Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

KADIN SORUNU

Kadın meselesi denince, burjuva ideolojisinin sisleri içinde kaybolmuş sayısız “köken” tartışması yeniden hortlar. Kimileri, kadının ezilişini biyolojinin yazgısına bağlar; kimileri tarih dışı “kadınlık” özleri uydurarak toplumsal ilişkileri unutturur. Oysa Marksist yöntem, bu tartışmayı metafiziğin dar sokaklarından kurtarır; sorunu tarihsel bir sürecin, üretim ilişkilerinin diyalektik gelişimi içinde kavrar. Sorun, “Kadın nasıl ezildi?” değil, “Ezilme nasıl üretildi?” sorusudur. Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri, bu tartışmanın tarihsel mihenk taşıdır. Engels, kadınla erkeğin tarihsel eşitsizliğini ilk sınıf çelişkisi olarak teşhis eder; işbölümünün ve mülkiyetin doğuşunu, kadın bedeninin tarihsel kaderini belirleyen ekonomik devrimle ilişkilendirir. Bu yaklaşım, modern feminizmin çoğuna yön veren soyut “kadınlık deneyimi” iddialarından farklıdır. Çünkü Engels’e göre mesele ne doğanın kadına biçtiği rol ne de kültürün dayattığı semboller değil; üretimin ve yeniden üretimin örgütleniş biçimidir. Bugün hâlâ kimi çevreler, Marksizmin “eksik kaldığını” söyler. Onlara göre kadın sorunu, sınıf mücadelesinin dışına taşan, “kendine özgü yasaları” olan bir olgudur. Bu iddia, özünde tarih dışı bir “kadın ezilmesi” efsanesini sürdürür. Oysa Marksist analiz, ezilmeyi doğallaştırmaz; tam tersine, onu tarihsel bir ilişki olarak çözümler. Kadının ezilmesi, tıpkı sınıf ilişkileri gibi, belirli üretim tarzlarının maddi koşullarında şekillenmiştir. İlkel topluluklarda cinsiyetler arası işbölümü, henüz sömürü anlamına gelmiyordu. Kadın ve erkek, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti altında, topluluğun ortak yaşamı için farklı roller üstleniyorlardı. Fakat tarıma geçişle birlikte doğanın, emeğin ve mülkiyetin dengesi değişti. Toprak, ürün, hayvan sürüleri “ait olunan” nesneler haline geldiğinde, kadın da üretim araçlarıyla birlikte ait olunan bir nesneye dönüştü. Bu noktada biyolojik farklar belirleyici değil, ancak dayanak noktası oldu. Kadının doğurganlığı, üretimin yeniden üretim ayağında kullanılabilecek bir “doğal kaynak” gibi algılandı. Erkek, biriktirdiği serveti ve mülkü kendi soyuna devretmek istediğinde, kadın bedeni mülkiyet zincirine bağlandı. Böylece “aile” denilen ekonomik birim doğdu — ve bu birim, tarihin ilk küçük ölçekli sınıf sistemiydi. Anasoylu toplulukların varlığı, antropolojide tartışmalı bir konu olsa da, asıl önemli olan şu gerçektir: Mülkiyetin ve işbölümünün gelişimiyle birlikte kadın toplumsal üretimden dışlanmış, yeniden üretimin mahkûmu haline gelmiştir. Bu, insanlık tarihindeki ilk büyük karşı-devrimdir. O günden bugüne, coğrafyalar ve üretim biçimleri değişti ama öz aynı kaldı: Kadın emeği, tarih boyunca hem gerekli hem görünmez kılındı. Mülkiyetin şekli kölelikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme evrildikçe, kadının toplumsal rolü de her defasında yeniden tanımlandı; ama hep aynı mantıkla: Kadın üretir, erkek mülk edinir. Kadın-erkek işbölümü, bir doğa yasası değil, tarihsel bir tahakküm yasasıdır. Engels’in tespitiyle, “ilk sınıf çatışması erkekle kadın arasındaki karşıtlıktır.” Kadının ezilmesi, yalnızca bireysel sömürü değil, toplumsal yeniden üretimin kurucu mekanizmasıdır. Bu nedenle kadın sorunu, herhangi bir “eşitlik” ya da “hak” meselesi değil, üretim ilişkilerinin kendisiyle ilgilidir. İlkel toplulukların çözülmesiyle birlikte, ailenin ekonomik birim olarak doğuşu, yeni bir çağın başlangıcıdır. Mülkiyet erkeklerin elinde toplandıkça, soy bağı anadan babaya geçti; kadın, üretimden koparıldı ve “ahlaki”, “dinsel”, “doğal” gerekçelerle evin duvarları arasına hapsedildi. Kadın artık bir işçi değil, “aile emeğinin” adıydı. Bu dönüşüm, yalnızca cinsiyetler arası değil, aynı zamanda tarihin ilk sınıfsal işbölümünü de yarattı.

