü onların ortalaması, milyonerlerin ömrüyle işçilerin ömrünü aynı cetvele yazıyor. Türkiye’de egemen ideoloji, her fırsatta “aktif çalışan az, emekli çok” masalını tekrarlıyor. Sanki emekliler durduk yere çoğalmış gibi! Gerçekte 2022 verilerine göre Türkiye, yaşlı bağımlılık oranında OECD ülkeleri arasında en düşük orana sahip ülkedir. Buna rağmen iktidar, Avrupa’daki örnekleri çarpıtarak “sistem tıkanıyor” propagandasını sürdürüyor. DİSK-AR raporları ise gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Avrupa’da çalışan/emekli oranı ortalama 1,6 iken, Türkiye’de 1,9. Yani Türkiye’de “yük” yok; tersine, sömürülen ama hakkını alamayan bir işçi sınıfı var. Buna rağmen burjuvazi “aktüeryal denge” diye bağırıyor; kendi yarattığı işsizliği, kendi yönetemediği ekonomiyi, işçilerin sırtına yüklüyor. Sistemin özü, sosyal güvenliği tasfiye etmek ve emekliliği özel sektörün kâr alanına dönüştürmektir. Bu amaçla önce “Bireysel Emeklilik Sistemi” (BES), şimdi de “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” (TES) devreye sokulmuştur. BES, 1980’lerden beri tüm dünyada emekçilerin birikimlerini sermayeye aktarmanın aracıdır. Türkiye’de 2012’de yürürlüğe sokulan sistem, “yüzde 25 devlet katkısı” yalanıyla pazarlanmış, ancak işçiler bu tuzağı fark edip sistemden büyük oranda çıkmıştır. Sermaye sınıfı ise pes etmemiş, TES adıyla daha sıkı, zorunlu bir sistemin altyapısını hazırlamıştır. TES ile işçiler, sistemden çıkma hakkı olmadan maaşlarından kesinti yapılacak; bu paralar özel fonlarda toplanarak sermayeye uzun vadeli “kaynak” sağlanacaktır. Aynı zamanda kıdem tazminatı bu fona devredilerek işçinin son güvencesi de elinden alınacaktır. “Çifte emeklilik” diye parlatılan bu sistem, aslında çifte sömürü demektir. Burjuvazi, emeklilerin tepkisini bölmekte de ustadır. “Prim gününe göre maaş belirlenecek” diyerek, işçiler arasında adalet tartışması yaratır. Oysa asıl adaletsizlik, bütün maaşların aşağı çekilmesindedir. Böylece emekçi, düşük maaşlı kardeşine değil, onu sömüren sisteme öfke duymalıyken yanlış hedefe yönlendirilir. İktidar, emeklilerin öfkesini manipüle ederek, sınıf dayanışmasının yerine rekabet duygusunu yerleştirir. Sonuç: parçalanmış, umutsuz, örgütsüz emekli kitleleri. Bugün Türkiye’de en düşük emekli aylığı 16.881 liradır. Bu rakam, Türk-İş’in açıkladığı açlık sınırının (26.413,17 TL) bile yaklaşık 10 bin lira altındadır. Emekliler gıdaya, ilaca, kiraya erişemez hale gelmiştir. Üstelik iktidar, bu yoksulluğu “yardımlaşma” adı altında meşrulaştırmaktadır. Emeklilere kamu misafirhanelerinde konaklama, şehirlerarası ulaşıma yüzde 10 indirim gibi sadakalar dağıtarak onları “muhtaç vatandaş” konumuna sokmaktadır. Böylece emeklilik bir hak olmaktan çıkar, lütuf haline gelir. Oysa emekli, ömrü boyunca toplumsal üretime katkı sağlamış bir insandır; toplumun ürettiği değerde payı vardır. Bu payı dilenerek değil, örgütlü biçimde talep etmelidir. Bu yoksulluğun kadınlar üzerindeki yansıması daha da yıkıcıdır. Kiraların fahiş biçimde arttığı, gıda fiyatlarının patladığı bir ülkede, yalnız yaşayan kadın emekliler