YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

CEZAEVLERİ

Cezaevleri, modern sınıflı toplumların en çıplak biçimde görünen aynalarından biridir. Tarihin her döneminde egemen sınıflar, kendi iktidarlarını sürdürmek için muhalefeti bastırmanın, itaat etmeyeni hizaya getirmenin, düşüneni ve sorgulayanı susturmanın araçlarından biri olarak cezaevlerini kullanmıştır. Bu yüzden zindanlar sadece suçluların değil, aynı zamanda düzenin düşmanlarının, yani düşüncenin, bilincin ve direnişin hapsedildiği mekânlardır. Devrimci hareketlerin tarihinde cezaevlerinin hep özel bir yeri olmuştur; çünkü her devrim, kendi Bastille’ini yıkarak doğmuştur. Fransız Devriminde halkın Bastille’i fethedip siyasi tutsakları özgürlüğe kavuşturması, sınıf mücadelesinin sembolüdür. 1917’de Rusya’da Şubat devriminde ayaklanan askerlerin Peter ve Paul Kalesi’ni basarak devrimcileri serbest bırakması da aynı gerçeğin ifadesidir. Bastille ile Peter-Paul arasında tarihsel bir bağ vardır: her ikisi de baskının kalbidir ve yıkıldıklarında yeni bir dünyanın kapısı aralanır. Türkiye’de de bir gün bu kapıların aralanacağı, F-tipi cezaevlerinin ve tecrit hücrelerinin birer utanç anıtı olarak yıkılacağı kesindir; çünkü hiçbir zindan, sonsuza kadar bir halkın öfkesine dayanamaz.

Cezaevlerinin tarihini belirleyen esas unsur, dışarıdaki sınıf ilişkileridir. Cezaevlerinde yaşanan her şey, toplumdaki güç dengelerinin yansımasıdır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler örgütlü, dirençli ve politik olarak güçlü olduklarında, zindanlarda da koşullar görece iyileşir; fakat sınıf mücadelesi gerilediğinde, duvarların ardındaki baskı da ağırlaşır. Cezaevi sorununa Marksist bir bakış, onu soyut “insan hakları” söylemiyle değil, sınıf mücadelesinin somut koşullarıyla ele alır. Çünkü tarih dışı “normlar” hiçbir zaman tarafsız değildir; adalet, insan hakları, hukuk gibi kavramlar kapitalist toplumda sınıf çıkarlarının maskelenmiş biçimleridir. Bu yüzden hapishanelerdeki baskı, soyut bir adalet meselesi değil, egemen sınıfın çıkarlarının çıplak bir ifadesidir.

Devletin fiziki baskı aygıtının temel sütunlarından biri olan cezaevleri, ordu ve polisle birlikte burjuva diktatörlüğünün sürekliliğini sağlar. Egemen sınıf, ideolojik araçlarla kitleleri kontrol edemediğinde doğrudan zor aygıtına başvurur. Devrimci hareket güç kazandıkça bu aygıtın şiddeti artar; cezalar ağırlaşır, tecrit yaygınlaşır. Bu durum, mücadele edenlerin ödediği bedellerin bir parçasıdır. Cezaevindeki zulüm, aslında dışarıdaki sınıf mücadelesinin aynasıdır.

Türkiye’deki cezaevi pratiği de bu genel yasadan muaf değildir. Burjuva devlet, tarih boyunca devrimcilere, sosyalistlere, komünistlere, Kürtlere, Alevilere ve muhaliflere karşı en vahşi yöntemleri kullanmıştır. Türkiye, politik tutsak oranı bakımından dünyanın en yüksek oranlarından birine sahiptir; bu, tesadüf değil, rejimin sınıfsal karakterinin sonucudur. 1960’lardan itibaren yükselen işçi sınıfı hareketiyle birlikte devrimci mücadele birçok alanda kök salmış, cezaevlerinde dayanışma, örgütlülük ve direnç geleneği oluşmuştur. 12 Eylül faşizmi bu birikimi ezmeye çalıştıysa da devrimciler zindanlarda insanlık dışı koşullara rağmen onurlarını koruyarak yeni bir direniş kültürü yarattılar. İşkencehanelerde çürütülmek istenen irade, aksine bilenmiş, cezaevleri birer devrimci okul haline gelmiştir. İçeride komünal yaşam biçimleri kurulmuş, dayanışma ruhu tutsaklığı bir mücadele biçimine dönüştürmüştür. Bu miras, sonraki kuşaklara, özellikle de 1990’ların politik atmosferine aktarılmıştır.