Feodalizme kadar gelen süreçte aile, bir sevgi ya da soy birliği değil, üretim birimidir. Tarlada, atölyede, evde harcanan her emek, efendinin mülkü haline gelir. Kadının statüsü, artık insan olarak değil, mülkiyetin içindeki işlev olarak tanımlanır. Kadın, üretim aracı olmaktan çıkmaz; yalnızca mülkiyetin yan ürünü haline gelir. Engels’in tanımladığı “patriyarkal aile” formu, sınıflı toplumun en küçük hücresidir: efendi, köle, çocuk ve kadın, hepsi ataerkil iktidarın hiyerarşisinde yer alır. Ailenin kökeni, sevgi ya da içgüdü değil, emek sömürüsünün ve miras düzeninin ihtiyaçlarıdır. Kadın, mirasın meşruiyetini sağlamak için “tek eşli” olmalıydı; böylece erkek, miras bırakacağı soyun kontrolünü elinde tutabilecekti. Tarih boyunca her üretim tarzı, bir öncekinin kalıntılarını taşır. Köleci toplumun zincirleri, feodalizmin kollarında yeniden örülür; feodalizmin kalıpları, kapitalizmin çekirdek hücrelerine sızar. Kadın emeği de bu tarihsel sürekliliğin en eski kalıntısıdır: üretimden dışlanarak, yeniden üretimin görünmez yükünü taşımaya mahkûm edilmiştir. Feodal dönemde kadın, kölelikten özgürleşmemiştir; yalnızca köleliğin biçimi değişmiştir. Efendinin malı olmaktan çıkmış ama hâlâ erkeğin hanesinin malıdır. Üretimin toplumsal karakteri gelişmeden, kadının özgürleşmesi de mümkün değildir. Çünkü ezilmenin kaynağı, bireysel iradeler değil, toplumsal üretim ilişkilerinin yapısıdır. Burada anahtar kavram, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. İnsan toplumu, yalnızca ihtiyaçları üreterek değil, aynı zamanda kendi varlığını —yani insan soyunu— yeniden üreterek var olur. Kadın emeği bu ikili üretimin tam ortasında yer alır. Ancak tarih boyunca bu üretim, erkek egemen mülkiyet biçimlerinin gölgesinde, görünmez kılınmıştır. İşte kadın sorununun kökeni tam da buradadır: Kadının toplumsal üretimden dışlanması, onun yeniden üretimin kölesi haline getirilmesidir. Kadın, toplumsal işbölümünün dışında değil, tam merkezinde ama görünmez biçimde konumlanmıştır. Bu görünmezlik, en kalıcı ideolojik zincirdir.

Feodal zincirlerin çözülmesiyle, üretim süreci yeni bir aşamaya girdi: Kapitalizm. Sanayi devrimi, yalnızca makineleri değil, aynı zamanda sömürünün en rafine biçimini doğurdu. Üretim araçlarının mülkiyeti bir avuç burjuvazinin elinde toplandığında, milyonlarca emekçi, artık kendi yaşamını ancak emeğini satarak sürdürebilen bir sınıf haline geldi. Ama bu yeni düzen, kadının zincirlerini kırmadı — yalnızca onları daha da derinleştirdi. Kapitalizm, feodal üretim biçiminin bağrında doğarken, erkek kölelikten ve serflikten görece kurtuldu; ancak kadın, hâlâ “evin kölesi” olarak kaldı. Kapitalist toplum, geçmişin tortularını içinde taşır. Ev içi kölelik, modern üretimin görünmeyen bir parçası haline geldi. Kadın artık üretimin dışında değil, üretimin ucuz emeği olarak yeniden tanımlandı.  Makinalaşmanın yaygınlaşmasıyla, kapitalizm emek gücünü parçalayarak cinsiyetler üzerinden yeniden örgütledi. Kadınlar ve çocuklar, en düşük ücretli, en vasıfsız işlerde çalıştırıldı; çünkü sermaye, en kolay sömürebileceği bedeni seçer. Buharlı tezgâhların, iplik makinelerinin başında on iki-on altı saat çalışan kadın işçiler, kapitalizmin ilk “görünmez ordusu” oldular. Bu dönemde aile, artık üretim birimi olmaktan çıktı. Ev, üretimin değil, yeniden üretimin merkezi haline geldi. Kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlasa da, evdeki yükleri azalmadı; tersine arttı. Sermaye, kadının iki kat sömürülmesini