hayatta kalmak için mucizeler yaratmak zorundadır. Pek çok kadın, tacize varan ev sahiplerinin baskısıyla evlerinden atılmakta, düşük maaşlarıyla kira ödeyememekte, yeniden çalışmaya mecbur kalmaktadır. Yaşlı kadınlar, toplumun sessiz kurbanları haline gelmiştir. Kapitalizm onları iki kez sömürür: önce üretimde, sonra yaşlılıkta. Bu sefalet, sağlık sistemindeki çöküşle birleştiğinde ölümcül bir tablo oluşturur. Randevu bulamayan yaşlılar, ilaca erişemeyen emekliler, devletin “tasarruf” politikalarının canlı tanıklarıdır. Hekimler göç ederken, hastaneler özel şirketlerin denetimine geçmiştir. Devletin sosyal sorumluluğu, “bakım sigortası” adı altında yeniden bireye devredilmiştir. Emeklilerin yaşamı, artık sadece yoksullukla değil, kurumsal ihmalle de kuşatılmıştır. Bu koşullar altında AKP iktidarı, emeklilere dönük saldırılarını “ekonomik zorunluluk” diye sunarken, sermayeye her yıl trilyonlarca lira teşvik aktarıyor. 2024 yılında sermayeden alınmayan vergi tutarı 1,8 trilyon lirayı bulmuş durumda. Buna karşılık SGK’ya yapılan bütçe transferlerinin oranı her yıl azaltılıyor. Yani kaynak var, ama işçiye değil, sermayeye. Çünkü kapitalizm, işçinin yaşam hakkını değil, patronun kârını korur. Türkiye’de emekli maaşları milli gelirin sadece %4,1’ine denk geliyor. Avrupa ortalaması %9,5. Bu fark bile, sermayenin kimden çaldığını gösteriyor. Hazine desteğiyle bile açlık sınırına ulaşamayan emekli maaşları, iktidarın sınıfsal tercihinin özetidir: emekliye ölüm, sermayeye ömür! Ama tarih gösteriyor ki, bu saldırılar sınırsız değildir. Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) mücadelesi, örgütlü bir sınıf hareketinin küçük ama anlamlı bir zaferiydi. Emekçiler, yıllarca “imkânsız” denen bir hakkı örgütlenerek söke söke aldılar. Evet, kısmi bir kazanımdı; ama aynı zamanda bir uyanıştı. Emekli olamayan işçi, sistemin ne kadar acımasız olduğunu gördü. O günden beri işçi sınıfı, şunu biliyor: hakkı alınmazsa, gasp edilir. Bugün Türkiye’de milyonlarca emekli, ölüm sınırında yaşamaya itiliyor. Ev kirası, gıda, ilaç, ulaşım, hepsi birer işkenceye dönmüş durumda. Birçoğu yeniden çalışmaya mecbur kalıyor, gençlerle iş rekabetine sokuluyor. Kimisi pazarda limon satıyor, kimisi kapı kapı kozmetik ürünleri. Bu, bir toplumsal çürümenin değil, kapitalizmin normal işleyişinin sonucudur. Devlet, yaşlıyı korumaz; sermayeyi korur. Çünkü kapitalist sistemde insan, üretebildiği sürece değerlidir; yaşlandığında ise sadece maliyet kalemidir. Bu düzenin adı neoliberalizmdir, özü ise sömürüdür. Ve Türkiye, bu sömürünün en acımasız laboratuvarlarından biridir. Emeklilik sistemi burada yalnızca ekonomik değil, ideolojik bir aygıttır: toplumu sessizleştirmek, örgütsüzleştirmek, “sabırla ölmesini” öğretmektir. Fakat emekçiler sabırla değil, örgütlü öfkeyle kazanacaktır.
