Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

NÜKLEER TEHDİT

Dünya büyük bir enerji temin kriziyle sarsılıyor; bu kriz, egemen sınıfların kâr hırsı uğruna işçilere ve doğaya dayattığı enerji düzeninin kaçınılmaz sonucudur. Bu koşullar altında, hâlâ sermaye iktidarının güvence arayışına hizmet eden kurumlar bile nükleer enerjiyi önceki dönemlere göre daha hoşgörülü bir ışık altında sunmaya başladılar — öyle ki Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, nükleer enerjiyi “yeşil” olarak tanıtma girişimlerine kalkıştı. Oysa bu tür etiketlemeler, kapitalizmin krizini ve egemenlerin çıkarlarını gizleme çabasından başka bir şey değildir. Nükleer enerjiye dair temel sorunlar yok olmamıştır; aksine her an görünür ve birikimli şekilde durmaktadır. Nükleer santraller bir kaza sonucu patlayabilir veya emperyalist hesaplaşmalar, savaşlar yüzünden saldırıya uğrayabilir. Bu riskleri hafife almak, sınıf düşmanının dünyayı kendi elleriyle yakıp yıkmasına yardım etmektir. Nükleer santraller kapatmak yerine sayılarını artırmayı savunmak, insan yaşamını ve gezegenin geleceğini hiçe sayan bir akıldışılıktır — dünyayı kendi ellerimizle yok etmek için koşulları hazırlamaktır. Egemenlerin enerji, savunma ve teknoloji yatırımları, işçi sınıfını daha fazla sömürmek, toplumsal kaynakları silaha ve tehlikeli altyapıya aktarmak anlamına gelir.

Üstelik nükleer teknolojinin yarattığı kalıcı çevresel sorunlardan en yakıcı olanı nükleer atıklardır. Bu sorun hâlâ çözülmemiştir: atıklar genellikle reaktörlerin yakınında depolanmaya devam ediyor ve bu depolama biçimi kalıcı bir tehdittir. Santrallerdeki sızıntı problemleri sadece reaktörleri değil, aynı zamanda bu atıkların depolandığı çevreleri de tehdit eder; atıklar için uygulanan pratikler, felâketin uzun süreli, yaygın ve nesiller boyunca sürecek etkilerini de barındırır. Bugün nükleer silaha doğrudan sahip devletler var ve elimizde 58 megatonlara varan yıkıcı güçler duruyor. Bu büyüklüğü kavramak için söyleyelim: 25 megatonluk tek bir bomba, içerisinde yaşayan 18 milyon insanla birlikte İstanbul gibi bir metropolü tamamen yok etmeye yeter. Bu gerçek, silahlanma yarışının hangi noktaya vardığını ve insanlığın karşı karşıya olduğu yok edici tehdidi çıplak hâliyle gösterir. Emperyalist devletler arasındaki rekabet arttıkça, devletler savunma sanayisine daha büyük bütçeler talep ediyor. Silahlanma yarışı emekçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirirken, başta nükleer silahlar olmak üzere daha yıkıcı vasıtalar insanlığın varlığını riske atıyor. “Caydırıcılık” kisvesiyle üretilen bu silahlar, son yıllarda “terörizm” bahanesiyle daha da meşrulaştırılmaya çalışılıyor — dediğimiz gibi, sermaye iktidarının mantığı insan hayatını ikinci plana atar.

Egemenler büyük paralar harcayarak ürettikleri silahları depolarda çürütmezler; aksine bu araçları stratejik konumlarda tutar, modern ilişkilerin ve çıkar dengelerinin hizmetine sokarlar. Bu yüzden, dünyamızı yok edecek düzeyde korkunç silahları ellerinde bulunduran egemenlerin — “kullanmayacakları” varsayımına dayanarak güven hissi taşımak saflıktır. Bu silahlar, onları üreten kapitalist düzenin varlığını sona erdirmenin elzem olduğunu bize hatırlatır: sermaye düzeni ortadan kaldırılmadıkça bu tehlikeler devam edecektir. Nükleer enerji atomun parçalanmasıyla, yani fisyonla elde edilir. Küçük atomlar kararlı oldukları için parçalanmaları zordur; bu yüzden enerji üretimi için ağır atomlar, örneğin uranyum gibi elementler kullanılır. Bu ağır atomlar radyoaktiftir ve sürekli yüksek miktarda radyasyon yayarlar — yani nükleer endüstrinin temeli radyoaktivitenin sürekli bir tehdididir. Parçalanan her ağır atom dışarıya yüksek miktarda enerji salar ve bu da diğer atomların parçalanmalarını tetikler. Eğer bu reaksiyon kontrol altına alınmazsa, atomlar zincirleme şekilde parçalanır ve çok yüksek miktarda enerji kontrolsüz biçimde açığa çıkar: atom bombaları da zaten böyle işler. Bu yüzden nükleer teknolojinin sınırı ve tehlikesi açıktır.

Reaktörlerde ise bu reaksiyon kontrol altında, yavaşça gerçekleştirilir; açığa çıkan enerjiyle su ısıtılır ve ısınan su türbini döndürerek elektrik üretir. Reaktörü durdurmak için parçalanan atomların etkileşimlerini engelleyen kontrol çubukları ya da koruyucu kılıflar arasına konulur ve çekirdek soğutulur — fakat bu soğutma uzun süre devam etmelidir; kısa vadeli müdahale yetmez. Nükleer enerji üretim süreci şu aşamalardan oluşur: radyoaktif madenlerin bulunup çıkarılması, bu atomların nakliyesi, depolanması, zenginleştirilmesi, reaktörde kullanılması ve nihayet nükleer çöp olarak depolanması. Her bir aşama kendi başına tehlikelidir; bu zincirde yapılacak en küçük bir hata bile—ufak bir hata dahi—öncelikle çevreyi, sonra bölgeleri ve en nihayetinde tüm dünyayı etkileyebilir. Nükleer santraller kapitalizmin kendi el yapımı canavarlarıdır; her an kontrolden çıkabilecek, Pandora’nın kutusuna benzer tesislerdir. Tüm nükleer mühendislik, çekirdekte saklı muazzam enerjiyi kontrollü bir biçimde açığa çıkarmaya çalışmaktan ibarettir; bir bakıma dev bir barajda üretilebilecek enerjiyi 10 metreküplük bir hacimde üretme teşebbüsüdür — ve bu iş sürekli diken üstünde yürütülür. Reaktör, tam olması gerektiği gibi kritik değerde tutulmalıdır; bu durum bir bıçak sırtıdır ve sürekli bir risk halidir. Bir kez kontrolden çıktığında, bu kutu açıldığında, sonuçlarını ne tam olarak kestirmek mümkündür ne de ortaya çıkacak felâketlerin önüne geçmek. Fisyon, ağır atom çekirdeklerinin parçalanmasıdır ve mevcut nükleer santrallerin çalışma mantığı bu esasa dayanır. Biz işçiler, emekçiler ve doğa ekseninde örgütlenenler olarak şunu bilmeliyiz: bu tehlikeli teknolojiye itimat etmek değil, kapitalist sömürü zincirini kırmak ve enerji ihtiyacını halkın denetiminde, güvenli, yenilenebilir ve eşitlikçi bir planla çözmek zorundayız. Nükleer enerjiye güvenerek değil, bilimsel akıl ve toplumsal eşitlik perspektifiyle hareket ederek insanlığı ve dünyayı koruyacağız.