Yirminci yüzyıl, insanlığın en karanlık yönetim biçimlerinden biriyle, faşizmle tanıştığı çağdır. Bu rejim, kapitalizmin kriz dönemlerinde burjuvazinin kurtuluş aracı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Faşizm, yalnızca bir baskı biçimi değil, kapitalist düzenin çöküşe sürüklendiği anlarda, egemen sınıfın iktidarını yeniden tesis etmek için devreye soktuğu olağanüstü bir devlet biçimidir. Kapitalist sistem, “normal” işleyişinde rızaya dayalı yönetim mekanizmalarıyla sürdürülebilir. Ancak sınıfsal çelişkiler keskinleşip ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler derinleştiğinde bu rıza erozyona uğrar. İşte bu anda burjuvazi, yönetme kabiliyetini sürdürebilmek için baskı aygıtlarını genişletir; otoriter, diktatoryal ve nihayet faşist biçimlere yönelir. Bu yönelim, kapitalizmin kendi varlığını koruma refleksidir. Faşizmin kaynağı ne bir “liderin” kişisel hırslarında, ne de bir ulusun ruhsal sapmalarındadır. Onun doğduğu yer, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yapısal bunalımdır. Bu bunalım, işçi sınıfının yükselen mücadelesiyle birleştiğinde, burjuvazi için korkunun maddi biçimine dönüşür. Sermaye sınıfı, iktidarını koruyabilmek için, kendisine sadakatle bağlı paramiliter kitleleri örgütler; bu kitlelerin omurgasını küçük burjuvazi, yani varlığını kaybetme korkusuyla hareket eden ara sınıflar oluşturur. Bu küçük burjuva yığınlar, krizin şiddetini en doğrudan hisseden, ama krizin nedenini sınıfsal düzlemde kavrayamayan kesimlerdir. Devrimci bir çıkış yerine, ırkçılık, milliyetçilik, dini muhafazakârlık ve otorite arayışıyla sisteme yeniden bağlanırlar. Faşizm bu bilinçsizlik halini örgütler, ona bir lider, bir bayrak, bir düşman ve bir kurtuluş miti sunar. Bu nedenle faşizm, sınıf bilincini dağıtmanın, kitleleri sermaye lehine yeniden seferber etmenin özel biçimidir. Faşist hareketin ideolojik özü, kapitalizmin çelişkilerini “ulusal birlik” söylemiyle gizlemek ve sınıf karşıtlıklarını ulusun düşmanlarına yöneltmektir. Faşizm, devrimci hareketin yükselişi karşısında sermayenin silahlı karşı-devrimidir. İşçi sınıfı örgütlerinin, sendikaların, devrimci partilerin yok edilmesi onun ilk hedefidir. Devrimci hareketin tarihi, faşizmin karşısında nasıl durulması gerektiğine dair derslerle doludur. Geçmişte reformist eğilimler, faşizmi “geçici bir sapma” olarak yorumlayarak pasifleşmiş; kimi akımlar ise faşizmi yalnızca “otoriterlik” düzeyinde kavrayarak onun sınıf karakterini göz ardı etmiştir. Oysa faşizmi yalnızca siyasi biçim olarak değil, kapitalizmin derin krizlerinde yeniden ürettiği bir iktidar mantığı olarak anlamak gerekir. Bugün de faşist eğilimlerin yükselişi, kapitalizmin tarihsel kriziyle doğrudan bağlantılıdır. Sermaye birikiminin tıkanması, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve devrimci bilincin bastırılması, faşist politikaların zeminini genişletmektedir. Faşizm, kapitalizmin çaresizliğinin, burjuvazinin korkusunun ve ezilenlerin örgütsüzlüğünün bileşimidir. Devrimci hareket için faşizm, yalnızca bir tarihsel olgu değil, her an yeniden üretilen bir tehdittir. Kapitalizm var oldukça, faşizm de onun gölgesi olarak var olmaya devam edecektir. Bu nedenle faşizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden ayrı düşünülemez.