Emeklilik hakkının özü, emeğin toplumsal değeriyle ilgilidir. Kapitalist ideoloji, emekliliği bireysel tasarruf meselesine indirgerken, Marksizm bu hakkı toplumsal üretimin yeniden paylaşım alanı olarak görür. Çünkü servetin kaynağı ne sermayedardır, ne de “yaratıcı girişimcilik” yalanıdır; servetin kaynağı emektir. Tarih boyunca düşünce sistemlerinin kuramcıları — John Locke, Adam Smith ve Karl Marx — bu gerçeği farklı biçimlerde dile getirmiştir. Locke, mülkiyetin kaynağını emeğe dayandırmıştı: “İnsan emeğini kattığı her şey üzerinde hak sahibidir.” Adam Smith, emek değer teorisiyle servetin kaynağını üretici emeğe bağlamıştı. Marx ise bu iki teoriyi devrimci biçimde aşarak, emeğin kapitalist düzende nasıl sömürüldüğünü bilimsel olarak açıklamıştı. Marx’ın ortaya koyduğu “artı-değer” kavramı, emeklilik meselesinin kalbini de aydınlatır: İşçinin yarattığı değerin bir kısmı ücret olarak geri döner, geri kalan kısmı ise sermaye tarafından gasp edilir. Emekli maaşı, aslında ödenmemiş emeğin bir parçasıdır. Bu nedenle emeklilik, sadaka değil, sınıf mücadelesiyle kazanılmış bir haktır. Kapitalizm, bu hakka tahammül edemez; çünkü emekli maaşı, işçinin ölmediği sürece kârın bir kısmını geri talep etmesidir. İşte bu yüzden burjuvazi, emekliliği “yük” olarak sunar. Oysa gerçek yük, üretmeden yaşayan asalak sınıftır: bankalar, rantçılar, savaş tüccarları, imtiyazlı holdingler. Emeğin ürettiği toplumsal zenginlik, bir avuç sermayedarın elinde birikirken, milyonlarca emekçi yaşlılığında sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilir. Oysa mülkiyetin doğası toplumsaldır. Bir ülkenin dağları, nehirleri, ormanları, madenleri, tarlaları, gökyüzü, yolları, barajları, elektriği, telekom altyapısı — hepsi halkın ortak emeğiyle yaratılmıştır. Devletin yaptığı her yatırım, o ülkede yaşayan emekçilerin vergileriyle, alın teriyle finanse edilmiştir. Dolayısıyla bu varlıklar özel mülk değil, kamusal mülkiyettir. Ve bu mülkiyetten ilk payı alması gerekenler, o zenginliği yaratmış olanlardır: işçiler, emekçiler, emekliler. Bugün kapitalizm, kamusal mülkiyeti tasfiye edip özel sermayeye devretmiş durumda. Enerji şirketleri, madenler, telekom ağları, otoyollar, barajlar, birer rant alanına dönüştürüldü. Yurttaşlar artık bu hizmetleri bir hak olarak değil, bedelini ödeyerek satın almak zorunda. Elektrik, su, internet gibi temel hizmetler bile kâr mantığıyla fiyatlandırılıyor. Oysa Marksist perspektif, bu alanların tümünün kamusal mülkiyet kapsamında topluma ait olduğunu savunur. Çünkü üretim araçlarının kamusal kontrolü olmadan, sosyal adalet sadece bir retorik olarak kalır. Kapitalist sistem, Sovyetler’in çözülmesiyle birlikte “sosyal devlet” maskesini de attı. 1945 sonrası “refah devleti” uygulamaları, işçi sınıfının örgütlü gücünün burjuvaziye dayattığı tavizlerdi. O sistemin kalıntılarını bile tasfiye eden neoliberalizm, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım ve sosyal güvenlik gibi temel hakları piyasaya terk etti. Yurttaş artık eğitimini, sağlığını, yaşlılığını “krediyle” satın alan bir müşteriye dönüştü. Emekçinin artık çalışmadığı her gün, “verimlilik kaybı” olarak kodlandı. Bu nedenle emeklilik, kapitalist çağda “çalışmayan ama hâlâ yaşayan insan” sorununa indirgenmiştir. Oysa Marksizm, bu sorunun yanıtını basitçe verir: Yaşam hakkı, üretkenliğe değil, insan olmaya dayanır. Bir