sistematik hale getirdi: bir yandan ücretli işçi olarak, diğer yandan ücretsiz ev işçisi olarak. Böylece aile, kapitalist düzenin en küçük ideolojik ve ekonomik birimi olarak yeniden kuruldu. Kapitalizm, görünürde kadını üretime dahil etti; gerçekte ise onu yeniden üretimin taşıyıcısı haline getirdi. Ev artık yalnızca barınma yeri değil, sermaye için emek gücünün bakımı ve yeniden üretim merkezidir. Kadın, kocasının ve çocuklarının bakımını üstlenerek, dolaylı biçimde sermayenin maliyetini azaltır. Ücretli emek ile ücretsiz ev emeği arasındaki bu diyalektik ilişki, kapitalizmin en kurnaz çarklarından biridir. Engels’in ifadesiyle: “Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre biçimidir; burada uzlaşmaz karşıtlıklar en çıplak haliyle görülür.” Kapitalist toplum, bu karşıtlığı aile içinde yeniden üretir. Kadının emeği, değer yaratım sürecinde hesaba katılmaz; ama sermaye birikiminin sürekliliği tam da bu görünmez emekle sağlanır. Kadının mutfakta, çamaşırda, çocuk bakımında harcadığı saatler, sermayenin tasarruf kalemidir. Kapitalizm, bu sömürüyü “sevgi”, “annelik”, “kadınlık görevi” maskeleriyle süsler. Bu maskeler, ideolojinin en kurnaz biçimidir: emek sömürüsünü duygusal bir görev gibi gösterir. Ailenin bu yeni biçimi, kapitalist devletin ideolojik aygıtlarıyla (din, eğitim, medya) kutsanır. Kadının yeri “yuva” olarak çizilir; o yuvanın sınırları, kadının sınıf bilincinin hapishanesidir. Fakat aynı süreçte, kapitalist üretim kadınları zorunlu olarak fabrikalara, bürolara, tarlalara iter; kadınlar toplumsal üretime girdikçe, bu hapishanenin duvarları da çatlamaya başlar. Sanayi toplumunun kadın işçileri, kapitalizmin hem kurbanı hem de potansiyel celladıdır. Kadının fabrika tezgâhında biriktirdiği öfke, evde biriken yorgunlukla birleştiğinde, sınıf mücadelesinin en yakıcı dinamiklerinden biri haline gelir. Çünkü kadın, hem üretimde sömürülür, hem evde yeniden üretimin sorumluluğunu taşır. Bu ikili yük, onu sınıfın en fazla zincirlenmiş, ama aynı zamanda en fazla patlama potansiyeline sahip kesimi haline getirir. Kapitalizm, aileyi ortadan kaldırmamış; tersine, onu kendi devamı için yeniden biçimlendirmiştir. Burjuvazi için aile, yalnızca “ahlaki bir kurum” değil, ideolojik bir sigortadır. Sermaye, ailenin varlığını, ucuz işgücünün sürekliliğini sağlamak için korur. Kadınlar, evin içinde görünmez işçiler; erkekler, üretimin dış cephesinde “geçim sağlayanlar” olarak konumlanır. Böylece sistem, sömürüyü yalnızca fabrikada değil, evin duvarları arasında da yeniden üretir. Ev, kapitalizmin küçük bir laboratuvarıdır: burada hem ideoloji hem emek disiplini hem de hiyerarşi içselleştirilir. Burjuva aile, sermayenin mikro ölçekteki prototipidir — içinde efendi, üretici ve tüketici rollerinin minyatür bir modeli yaşar. Kadınların üretime katılımı arttıkça, erkek işçilerin ücretleri aşağı çekilir. Kadın ve çocuk emeği, sermayenin yedek ordusu haline gelir. Kapitalizmin “eşitlik” vaadi, bu şekilde bir aldatmacaya dönüşür: kadınlar fabrikada yer buldukça, emek ucuzlar; evde kaldıkça, sömürü devam eder. Bu ikili tuzak, kadın sorununun kapitalizm altında çözülemeyeceğini apaçık gösterir. Kapitalizm, kadın emeğini hem üretim içinde hem üretim dışında sömürür; çünkü onun için kadın ne insan ne yurttaş ne de özne değildir — yalnızca artı değerin bir kaynağıdır. Bu düzen, kadınlara eşitlik değil, çifte zincir vaat eder: biri ekonomik, diğeri ideolojik. Ve bu zincir, yalnızca devrimle kırılabilir.