Burjuva düşünce dünyası, faşizmi tarihsel bağlamından kopararak yorumlama konusunda şaşmaz bir beceriye sahiptir. Bu yaklaşım, faşizmi kapitalizmin zorunlu bir ürünü olarak görmek yerine, “münferit bir sapma” veya “tarihin istisnası” olarak sunar. Böylece faşizm, burjuva düzenin iç mantığından ayrıştırılır, sanki kapitalizmin bünyesinde değilmiş gibi gösterilir. Bu ideolojik çarpıtma, egemen sınıfın kendi tarihsel suçunu gizleme refleksidir. Burjuva akademizmi, faşizmi “otoriterleşmenin uç noktası” olarak tanımlayarak, onun sınıfsal temelini görünmez kılar. Oysa devrimci teori bilir ki, faşizm yalnızca bir baskı biçimi değil, burjuva devletin olağanüstü bir biçimidir. Faşizm, finans kapitalin, yani tekelci büyük sermayenin, toplumsal krize yanıt olarak kurduğu terörist diktatörlüktür. Bu noktada, burjuva ideologların faşizmi “devlet biçimlerinden biri” olarak tanımlamaktan kaçınmaları tesadüf değildir. Çünkü bu gerçeği kabul etmek, kapitalizmin özündeki zor ilişkisini, yani sömürü ve baskının birbirinden ayrılamaz olduğunu teslim etmek anlamına gelir. Onlar için faşizm, bir “tarih kazası”, bir “kültürel sapma”, bir “liderlik yanlışı” olarak kalmalıdır. Ancak bu tür yaklaşımlar, faşizmin toplumsal köklerini gizleyerek, mücadele hattını da bulanıklaştırır. Bir dönem bazı akademik çevreler, faşizmi “hegemonya krizi” kavramı üzerinden açıklamaya kalkıştı. Buna göre, egemen sınıf blokları arasında yaşanan iç çatışmalar, bir “siyasal denge boşluğu” yaratıyor; bu boşluğu dolduran “aşırı sağ” hareketler, kendiliğinden faşizme evriliyordu. Bu açıklama, ilk bakışta yapısal gibi görünse de, sınıf mücadelesini merkezinden koparır. Devrimci teori açısından bakıldığında, burjuvazinin iç çelişkileri faşizmi açıklamak için yeterli değildir; çünkü asıl belirleyici olan, devrimci hareketin yükselişidir. Faşizm, egemen sınıf içi çekişmelerin değil, devrim korkusunun ürünüdür. Kapitalist devletin “olağanüstü biçimleri” —Bonapartizm, askeri diktatörlük, faşizm— aynı sınıf egemenliğinin farklı tezahürleridir. Bunlar arasında keskin sınırlar çizmek, tarihsel deneyimi soyut şemalara hapsetmektir. Bonapartizm, burjuvazinin proletaryayla uzlaşamadığı dönemlerde devleti “arabulucu” rolüne büründürmesiydi; faşizm ise, o arabuluculuğun ortadan kalktığı, sınıf savaşının çıplak biçim aldığı andır. Burjuva devletin olağanüstü biçimleri, farklı toplumsal güçlerin ağırlığını değiştirir ama devletin sınıfsal karakterini değiştirmez. Devlet bürokrasisi, ister askeri ister sivil biçim alsın, burjuvazinin iktidar aracıdır. Faşist rejimlerde bu gerçek yalnızca çıplaklaşır. Devletin baskı aygıtları —ordu, polis, istihbarat— burjuvazinin doğrudan emrine girer; yargı ve yasama organları fiilen yürütmeye bağlanır. Bu nedenle, faşizmi yalnızca küçük burjuvazinin öfkesine veya bir liderin karizmasına indirgemek, onun sınıf karakterini gizlemektir. Faşizm, küçük burjuvazinin “yönetici sınıf” haline gelmesi değil, sermayenin devrimci hareketi ezmek için bu kitleleri kullandığı özel bir örgütlenme biçimidir. Küçük burjuvazi, faşizmin sopasıdır; asla onun efendisi değildir. Faşist devletin özerkliğinden söz eden burjuva teoriler, bu sınıfsal bağı örtbas etmeye yarar. Faşist devletin “bağımsız” görünüyor olması, onun burjuvaziden koptuğu anlamına gelmez; tersine, sermaye sınıfının tüm fraksiyonlarını korumak için siyasal iktidarı merkezileştirdiğini gösterir. Devlet ile sermaye arasındaki mesafe, biçimsel bir