toplum, yaşlılarına, hastalarına, çalışamayacak durumda olanlara insanca bir yaşam sunamıyorsa, o toplum çürümüştür. Kapitalist dünya bugün tam da bu çürümenin içindedir. Emekliler artık birer istatistik, birer “yük” olarak görülüyor; yaşlı nüfus, kapitalist bilançoların eksi hanesine yazılıyor. Bu çürümenin karşısında, kamusal mülkiyeti yeniden tanımlamak zorundayız. Çünkü kamusal mülkiyet, sadece doğal kaynaklar ya da altyapı yatırımlarıyla sınırlı değildir. O, toplumsal emeğin birikimidir. Emekçilerin ürettiği her değer, toplumsal mülkiyetin parçasıdır. Telekom ağlarından otoyollara, barajlardan madenlere kadar her şey, halkın alın terinin ürünüdür. Bu nedenle, bu varlıklardan elde edilen her kazançtan emeklilerin pay alması, adaletin değil, tarihin gereğidir. Kapitalist bir ülkede bir şirket sahibi emekli olup kazancından pay almaya devam ediyorsa, o ülkenin emeklileri de toplumsal üretimden pay almalıdır. Çünkü onlar, o üretimin görünmeyen mimarlarıdır. Elektrik santralleri çalışıyorsa, onu inşa eden işçinin hakkı oradadır. Bir baraj su üretiyorsa, onu yapanın alın teri o suyun moleküllerindedir. İşte emeklilik mücadelesi, bu alın terinin yeniden hak ettiği yere döndürülmesi mücadelesidir. Bugün emeklilere “devletin sırtındaki yük” muamelesi yapılırken, aynı devlet milyarları sermayeye aktarıyor. Kamu-Özel İşbirliği projeleriyle otoyollar, köprüler, havaalanları garantili kâr mekanizmasına dönüştürülüyor. İşte burada kamusal mülkiyetin gaspı en açık haliyle görülür: halkın vergisiyle yapılan altyapı, özel şirketin mülküne devredilir; halk kendi malına geçiş ücreti öder. Emeklilerin payı burada da yok sayılır; çünkü kapitalizm, halkın ortak emeğini bireysel kâra dönüştürmenin sistemidir. Oysa biz, kamusal mülkiyeti yalnızca ekonomik bir düzenleme değil, sınıfsal bir hak olarak tanımlamalıyız. Yurttaşların eşitliği yalnızca yasalar önünde değil, üretimden pay alma hakkında da geçerli olmalıdır. Bu bağlamda, onurlu yaşam hakkı, barınma, beslenme, sağlık, eğitim, istihdam ve sosyal güvenlik gibi tüm haklar, kamusal mülkiyetin doğal uzantısıdır. Çünkü bu hakların finansmanı, halkın ürettiği değerden karşılanır. Devletin görevi, bu ortak zenginliği adil biçimde yeniden dağıtmaktır — sermayeye aktarmak değil. Bugün Türkiye’de ve dünyada yaşanan şey, emeğin bu hakkının sistematik biçimde gasp edilmesidir. Kamusal mülkiyet, bir avuç sermaye grubunun eline geçmiş, emekçi halk “müşteri” statüsüne indirgenmiştir. Oysa emeklilik mücadelesi, bu gaspa karşı verilen sınıf mücadelesinin en insani biçimidir. Çünkü emeklilik, insanın ömrü boyunca verdiği emeğin karşılığıdır. Ve bu karşılık, yalnızca bir maaş değil; emeğin toplumsal onurunun iadesidir. Bu nedenle emeklilik hakkı mücadelesi, üretim araçlarının kamusal kontrolü mücadelesiyle birleşmelidir. Çünkü bir toplumda emekli huzurlu değilse, o toplumda üretim ilişkileri adil değildir. Bir toplumda yaşlı yoksulsa, o toplumda sermaye zengindir. Çözüm, bu diyalektiği tersine çevirmektir: emekçinin, kendi yarattığı zenginlik üzerinde yeniden söz sahibi olması. Bu da ancak örgütlü bir siyasal irade, sınıf bilinci ve devrimci bir dönüşümle mümkündür. Kamusal mülkiyet, “devlet mülkiyeti” değildir; halkın ortak mülkiyetidir. Dolayısıyla emeklilik mücadelesi, yalnızca ekonomik bir talep değil, toplumsal mülkiyetin yeniden kamulaştırılması çağrısıdır. Bu çağrı, hem geçmişin emeğine hem geleceğin onuruna sahip çıkma çağrısıdır.