Burjuva çağının vicdanı körleşmişti. Fransız Devrimi’nin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, kadını kardeşlik dışında tutmuştu. Kadın, devrim meydanlarında idam sehpasına çıkabiliyor ama kürsüye çıkamıyordu. Burjuvazi, eşitliği yalnızca mülkiyet sahibi erkekler için istemişti. İşte tam bu tarihsel momentte, kadın meselesini kurtuluşun bir parçası değil, onun kalbinde gören ilk düşünce akımı doğdu: Marksizm. Marx ve Engels, kadın sorununu romantik bir “eşitlik” talebine indirgemediler. Onlar meseleyi, insanlığın tarihsel gelişiminin yasaları içinde, sınıf ilişkilerinin bir uzantısı olarak kavradılar. Kadının ezilmesi, özel mülkiyetin ve sınıf tahakkümünün ilk biçimidir; dolayısıyla kadının kurtuluşu, yalnızca sınıfsız bir toplumun inşasıyla mümkündür. Bu noktada Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri, yalnızca antropolojik bir inceleme değil, devrimci bir manifestodur. Engels, Morgan’ın araştırmalarını Marx’ın etnoloji defterleriyle birleştirerek, insanlığın evrimi boyunca cinsiyetler arası ilişkilerin ekonomik temellerini ortaya koydu.
Onun şu satırları hâlâ yankılanır: “İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan işbölümüdür. Tarihteki ilk sınıf çatışması, karı-koca evliliği içinde gelişen uzlaşmaz karşıtlıktır. Ve ilk sınıf baskısı, dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla başlar.” Bu söz, tarihsel materyalizmin kadın sorununa dair en keskin ifadesidir: Kadın ezilmişliğinin kökeni, doğada değil, üretim tarzında aranmalıdır. Engels, köleliğin, özel mülkiyetin ve devletin aynı tarihsel süreçte ortaya çıktığını gösterdi. Kadın, bu sürecin ilk mağdurudur çünkü mülkiyetin soy yoluyla aktarımı, kadını “nesne” haline getirerek mirasın garantisi yaptı. Kadının bedeni, mülkün sigortasıydı. Böylece kadının tarihsel rolü, doğurmakla sınırlı bir yeniden üretim işlevine hapsedildi. Ancak Marksizm yalnızca tarihin bu karanlık sayfasını teşhir etmedi; aynı zamanda onun devrimci aşılma imkânını da gösterdi. Marx’ın diyalektik yöntemi, kadının kurtuluşunu ahlaki bir arzu değil, tarihsel zorunluluk haline getirir. Çünkü üretici güçler geliştikçe, üretim ilişkilerinin kalıpları çatlamaya başlar. Kadınların üretim sürecine yeniden dahil olması, kapitalizmin bağrında kendi mezar kazıcılarını yaratır. Marx’ın mektubunda yazdığı o ünlü cümle, kadının devrimdeki yerini mühürler:“Tarihten az buçuk haberi olan herkes bilir ki, kadınlık mayası çalınmadan hiçbir büyük toplumsal devrim mümkün değildir.” Bu, kadınların “yardımcı” değil, devrimin asli öznesi olduğunu ilan eden bir çağrıdır. Ütopik sosyalistler —Fourier, Owen, Saint-Simon, Flora Tristan— kadın özgürlüğü düşüncesini ilk dile getirenlerdi. Fourier, “Toplumun ilerlemesi, kadınların özgürlüğüyle ölçülür” diyordu. Ama onların idealleri, üretim ilişkilerinin diyalektiğini kavrayamadığı için ütopyada kaldı. Kadının özgürlüğü, yalnızca sınıfsız bir toplumda, emeğin insanı yabancılaştırmadığı bir düzende mümkündü. Bu gerçeği, Marx ve Engels bilimin soğukkanlılığıyla, ama devrimci öfkenin sıcaklığıyla yazdılar. Marksizmin kadın sorununa getirdiği bir diğer devrim, yöntemtir. Tarihsel materyalizm, kadının ezilmesini biyolojiyle değil, toplumsal ilişkiler bütünlüğüyle açıklar. “İnsan özü, tek tek bireylerin doğasında bulunan bir soyutlama değildir; toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” Bu, kadın doğasının da tarihsel olduğunun ilanıdır. Kadın ne ebedi kurbandır, ne de sonsuz ana. Kadın, değişen üretim biçimlerinin ürünü ve dönüştürücüsüdür. Marx’ın “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı yapıtı, kadının kapitalist üretim içindeki konumunu çıplak biçimde sergiler. Kadınlar fabrikalarda çalışır, çocuklar sabahın karanlığında tezgâh başına geçer; aile, bu yeni sömürü biçimi altında parçalanır. Ama Marx’ın fark ettiği bir başka şey vardır: Bu parçalanma, aynı zamanda devrimci bir potansiyel doğurur. Kadın artık evin duvarları arasında değil, üretim sürecinin kalbinde sömürülmektedir. Dolayısıyla kurtuluş da üretimin kalbinden, yani emekten doğacaktır. Marx ve