yanılsamadan ibarettir. Bu yanılsama, yalnızca teorik bir hata değil, politik bir felakettir. Çünkü faşizmi kapitalizmin dışında bir olgu olarak görmek, mücadeleyi de yanlış zemine taşır. Eğer faşizm “burjuvaziden kopmuş bir canavar” olarak görülürse, burjuvazinin “demokratik” kesimleriyle uzlaşma arayışı başlar. Bu da devrimci hattın kırılması anlamına gelir. Oysa tarih göstermiştir ki, hiçbir burjuva fraksiyonu, işçi sınıfının özgürlüğü için mücadele etmez; onların tek kaygısı, mülkiyet düzeninin devamıdır. Devrimci teori, faşizmi “kapitalizmin olağanüstü biçimi” olarak tanımlar. Faşizm, kapitalizmin kriz anlarında, burjuvazinin tüm sınıf fraksiyonlarını tek merkez altında toplayarak devlet terörünü sınıf mücadelesinin yerine geçirmesidir. Bu yüzden faşizme karşı mücadele, demokratikleşmeyle değil, kapitalist üretim ilişkilerinin yıkılmasıyla mümkündür. Faşizm, devrim korkusunun devlet biçimidir. Onu yenmek, korkunun değil umudun örgütlenmesini gerektirir.
Kapitalizmin derinleşen varoluşsal krizi, günümüzün faşist dalgasının rahmidir. Sermaye birikim süreçlerinin tıkanması, üretimin finansallaşma ve spekülasyon temelli hale gelmesi, sınıfsal kutuplaşmayı tarihte eşi görülmemiş ölçüde keskinleştirmiştir. Bir yanda devasa servet birikimi, diğer yanda yoksullaşan, güvencesizleştirilen ve geleceksizleştirilen milyarlar… Bu çelişki, sistemin hem ekonomik hem de ideolojik zeminini sarsmaktadır. “Refah devleti” olarak adlandırılan dönem, sermaye birikiminin tıkanmasıyla birlikte tarihe karışmıştır. Burjuvazi, kâr oranlarını koruyabilmek için tüm toplumsal kazanımlara saldırıya geçmiş; eğitimden sağlığa, iş güvencesinden sosyal haklara kadar her alanda gasp politikaları devreye sokulmuştur. Bu süreç, yalnızca emekçileri değil, küçük burjuvaziyi de sermayenin pençesine mahkûm etmiştir. Mülksüzleşme, yoksullaşma ve güvensizlik duygusu, bu katmanlarda toplumsal bir öfke biriktirmiştir. Fakat bu öfke, devrimci bir bilince yönelmediği ölçüde, egemen sınıf tarafından kolayca manipüle edilir hale gelir. Faşizm, tam da bu noktada devreye girer: sınıfsal öfkeyi sınıf mücadelesine değil, “ulus”, “din”, “ırk”, “göçmen” gibi kimlikler üzerinden yönlendirir. Böylece sömürü ilişkilerinin üzeri milliyetçi ve dinsel ideolojiyle örtülür. Günümüzün faşist hareketleri, klasik dönemdekilerle biçimsel farklılıklar taşımakla birlikte, aynı sınıfsal mantığın ürünleridir. Bugün kapitalizmin merkez ülkelerinde bile faşizm, sandık demokrasisinin içinden yeşermekte; burjuva parlamentoların sınırlarını aşmadan iktidara taşınabilmektedir. Bu olgu, faşizmin salt askeri darbelerle değil, demokratik kurumların çürümesiyle de gelişebileceğini göstermektedir. Dünyanın birçok ülkesinde, otoriter-popülist liderlerin yükselişi bu eğilimin somut ifadesidir. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, burjuvazi “güçlü lider” figürüne daha fazla ihtiyaç duyar. Çünkü kriz döneminde burjuva kurumların işlevi zayıflar; yasama organları, yargı mekanizmaları ve medya artık sermayenin ihtiyaçlarını yeterince hızlı karşılayamaz hale gelir. Faşist liderlik, bu tıkanıklığı “merkezileşmiş irade” ile aşmayı vaat eder. Faşist liderin ideolojik fonksiyonu, sınıfsal tahakkümün kişileştirilmiş biçimini yaratmaktır. Lider, ulusun cisimleşmiş hali olarak sunulur; o ne kadar yüceltildiyse, halk o kadar bastırılmış olur. Liderin şahsında devlet, parti, ordu ve sermaye birleşir. Bu özdeşleşme, faşizmin en tehlikeli ideolojik biçimidir: bireyin yerine “ulus”, sınıfın yerine “millet” konur, mücadele yerini sadakate bırakır. 