Tarih bize şunu öğretmiştir: hiçbir hak, kendiliğinden verilmez. Emeklilik de tıpkı sekiz saatlik işgünü, sendikal hak, ücretli izin gibi, mücadeleyle kazanılmış bir haktır. Bu hakkın bugün gasp edilmesi, sınıf mücadelesinin geri çekilişinin sonucudur. Kapitalizm, örgütsüz emekçiyi her zaman kolay hedef olarak görür. Ama tarih aynı zamanda gösterir ki, hiçbir sömürü düzeni sonsuza kadar sürmez. Çünkü her krizin içinde, onun yıkım tohumları saklıdır. Bugün dünya genelinde emekliler yeniden ayağa kalkıyor. Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine karşı milyonlar sokağa döküldü. Kadınlar, gençler, emekliler, sağlık çalışanları kol kola yürüdü; “Mezarda emeklilik istemiyoruz!” sloganı Paris sokaklarında yankılandı. Arjantin’de emekliler hükümetin IMF politikalarına karşı her hafta sokak gösterileri düzenliyor. Şili’de bireysel emeklilik sistemine karşı milyonlar “NO+AFP” pankartlarıyla yürüdü; “Fon değil, hak istiyoruz!” dediler. Bu direnişlerin ortak noktası, aynı sınıfsal bilinci taşımasıdır: emeklilik bireysel bir mesele değil, toplumsal bir haktır. Türkiye’de de bu kıvılcım yavaş ama kararlı biçimde yanıyor. EYT hareketi, uzun yıllar boyunca susturulmuş bir kuşağın yeniden söz almasının simgesiydi. Onlara “imkânsız” dediler, “bütçe kaldırmaz” dediler, “sistem çöker” dediler. Ama örgütlendiler, seslerini birleştirdiler, geri adım attırdılar. O gün, sadece birkaç yüz bin kişi değil, milyonlarca emekçi kendi gücünü yeniden hatırladı. Bu mücadele, bir hak arayışının ötesinde bir hafıza uyanışıydı: “Biz bu ülkeyi kuran, bu sistemi ayakta tutan sınıfız.” Bugün Türkiye’nin dört bir yanında emekliler sokakta. Her ay maaşlarına yapılan göstermelik zamlarla değil, insanca yaşamak istiyorlar. Emekli mitinglerinde, sendika toplantılarında, sosyal medya kampanyalarında yükselen ses, artık sessizliğin yerini alıyor. “Aç değiliz, öfkeliyiz!” diyen emekli, artık kaderine razı olmuyor. Çünkü açlık bir durumdur, ama öfke bir süreçtir; örgütlenmenin, dayanışmanın, kolektif bilincin başlangıcıdır. Fakat bu mücadele, sadece emekli maaşına sıkışmamalıdır. Emeklilik, bir toplumun adalet aynasıdır. Bir ülkede yaşlılar yoksulsa, o ülkede sınıf adaleti çökmüştür. Emeklilerin mücadelesi, işçilerin, memurların, gençlerin, kadınların mücadelesinden ayrı düşünülemez. Çünkü kapitalizm tüm yaşamı kuşatan bir sömürü sistemidir. Genç işçi bugün emekli olamayacağını biliyorsa, onun geleceksizliği ile bugünkü emeklinin yoksulluğu aynı zincirin halkalarıdır. O halde, yeni bir emeklilik mücadelesi yalnızca “maaş” talebiyle değil, yeni bir toplumsal düzen talebiyle yürütülmelidir. Bu düzenin temeli, kamusal mülkiyet, üretim araçlarının toplumsal denetimi ve eşit bölüşüm ilkesidir. Çünkü emeklilik