Engels, kadın emeğini yalnızca ekonomik düzlemde değil, ideolojik düzlemde de incelediler. Burjuva aile yapısının kadın üzerinde kurduğu “ahlak” terörü, burjuvazinin kendi mülkiyet ilişkilerini koruma aracıdır. Komünist Manifesto’daki şu cümle, hâlâ burjuva dünyasının suratına atılmış bir tokattır: “Burjuva, karısını yalnızca bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşalığını duyunca, bunun kadınlara da uygulanacağını sanır. Oysa biz, kadını üretim aracı olmaktan kurtarmaktan söz ediyoruz.” Marksizmin kurucuları, kadını kurtuluşun süsü değil, devrimin taşıyıcısı olarak gördüler. Paris Komünü’nde barikatlara çıkan kadınlar, bu teorinin canlı kanıtıydı. Engels, onların mücadelesini şöyle betimler: “Çalışan, düşünen, savaşan, kanayan, yeni bir toplumu hazırlayan Paris’in kadınları — tarihin en yüce sayfasına adlarını yazdırdılar.” Bu kadınlar, Marx’ın sözünü ettiği kadınlık mayasının gerçek somutluğudur. Ve onların eylemi, Marksizmin kadın sorunundaki özünü özetler: Kurtuluş, ancak devrimle mümkündür; reformlarla değil. Marksizm, kadının özgürlüğünü bir “kadın meselesi” olarak değil, insanlığın kurtuluşunun parçası olarak tanımlar. Kadın, sınıf mücadelesinin dışında bir kimlik değil, onun en dinamik bileşenidir. Çünkü kadın, emeğin hem üretici hem yeniden üretici unsurudur; bu nedenle onun zincirleri, sınıfın zincirleriyle aynı madenden dövülmüştür. Kadın özgürleştiğinde, insan emeği de özgürleşir. Engels, köken tartışmasını kapatırken bir vasiyet bırakır gibidir: “Her ilerleme, bir gerilemeyi de beraberinde getirir. Karı-koca evliliği, uygarlığın hem zaferi hem ilk yenilgisidir.” O halde devrim, bu tarihsel çelişkinin nihai çözümüdür. Kadın, tarihin ilk kölesidir; ama aynı zamanda tarihin son zincirini kıracak olan da odur.

Kadının ezilmişliğini anlamak, yalnızca tarih öncesine değil, emek sürecinin kalbine inmeyi gerektirir. Çünkü kadın bedeni, kapitalist üretim sürecinin hem dışında hem merkezindedir: görünmezdir ama zorunludur; ücretsizdir ama sermaye birikiminin temelidir. Bu çelişkiyi kavramak, Marksizmin emek teorisini cinsiyetli bir perspektifle yeniden okumayı gerektirir — ama feminist idealizme düşmeden, tarihsel materyalizmin silahını elden bırakmadan. Marksizm bize şunu öğretir: Toplumun belirleyeni, “son kertede”, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Engels, bunu iki yönüyle tanımlar: Birincisi, yaşam araçlarının üretimi — yiyecek, barınak, giysi, aletler. İkincisi, insan türünün üretimi — yani neslin devamı. İşte kadın emeği, bu ikinci alanın taşıyıcısıdır. Ama kapitalizm, bu emeği sistematik olarak görünmez kılar. Kapitalist üretim, emek gücünü pazarda alınıp satılan bir metaya dönüştürür. Fakat bu emek gücü, her sabah fabrikaya kendiliğinden gelmez. Onu besleyen, büyüten, yeniden üreten bir mekanizma vardır: ev. Ve bu evin motoru kadındır. Kadının evde harcadığı emek, sermayeye hiçbir maliyet getirmeden işgücünü yeniden üretir; böylece kapitalizmin görünmez bir dayanağı haline gelir. Bu yüzden kapitalizm, ev emeğini ortadan kaldırmaz; tersine, sürdürür. Çünkü ücretsiz bir yeniden üretim mekanizması kadar kârlı hiçbir sistem yoktur. Fakat Marksist teori, bu görünmez emeği kapitalist üretim ilişkilerinin içine zorla yerleştirmeye çalışan feminist tezlerin tuzağına düşmez. Ev emeği, elbette sermaye birikimiyle dolaylı bağlara sahiptir; ancak bu bağ, artı-değerin doğrudan üretimi değildir. Kadının evde yaptığı iş, piyasa için değil, işçinin yeniden üretimi içindir; dolayısıyla üretken emek değil, yeniden üretim emeğidir. Ama bu, onun önemsiz olduğu anlamına gelmez — aksine, sermayenin en sinsi sömürü mekanizmasını oluşturur. Kapitalizm, kadının evdeki ücretsiz emeği sayesinde işçinin ücretini düşük tutar. Kadın, üretim zincirinin görünmez halkasıdır. Bazı sosyalist feministler, bu çelişkiyi düzeltmek için kadının evdeki emeğine ücret ödenmesini savundular. “Ev emeği artı-değer yaratır, dolayısıyla ücretlendirilmelidir” dediler. Ama bu tez, devrimci değil reformcudur; çünkü ev emeğine ücret vermek, kadının ev köleliğini ortadan kaldırmaz, sadece