21. yüzyılın yeni faşizmi, klasik dönemin militarizmini dijital çağın ideolojik aygıtlarıyla birleştirir. Sosyal medya, gözetim teknolojileri, algoritmik manipülasyon ve dezenformasyon ağları, çağdaş faşizmin propagandasının asli unsurlarıdır. Burjuva medya tekelleri, sermaye çıkarlarını korumak için faşist ideolojiyi “ulusal güvenlik”, “vatanseverlik” veya “geleneksel değerler” kılığına büründürür. Yeni faşizmin en belirgin temalarından biri, göçmen düşmanlığıdır. Emperyalist savaşlar, iklim felaketleri ve ekonomik yıkımlar sonucu yerinden edilen milyonlarca insan, kapitalist merkezlere göç ederken, burjuvazi bu olguyu kendi krizi için bir koz olarak kullanmaktadır. İşsizliği, yoksulluğu, güvencesizliği yaratan sermaye düzeninin kendisidir; ancak faşist propaganda bu sorumluluğu göçmenlere yükleyerek sınıf çelişkilerini ırksal düşmanlıklara dönüştürür. Bu süreçte, devrimci hareketin zayıflaması da faşizmin güçlenmesine zemin hazırlamaktadır. Sovyetler’in çözülüşüyle birlikte, kapitalizmin “tarihin sonu” olarak ilan edilmesi, işçi sınıfının tarihsel özne olarak silikleşmesine neden olmuştur. Reformist akımlar, kapitalizmin demokratikleşeceği yanılsamasını yayarken, burjuvazinin ideolojik hegemonyası güçlenmiştir. Fakat bu hegemonyanın içi artık boşalmaktadır; çünkü sermaye, artık rıza üretememekte, yalnızca korku ve nefret üretebilmektedir. Yeni faşizmin toplumsal dayanağı, geçmişte olduğu gibi, güvensizleşmiş orta sınıflar ile örgütsüzleşmiş işçi kitleleridir. Bu kesimler, neoliberal yıkımın yarattığı çaresizlik içinde güçlü devleti kurtuluş reçetesi olarak görürler. Oysa bu “güçlü devlet”, sermayenin çıkarlarının merkezileştirilmiş biçiminden başka bir şey değildir. Faşizm, bu kitlelerin korkusunu sermaye adına örgütler; onları zincirlerinin gönüllü bekçilerine dönüştürür. Bugün “neofaşizm” adıyla anılan bu eğilim, küresel kapitalizmin her krizinde yeniden biçimlenmektedir. Macaristan’dan Hindistan’a, ABD’den Brezilya’ya, Türkiye’den Polonya’ya kadar birçok ülkede faşizan rejimlerin yükselişi, aynı sınıfsal kaynaktan beslenmektedir: sermaye sınıfının iktidarını koruma içgüdüsü. Devrimci hareket açısından bu tablo, yeni bir tarihsel görevi dayatmaktadır: Faşizme karşı mücadeleyi, kapitalizme karşı mücadelenin bir parçası olarak örgütlemek. Çünkü faşizm, kapitalizmin çocuğudur; onu doğuran aynı rahim, yani özel mülkiyet düzenidir. Bu düzen yıkılmadan, faşizmin kökü kazınamaz.
Faşist iktidar, yalnızca siyasal baskıdan ibaret değildir; o, bütün bir toplumsal dokunun yeniden biçimlendirilmesidir. Devlet aygıtı, ideolojik kurumlar, gündelik yaşam pratikleri, hatta insanın benlik algısı bu yeniden biçimlenmenin alanıdır. Faşizm, toplumun maddi ve manevi üretim alanlarını tek merkezde toplar; sermaye birikiminin sürekliliği için tüm insan faaliyetlerini devletin kontrolüne sokar. Burjuva demokrasisi, görünürde “temsiliyet” ilkesine dayanır. Fakat bu temsil, sermayenin sınıf diktatörlüğünün dolaylı biçimidir. Faşizm ise bu dolayımı ortadan kaldırır; sermayenin diktatörlüğünü doğrudan ve çıplak biçimde uygular. Parlamento lağvedilir ya da işlevsizleştirilir, sendikalar dağıtılır, basın tek sesli hale getirilir. Devletin her kurumu, yürütmenin bir uzantısına dönüşür. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ayrım yalnızca biçimsel olarak korunur; gerçekte hepsi sermayenin merkezileşmiş iktidarının dişlileridir. Faşist devlet biçiminde, devlet ile sermaye arasında tam bir kaynaşma yaşanır. Ekonomik iktidar, siyasal iktidarın doğrudan bileşenine dönüşür. Bu süreçte “ulus ekonomisi” veya “milli çıkarlar” gibi ideolojik kavramlar devreye sokulur; oysa bu kavramlar, tekelci sermayenin kendi çıkarlarını halkın çıkarı gibi gösterme aracıdır. Devletin ideolojik aygıtları —okullar, üniversiteler, medya, din kurumları, kültür endüstrisi— faşistleşme sürecinde merkezileşir ve tek bir hedefe yönelir: itaat üretmek. Birey, artık yurttaş değil; ulusun ve liderin mülkiyetinde bir araçtır. Eğitim sistemi eleştirel düşünceyi tasfiye eder, gençliği militarist disiplinle biçimlendirir. Medya, sermayenin ve iktidarın birleşik propagandası haline gelir. Faşizmin ideolojik çekirdeği, “birlik ve düşman” diyalektiği üzerine kuruludur. Toplum, homojen bir “ulus bedeni” olarak tanımlanır; bu bedenin dışına çıkan her kimlik düşmanlaştırılır. “Birlik” söylemi, sınıfsal ayrımları gizlerken, “düşman” figürü toplumsal nefretin yönünü belirler. Faşist ideoloji, sınıfsal öfkeyi sınıf dışı hedeflere yönlendirerek sermayeyi görünmez kılar. Bu düşman, tarihsel koşullara göre farklı biçimlerde sunulabilir: bir etnik azınlık, bir dini topluluk, bir cinsiyet kimliği ya da bir siyasi eğilim. Ancak öz değişmez: faşizm, sermaye düzenine yönelmesi gereken öfkeyi, iç düşmana kanalize eder. Böylece işçi sınıfı, kendi kurtuluş mücadelesini bırakıp burjuvazinin çıkarları uğruna savaşmaya yönlendirilir. Devletin baskı aygıtları bu ideolojik zeminin üzerine inşa edilir. Polis, ordu, istihbarat, yargı, cezaevi sistemi… Hepsi, toplumu hizaya getirmek için yeniden düzenlenir. Sivil alanın her köşesi denetim altına alınır; sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ya kapatılır ya da devletin uzantısına dönüştürülür. “Kamu düzeni” kavramı, sermaye düzeninin kutsal kalkanı haline gelir. Faşizm, yalnızca baskı ve şiddetle değil, aynı zamanda duygularla yönetir. Korku, suçluluk, minnettarlık ve nefret, faşist ideolojinin duygusal kodlarıdır. Halk, sürekli bir tehdit algısıyla yaşar; bu tehdit algısı, iktidarın meşruiyet kaynağıdır. Böylece, her yeni baskı adımı “güvenlik” gerekçesiyle meşrulaştırılır. Kadın bedeni, cinsellik, aile ve din gibi alanlar, faşizmin ideolojik denetiminin merkezindedir. Kadın, “ulusal onurun” taşıyıcısı olarak görülür; doğurganlığı devletin hizmetine sunulur. Patriyarka, faşizmin toplumsal harcına dönüşür. Cinsiyetçilik, heteroseksizm ve homofobi, faşist ideolojinin ayrılmaz parçalarıdır; çünkü bu ideoloji, hiyerarşiyi doğallaştırmak ister. Faşizmin kültürel alanı da buna göre şekillenir. Sanat, propaganda aracı haline getirilir; estetik, iktidarın estetiğine tabi kılınır. Faşist rejim, kendisini “güzel”, “muhteşem” ve “yüce” göstermek için semboller üretir; bu semboller kitlelerin bilincinde bir tapınma duygusu yaratır. Lidere bağlılık törenleri, bayrak ve marş ritüelleri, kitle gösterileri bu kültün ritüelleridir. Ancak bu sahte ihtişamın ardında korku vardır. Faşist rejim, kitleleri sevgiyle değil, korkuyla yönetir. O korku sürdüğü sürece sistem ayakta kalır; ama korku bir kez dağılırsa, faşizmin