hakkı, kapitalizmin lütfu değil, sosyalizmin tarihsel vaadidir. Ancak üretim araçları toplumun denetimine geçtiğinde, emeklilik gerçek anlamda güvenceli ve onurlu bir yaşama dönüşebilir. Sosyalizmin kurucu deneyimleri bize bunu göstermiştir. Sovyetler Birliği’nde emeklilik hakkı, bireysel prim sistemine değil, toplumsal dayanışmaya dayanıyordu. Herkes, üretime katkısına göre çalışıyor; ihtiyacına göre yaşıyordu. Eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım ücretsizdi; yaşlılar toplumun kenarına itilmez, deneyimleriyle yeni kuşaklara aktarılırdı. Bugün bu sistemleri kötülemek için “verimsizlik” bahanesi öne sürenler, aslında o sistemlerin sınıfsal adaletini gizlemeye çalışıyorlar. Oysa orada yaşlılık, bir “maliyet” değil, toplumsal onur meselesiydi. Kapitalizm, yaşlılığı yalnızlaştırır. Sosyalizm, yaşlılığı onurlandırır. Kapitalizm, emekliliği borçlandırır. Sosyalizm, emekliliği özgürleştirir. Kapitalizm, insanı ömrü boyunca çalışmaya mahkûm eder. Sosyalizm, çalışmanın sonucunu yaşam hakkına dönüştürür. Türkiye’de bu ideolojik ayrım bugün her zamankinden daha belirgin hale gelmiştir. Sermaye sınıfı, yaşlıları sadaka politikalarıyla susturmak isterken, emekliler örgütlü bir sınıf gücü haline gelmedikçe bu düzen değişmeyecektir. Artık “sabır” dönemi bitmiştir. Emekliler, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de sınıf güvencesidir. Çünkü onlar, bir ömrün birikimini, bir sınıfın tarihini taşır. Bugün Türkiye’nin her kentinde, sendikalardan bağımsız, taban örgütlenmeleriyle birleşen emekli meclisleri kurulmalıdır. Bu meclisler, yalnızca maaş talepleriyle değil, kamusal sağlık, barınma, ulaşım, enerji, ilaç, bakım hizmetleri gibi tüm sosyal haklar için mücadele etmelidir. Emeklilik, toplumsal refahın değil, sınıfsal adaletin göstergesidir. Ve bu mücadele yalnızca ulusal değil, uluslararası bir mücadeledir. Çünkü kapitalizm küresel bir sistemdir; dolayısıyla ona karşı verilecek mücadele de enternasyonalist olmalıdır. Dünya emekçileri, emeklileri, yaşlıları ve gençleri aynı zincirin halkalarıdır. Bugün Paris’te sokakta yürüyen emekliyle, Ankara’da mitingde bağıran emeklinin talebi ortaktır: “Emeğin hakkı, yaşamın onuru!” Kapitalizm, insanın ömrünü bile metalaştırdı. Doğduğunda borçlusun, yaşarken borçlusun, öldüğünde bile borçlusun. Ama devrimci bilinç, bu borç zincirini kırmanın adıdır. Emeklilerin mücadelesi, yalnızca “yaşamak” değil, insanca yaşamak mücadelesidir. Bu mücadele, sessiz bir talep değil, tarihsel bir çağrıdır: “Biz bu düzenin artıklarına razı olmayacağız. Biz, emeğin iktidarını, insanın onurunu, dayanışmanın gücünü istiyoruz.” Emeklilik, kapitalizmin son durağı değil, sosyalizmin başlangıç noktasıdır. Çünkü insan, ancak emeğinin karşılığını tam anlamıyla aldığında, özgür bir yaşamın kapısını aralayabilir. Bu nedenle çağrımız açıktır: Tüm emekliler, tüm emekçiler, tüm gençler birleşin. Sömürüye, yoksulluğa, aşağılanmaya karşı; Onurlu yaşam, kamusal mülkiyet ve sınıfsız bir toplum için, Birlik olun, örgütlenin, direnin. Çünkü hak, mücadeleyle alınır; gelecek, direnenlerin ellerindedir.