kurumsallaştırır. Kadının özgürlüğü, “ücretli köleliğe” terfi ederek değil, bu emeğin toplumsallaştırılmasıyla mümkündür. Ev işleri, çocuk ve yaşlı bakımı, temizlik, yemek, bakım emeği — tümü toplumsal hizmet alanlarına dönüştürülmedikçe kadın kurtulamaz. Sosyalizm, bu emeği bireysel görev olmaktan çıkarıp kamusal sorumluluk haline getirmek zorundadır. Kapitalizmin kadın emeğini sömürme biçimi ikilidir: Bir yandan kadın, ücretli işçi olarak fabrikada, büroda, atölyede artı-değer üretir; öte yandan evde, yeniden üretim işleviyle sermayenin masraflarını sıfıra indirir. Bu ikili yük, kadının omzundaki zinciri iki kat ağırlaştırır. O yüzden kapitalizm, kadının ne tamamen üretim dışına itilmesine ne de tamamen içine alınmasına izin verir. Sermaye, kadını hep iki arada tutar: hem üretici, hem yeniden üretici; hem ücretli, hem ücretsiz. Kadınların üretim ilişkilerindeki bu konumu, onların devrimci potansiyelinin kaynağıdır. Kadın, hem üretim sürecinin hem de yaşamın yeniden üretiminin taşıyıcısı olduğu için, onun isyanı toplumsal dokunun tamamını sarsar. Bir fabrikanın grevi, üretimi durdurur; ama bir kadının grevi, yaşamın kendisini durdurur. Sosyalist feminizmin bir kısmı, Marksizmin bu çerçevesini genişletmeye çalışarak patriyarkayı bağımsız bir sömürü sistemi olarak ele aldı. Onlara göre kadın ezilmişliği, kapitalizmden daha kadim bir sistemin ürünüdür. Ancak bu görüş, tarihsel materyalizmi bulanıklaştırır. Kadının ezilmişliği, patriyarkal ilişkiler biçimiyle var olur; fakat bu ilişkiler, sınıf ilişkilerinden bağımsız değildir. Patriyarka, kapitalizmin öncesinde vardır ama kapitalizm tarafından yeniden üretilir ve sistemleştirilir. Dolayısıyla patriyarkayı sınıf mücadelesinden ayırmak, ideolojik bir hatadır. Patriyarka kapitalizmin ideolojik üstyapısına kök salmıştır; onu yıkmanın yolu, üretim ilişkilerini devrimci biçimde dönüştürmektir. Rosa Luxemburg, kadın emeğini değerlendirirken bu noktayı keskin bir şekilde ifade eder: “Proletaryanın kadınları, toplum açısından en az erkekler kadar üretici bir faaliyetin içindedirler. Ama ev içindeki çalışmaları, üretim süreci açısından üretici değildir; yalnızca proleterin özel işidir — ve bu yüzden toplum açısından boşa harcanmıştır.Luxemburg’un bu sözü, bir acı gerçeği anlatır: kapitalizm, kadının emeğini hem sömürür hem de değersizleştirir. Kadın emeği olmadan toplum çöker; ama kapitalizm, kadının emeğini saymaz, çünkü o emeğin değeri, para ile ölçülmez. Bu, insan emeğinin tarihsel yabancılaşmasının en çıplak halidir. Bazı feminist teoriler, erkek işçilerin kadın emeğinden “yarar sağladığını” ileri sürdüler. Bu, işçi sınıfı içinde cinsiyet temelli düşmanlık tohumları eken tehlikeli bir yanılsamadır. Marksist yaklaşım, bu argümanı reddeder: erkek işçi de, tıpkı kadın işçi gibi, sermaye tarafından sömürülür. Kadının evdeki emeğinden çıkar sağlayan erkek birey değil, kapitalist sınıftır. Çünkü sermaye, bu emek sayesinde işgücü maliyetini düşürür. Kadınla erkek arasındaki eşitsizlik, işçi sınıfını bölmek için kullanılır; bu bölünmüşlük, sermayenin en eski ve en etkili silahıdır. Cinsiyetçilik, ırkçılık, milliyetçilik — hepsi aynı işlevi görür: sınıf bilincini parçalamak. O yüzden Marksizm, kadın sorununa “kadınların erkeklere karşı mücadelesi” olarak değil, kadın ve erkek emekçilerin sermayeye karşı mücadelesi olarak bakar. Kadınların kurtuluşu, erkeklerin yenilgisiyle değil, sermayenin yenilgisiyle mümkündür. Kadın, erkek, siyah, beyaz, yerli ya da göçmen — tüm emekçiler aynı zincirin farklı halkalarıdır. Ve o zinciri kırmanın yolu, tek tek halkaları parlatmak değil, zinciri topyekûn parçalamaktır. Bu yüzden Marksizm, “kimlik” değil “sınıf” üzerine kuruludur. Kimlik siyaseti, parçalanmış öfkeyi sisteme entegre eder; sınıf siyaseti ise o öfkeyi örgütler, yönlendirir ve devrimci iradeye dönüştürür. Kadının kurtuluşu, bireysel yükselişle değil, kolektif dönüşümle gelir. Ev emeğine ücret değil, kamusal toplumsallaşma; eşit ücret değil, sömürünün ilgası; erkek düşmanlığı değil, sınıf dayanışması. İşte devrimci feminizm — Marksist feminizm — budur.