duvarları da çöker. Devrimci hareketin görevi, o korkunun panzehirini üretmektir: örgütlü umut. Faşist devletin çelik kabuğunu kırmak, yalnızca askeri bir mesele değildir; ideolojik hegemonya alanında da karşı saldırıyı gerektirir. Devrimci hareket, faşizmin kitleleri manipüle ettiği duygusal ve kültürel alanlarda karşı bir bilinç inşa etmelidir. “Birlik” yalanına karşı sınıf dayanışması, “ulus düşmanları” propagandasına karşı enternasyonal dayanışma yükseltilmelidir. Faşizmin karşısında durmanın yolu, onunla yalnızca politik düzlemde değil, yaşamın her alanında mücadele etmektir. Çünkü faşizm, yalnızca devletin biçimi değil, toplumsal bir ruh halidir; onunla hesaplaşmak, kapitalist ideolojinin tüm biçimleriyle hesaplaşmaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından burjuvazi, yenilgiye uğrayan faşist rejimlerin külleri arasından yeni bir strateji çıkardı. Kapitalizmin krizi sona ermemişti; yalnızca biçim değiştirmişti. Artık açık faşist partiler yerine, burjuva devlet aygıtlarının içine gömülü gizli faşist örgütlenmeler devreye sokuldu. Bu örgütlenmeler, “ulusal güvenlik” ve “anti-komünizm” kisvesi altında, emperyalizmin yeni silahları haline geldi. Emperyalist sistemin merkezinde şekillenen bu yapı, kapitalizmin “özsavunma mekanizması” olarak tasarlandı. Faşizmin savaş meydanlarında yenilmesi, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu; yalnızca taktiksel bir dönüşüm yaşanmıştı. Burjuva demokrasisinin perde arkasında, faşist kontrgerilla ağları kuruluyor, “soğuk savaş” adı verilen yeni karşı-devrimci evreye hazırlık yapılıyordu. Bu yeni dönemde, emperyalist merkezlerde burjuva devletler, görünürde demokratikleşirken içeriden militarize edildiler. Gizli ordular, paramiliter ağlar, istihbarat operasyonları, “iç düşman” konsepti etrafında örgütlendi. Her ülkenin kendi Gladio’su yaratıldı. Bu yapılar, gerektiğinde demokratik rejimi askıya alacak, gerektiğinde sokak terörünü tırmandırarak devrimci hareketleri bastıracaktı. Yeni sömürgelerde ise bu süreç açık biçimler aldı. Emperyalizmin hegemonyası, askeri darbeler aracılığıyla yeniden tesis edildi. Kapitalizmin çevre halkalarında yaşanan her devrimci kabarış, bir faşist askeri darbeyle bastırıldı: İran’da, Şili’de, Endonezya’da, Arjantin’de, Türkiye’de… Her biri farklı biçimlerde ama aynı sınıfsal mantıkla gerçekleşti. Bu darbelerin arkasında, tekelci sermaye ile emperyalist merkezlerin ortak çıkarı yatıyordu. Askeri cunta, mali oligarşinin en güvenilir yönetim biçimi haline geldi. “Kalkınma”, “düzen”, “istikrar” gibi yalanlarla örtülen bu rejimler, işçi sınıfının bütün kazanımlarını tasfiye etti, devrimci örgütleri ezdi, toplumları militarize etti. Askeri faşist diktatörlüklerin ayırt edici özelliği, devletin baskı aygıtlarının tamamının doğrudan burjuvazinin savaş aygıtına dönüştürülmesidir. Ordu, artık ulusal savunmanın değil, sınıfsal egemenliğin koruyucusudur. Polis, adalet, eğitim, medya ve ekonomi mekanizmaları, tek bir emir zinciri içinde birleşir. “Ulusal güvenlik doktrini” denilen şey, bu bütünleşmiş baskı sisteminin ideolojik kılıfıdır. Emperyalizmin denetiminde kurulan bu rejimler, yalnızca kendi ülkelerindeki devrimci hareketleri değil, aynı zamanda bölgesel devrim olasılıklarını da bastırmak için konumlandırılmıştır. Her darbe, yalnızca iç politikanın değil, dünya kapitalizminin jeopolitik ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu yüzden her askeri faşist darbe, aynı zamanda emperyalizmin yeni bir sömürge politikasının kilometre taşıdır. Devrimci hareket açısından bu dönem, tarihsel bir kırılma noktası olmuştur. Burjuva demokrasisinin çürümüş kurumlarına güvenen reformist eğilimler, bu darbeler karşısında sessizliğe gömülmüş; işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğüne dayanan güçler ise kanla bastırılmıştır. Ancak aynı zamanda, bu faşist dönemler, devrimci bilincin yeniden kristalleştiği, sınıf mücadelesinin yeni biçimlerinin doğduğu dönemler olmuştur. Faşist askeri diktatörlüklerin en çarpıcı özelliği, toplumsal alanı “tam güvenlik” gerekçesiyle tümden militarize etmesidir. Sivil toplum yok edilir, sendikalar ve dernekler “devletin uzantısı” haline getirilir. Üniversiteler, hapishaneler, okullar ve fabrikalar, disiplinin kışlaları olur. İnsan, üretici bir özne değil, denetlenen bir varlığa indirgenir. Bu militarizasyon, yalnızca zorla değil, ideolojik biçimlerle de kurulur. “Vatan sevgisi”, “şehitlik”, “bayrak” gibi kavramlar, sınıfsal bilinç yerine yerleştirilir. Ulusal semboller, sınıf dayanışmasının karşıtına dönüştürülür. Faşizm, insanların birbirine olan güvenini, dayanışma refleksini yok ederek hükmeder. Devrimci hareketin tarihsel görevi, bu militarist ideolojiyi tersine çevirmektir. Çünkü faşist devletin en zayıf noktası, toplumsal rızayı tamamen kaybetmiş olmasıdır. Baskı, kısa vadede korku yaratır; ama uzun vadede direniş bilincini büyütür. Bu bilinç, devrimci örgütlenmenin toprağıdır. Faşist askeri rejimler, her ne kadar kendi ülkelerinde “düzeni sağlamak” iddiasıyla doğsalar da, gerçekte emperyalist düzenin bekçileridir. Onların “milliyetçiliği”, bağımsızlığın değil bağımlılığın ideolojisidir. Onların “güvenliği”, burjuvazinin sermayesinin güvenliğidir. Bu gerçeği kavramak, devrimci mücadelenin yönünü belirler. Faşizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. Devrimci hareket, yalnızca kendi ülkesinde değil, tüm dünya ölçeğinde anti-emperyalist dayanışmayı büyütmek zorundadır. Çünkü faşizm, ulusal değil, uluslararası bir sınıf saldırısıdır. Bugün dünyada süregiden her otoriterleşme, her polis devleti pratiği, bu emperyalist faşist mantığın yeniden üretimidir. Kapitalizmin merkezlerinde bile olağanüstü halin kalıcı hale gelmesi, yeni bir evreyi işaret etmektedir. Sermaye, artık krizi yönetememekte, yalnızca baskıyla ömrünü uzatmaktadır. Devrimci hareketin yanıtı, bu gerçeği teşhir eden ve işçi sınıfının birleşik cephesini yeniden kuran bir strateji olmalıdır. Anti-faşist mücadelenin özü, demokratikleşme değil; devrimdir. Çünkü faşizmin karşısına burjuva hukukla değil, devrimci özsavunmayla çıkılır.
Kapitalizm bugün, kendi yarattığı çelişkilerin ağı içinde boğulmaktadır. Üretici güçlerin gelişimi, özel mülkiyet ilişkileriyle çatışma halindedir. Teknoloji, bilimin ve emeğin ürünü olarak insanlığın kolektif üretkenliğini katbekat artırmıştır; fakat bu üretkenlik, sermaye ilişkilerinin zincirleri içinde tutsak kalmıştır. Bu tutsaklık, insanlık için bolluk değil, yoksulluk üretmektedir. Kapitalist sistem, her krizi bir yeniden yapılanma fırsatına dönüştürmeye çalışır. Ancak artık bu yeniden yapılanma olanaksız hale gelmiştir. Çünkü kriz yalnızca ekonomik değil, ekolojik, toplumsal ve ahlaki boyutlarıyla da bütünsel bir çürüme halini almıştır. Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişki, gezegenin varlığını tehdit eden bir düzeye ulaşmıştır. Burjuvazi, bu yapısal krize çözüm bulmak yerine, onu baskı ve savaşla yönetmeye çalışmaktadır. Faşizm, işte bu çaresizliğin siyasal biçimidir. Kapitalizmin artık rıza üretememesi, onu zorun kalıcı bir iktidar yöntemine dönüştürmüştür. Her yeni faşist dalga, sermayenin ömrünü uzatma girişimidir; fakat aynı zamanda sonunun da habercisidir. Kapitalizmin krizi, yalnızca bir ekonomik döngü değil, tarihsel bir tıkanmadır. Sermaye birikimi için yeni alanlar kalmamış; doğa ve emek, sömürünün sınırlarına dayanmıştır. Emperyalist savaşlar, kaynak talanları, kitlesel göçler, çevresel yıkım, gıda ve su kıtlığı… Bunların hepsi kapitalizmin tarihsel iflasının belirtileridir. Faşizmin yeniden yükselişi, bu iflasın siyasal yansımasıdır. Bu durumda devrim, bir “seçenek” değil, tarihsel bir zorunluluktur. Kapitalizmin kendiliğinden çöküşünü beklemek, burjuvazinin baskı aygıtlarının daha da güçlenmesine hizmet eder. Tarih göstermiştir ki hiçbir egemen sınıf, kendi rızasıyla iktidardan çekilmemiştir. Faşizmi yıkmak, kapitalizmi yıkmakla eşdeğerdir. Devrimci hareketin önündeki temel görev, işçi sınıfının örgütlü gücünü yeniden inşa etmektir. Neoliberal yıkımın ardından ortaya çıkan dağınıklık, ideolojik kuşatma ve örgütsüzlük, ancak yeni bir devrimci stratejiyle aşılabilir. Bu strateji, sınıf mücadelesini merkeze alan, reformist uzlaşmalardan kopan, ulusal ve uluslararası ölçekte örgütlü bir devrimci hattı gerektirir. Faşizme karşı direniş, yalnızca savunma hattı olamaz. Direniş, devrimci bir taarruzun başlangıcı olmalıdır. Burjuva devletin baskı aygıtına karşı işçi sınıfının özsavunma organları, mahalle ve fabrika komiteleri, grev birlikleri, dayanışma ağları oluşturulmalıdır. Bu organlar, yalnızca faşist baskıya karşı değil, yeni bir toplumun embriyosu olarak görülmelidir. Devrimci hareketin görevi, korkuyu yenmek ve umudu örgütlemektir. Faşizmin bütün iktidar gücü, kitlelerin edilgenliğine dayanır. O edilgenlik aşıldığı anda, faşizmin duvarları çatlar. Çünkü sermayenin hiçbir iktidarı, halkın örgütlü iradesi karşısında kalıcı değildir. Bu noktada enternasyonal dayanışma, tarihsel bir zorunluluk halini almıştır. Kapitalizm küresel bir sistemdir; dolayısıyla onun krizine verilecek yanıt da küresel olmalıdır. Her ülkenin faşizmi, aynı emperyalist zincirin halkasıdır. Devrimci hareket, bu zinciri kırmanın yolunun uluslararası devrimci dayanışmadan geçtiğini bilmelidir. Bugün insanlık, iki tarihsel seçenek arasında durmaktadır: Ya kapitalizmin barbarlığı içinde faşizmin yeni biçimleriyle yok olacak, ya da devrimci bir atılımla özgürlük çağını açacaktır. Bu ikili kaderin ortasında, tarih bir kez daha devrimci eylemin cesaretini çağırmaktadır. Devrim, soyut bir umut değil, somut bir gerekliliktir. O, faşizmin karşısında yaşamın kendisini savunmanın adıdır. Kapitalizmin yıkıntıları üzerinde yeni bir dünya kurulmadıkça, faşizmin hayaleti insanlığın yakasından düşmeyecektir. Bu nedenle devrimci hareketin bildirgesi, yalnızca bir direniş çağrısı değil, bir yeniden doğuşun ilanı olmalıdır. Bu ilan, dünyanın her köşesinde yankılanmalıdır: İnsanlık zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şey kalmadığında, devrim artık yalnızca bir hak değil, bir zorunluluktur.