Engels’in o net cümlesi, Marksist kadın teorisinin özüdür: “Kadının kurtuluşu, onun yeniden toplumsal üretime katılmasıyla başlar.” Bu söz, reformculuğun bütün tozlarını savurur. Kadının özgürlüğü ne hukuki bir ayrıcalıkla ne de bireysel bilinç yükselişiyle gerçekleşir. Özgürlük, maddi temelin devrimci dönüşümüyle mümkündür. Kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe, kadın her zaman iki kere sömürülecektir: hem ücretli emekçi olarak üretimde, hem ücretsiz yeniden üretici olarak evde. Sömürünün kökünü kurutmadan eşitlik istemek, zincirin rengine karar vermektir. Sosyalizm, kadının özgürlüğü için tarihsel zorunluluktur; çünkü üretim araçlarının toplumsallaşması, kadını hem ekonomik hem ideolojik zincirlerinden kurtaracak yegâne zemini yaratır. Kadın emeği, ancak toplumsal üretimin doğrudan parçası haline geldiğinde özgürleşir. Ev, bireysel sorumluluk alanı olmaktan çıkar; çocuk bakımı, eğitim, beslenme, sağlık, temizlik gibi işler toplumun ortak görevi olur. Bu, sadece pratik bir dönüşüm değil, ideolojik bir devrimdir. Sovyet deneyimi, bütün çelişkilerine rağmen, bu ideolojik devrimin ilk laboratuvarıdır. Devrimin hemen ardından kadınlar fabrikalara, kolektif üretime, yönetime dahil edildi. Kreşler, yemekhaneler, toplu çamaşırhaneler — ev emeği kamusallaştırıldı. Kadın, “evin hizmetkârı” olmaktan çıkarak, toplumun üretici öznesi haline geldi. Bu, insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir sıçramaydı: ilk kez kadın, yalnızca erkekle değil, doğayla ve emekle de eşit ilişki kurmaya başladı. Ama sosyalizmin inşası kolay bir yürüyüş değildir. Devrim yalnızca iktisadi değil, ideolojik bir yeniden doğuş ister. Yüzyıllardır evin duvarlarına kazınmış ahlakın, dinin, geleneğin tortusu kolay silinmez. Kadın özgürlüğü, yalnızca yasalarla değil, bilinçle, eğitimle, kolektif yaşamın pratikleriyle kazanılır. Bu nedenle Marksizm, kadın mücadelesini devrimden sonraya ertelemez; onu devrimin kendisi haline getirir. Kadın devrime katılmadan, devrim tamamlanamaz. Engels’in dediği gibi: “Kadının kurtuluşu, genel olarak tüm insanlığın kurtuluşunun önkoşuludur.” Kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez; çünkü kadın, yaşamın yeniden üretimidir. Kapitalizm, bu üretimi özel alana hapsettiği için hem emeği hem yaşamı zincirler. Sosyalizm ise bu alanı kamusallaştırır; yaşamı yeniden üretmek, artık kadınların değil toplumun görevidir. İşte gerçek özgürlük budur: insanın yalnızca üretimde değil, yaşamın tüm alanlarında insanlaşması. Bugün postmodern ideolojiler, bu tarihsel hakikati gömmeye çalışıyor. Kadın mücadelesini sınıftan, üretimden, emekten kopararak bireysel kimliklerin sonsuz çeşitliliği içinde boğuyorlar. “Cinsiyet kimliği” tartışmaları, “kapsayıcı dil” politikaları, “temsiliyet” söylemleri — tümü sermayenin yeni ideolojik aygıtları haline geliyor. Çünkü kapitalizm, parçalanmış özneleri sever; birliği değil kimliği, dayanışmayı değil “farklılığı” teşvik eder. Bu sahte çoğulluk, devrimci özün yerine liberal kimlik pazarını geçirir. Postmodernizm, sınıf mücadelesinin yerini “anlatı mücadelesine” bırakarak kadın sorununu politik olmaktan çıkarır. Ama sömürü bir anlatı değildir; somut bir ilişkidir. Açlık, yoksulluk, ev içi kölelik, şiddet — bunlar dil oyunlarıyla değil, iktidar ilişkilerinin yıkımıyla sona erer. Kadınların tarihsel kurtuluşu, tek tek bireylerin bilinciyle değil, örgütlü sınıf mücadelesiyle mümkündür. Kadın işçi, erkek işçiyle omuz omuza, aynı üretim sürecinde aynı düşmana karşı durduğunda, hem patriyarka hem kapitalizm çatırdar. Devrimci kadın hareketi, kimliğe değil sınıfa, bedene değil emeğe, bireye değil kolektife yaslanmalıdır. Kadın kurtuluşu, evin kapısını kırmakla değil, o kapının varlık nedenini ortadan kaldırmakla olur. Ev kadını, proletaryanın ev içindeki yüzüdür. Kadının kurtuluşu, evin toplumun ortak üretim alanına dönüşmesidir. “Evin ölümü”, kadının doğumudur. Gerçek eşitlik, yasa kitaplarında değil, üretim sürecinde yazılır. Kadın, üretimden dışlandığı sürece ne kadar yasa çıkarılırsa çıkarılsın, zincirleri kalır. Sosyalizm bu zinciri, üretim araçlarını toplumsallaştırarak kırar. O andan itibaren kadın artık “yardımcı emek” değil, toplumsal emeğin yarısıdır. Ama sosyalizmde bile ideolojik mücadelenin bitmediği unutulmamalıdır. Eski dünyanın alışkanlıkları, en devrimci yapının içine bile sızar. O yüzden Marksizm, kendini sürekli eleştirir. Kadın özgürlüğü, bir kere kazanılıp bırakılacak bir mevzi değil, sürekli bir devrimdir. Her yeni üretim biçimi, yeni bir ideolojik mücadele biçimini doğurur. Kadının özgürlüğü, tarihin sonu değil, insanlığın yeniden doğuşudur. Sosyalizmde kadın artık evin, erkeğin, ailenin değil — toplumun, insanlığın öznesidir. Kadın emeği artık görünmez değil, toplumun üretici gücüdür. O artık tarihin edilgen nesnesi değil, devrimin bilinçli öznesidir. Ve bu, yalnızca kadının değil, bütün insanlığın kurtuluşunun yoludur.

Kadın sorunu, insanlığın en eski çelişkisidir; ama aynı zamanda en devrimci potansiyelidir. Tarihte ilk köle kadındı; son özgür insan da kadın olacaktır. Bu cümle, bir romantik abartı değil, diyalektik bir zorunluluktur. Çünkü kadın, emeğin hem yaratıcısı hem taşıyıcısıdır. Kadın zincirlerini kırdığında, emek zincirlerini de kırar. Burjuva ideolojisi, kadın sorununu bireysel başarı öyküleriyle örter. “Kadın yönetici”, “kadın girişimci”, “kadın lider” örnekleri, ezilen milyonlarca kadının sırtındaki yükü hafifletmez. Aksine, sömürüyü meşrulaştırır. Kadın patron, erkek patron kadar kapitalisttir; çünkü mesele cinsiyet değil, mülkiyettir. Kadın kurtuluşu, yönetici olmak değil, yönetim biçimini yıkmaktır. O yüzden Marksist kadın mücadelesi, reformlarla değil, devrimle mümkündür. Yasalar, sistemin çitidir; devrim, o çiti kökünden söker. Kadınlar özgürleştiğinde, yalnızca kadınlar değil, bütün insanlık nefes alır. Çünkü insanlık, ancak kadın emeği zincirlerinden kurtulduğunda tam anlamıyla insanlaşır. Kadının kurtuluşu, proletaryanın kurtuluşudur. Ve proletaryanın kurtuluşu, insanlığın kurtuluşudur. Bu zincir, ya hep birlikte kırılacak ya da hiç kırılmayacaktır. Kadınların özgürleşmesi, erkeklerin yenilgisi değil, sermayenin sonudur. Ve o gün geldiğinde tarih, yeni bir cümleyle başlayacak: “Kadınlar zincirlerini kırdılar — dünya yeniden doğdu.”