Ancak 1990’ların ortalarına gelindiğinde işçi hareketinin geri çekilişiyle birlikte bu mevziler tehlikeye girdi. Burjuva devlet, zindanlardaki devrimci örgütlülüğü dağıtmak için yeni bir planı devreye soktu: F-tipi cezaevleri ve tecrit sistemi. Aslında bu fikir, 12 Eylül döneminde başlatılmıştı; o yıllarda “Özel Tip” ve “Münferit Tip” adlarıyla sınırlı biçimlerde uygulanan tecrit, 1986’da dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi Hüseyin Turgut’un sözleriyle açıkça amaçlandırılmıştı: “Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Haberleşemeyen terörist sudan çıkmış balık gibi ölür.” Bu zihniyet, devletin tecrit anlayışının özünü yansıtıyordu: devrimcinin yalnızlaştırılması, ruhen ve fikir bakımından öldürülmesi.

1996’daki büyük ölüm orucu direnişi ilk tecrit saldırısını püskürtmüştü, ancak 2000 yılına gelindiğinde Ecevit hükümeti, uluslararası desteğin ve Öcalan’ın yakalanmasının yarattığı politik atmosferin verdiği cesaretle yeni bir saldırı başlattı. F-tipi cezaevleri resmen devreye sokuldu. Tutsaklar ölüm orucuna yattı, dışarıda sınırlı dayanışma eylemleri gerçekleşti ama örgütlü işçi-emekçi desteği yeterli olmayınca 19 Aralık 2000’de devlet kanlı bir operasyon başlattı. Yangın bombaları, otomatik silahlar, kimyasal maddelerle yapılan bu saldırıda 28 devrimci katledildi. Devlet bu katliama ironik biçimde “Hayata Dönüş Operasyonu” adını verdi; aslında bu, ölümü yaşatma operasyonuydu. Binlerce tutsak, daha inşası tamamlanmamış F-tipi cezaevlerine sürüklendi, tecrit koşullarında yıllar süren bir direniş başladı. 20 Ekim 2000’den itibaren süren bu direnişlerde 122 kişi yaşamını yitirdi, yüzlercesi kalıcı olarak sakat kaldı. Bu ölümler, dışarıdaki sessizliğin, toplumun örgütsüzlüğünün ve burjuva medyanın suskunluğunun sonucuydu.

F-tipi cezaevleri yalnızca Türkiye’nin değil, emperyalist sistemin doğrudan ürünüdür. Türkiye gericiliği, kendi baskı biçimlerini icat edecek kadar özgün değildir; o, Batı burjuvazisinin yöntemlerini kopyalayıp daha kaba biçimlerde uygular. Bu nedenle F-tipleri ne yerlidir ne milli; kökleri Avrupa ve Amerika’nın en “uygar” kabul edilen demokrasilerindedir. Bugün Adalet Bakanlığı yetkililerinin "Avrupa standartlarındayız" sözleri bir gerçeği itiraf eder: Tecrit modeli, modern kapitalizmin en gelişmiş hapishane teknolojisidir. Avrupa Birliği Türkiye’ye demokrasi nutukları atarken aynı zamanda tecrit sistemini desteklemiş, böylece insan hakları söyleminin sınıfsal ikiyüzlülüğü bir kez daha açığa çıkmıştır. Çünkü sermayenin ihtiyaçları, özgürlük ideallerinden önce gelir; özgürlük, burjuvazi için yalnızca üretim sürecinin kesintisizliği anlamına gelir.

Tecrit, kapitalizmin olgunluk evresi olan emperyalizm çağının ruhuna uygundur. Lenin’in “siyasal gericilik çağı” dediği bu dönemde sermaye birikimi merkezileşmiş, emekçi sınıflar üzerindeki baskı olağanüstü biçimlerde yoğunlaşmıştır. Kapitalizmin krizleri derinleştikçe, devrimci potansiyeller de artar; işte bu yüzden burjuva devletleri kitleleri sadece iktisadi olarak değil, psikolojik ve fiziksel olarak da denetim altına almak zorundadır. Hücre tipi cezaevleri, bireyi yalnızlaştırarak onu toplumsal bağlarından koparır, düşünceyi boğar, direnişi çözer. Hücrenin amacı, bedeni hapsetmekten çok bilinci teslim almaktır.

Bu modern tecrit sistemi, Nazi Almanyası’nın laboratuvarlarında olgunlaştı. Kapitalizm, bilimin her keşfini insanın özgürlüğü için değil, baskının mükemmelleştirilmesi için kullandı. 20. yüzyıl boyunca “bilimsel işkence” yöntemleri geliştirildi: duyusal yoksunluk, beyin yıkama, sessizlik terapisi, izolasyon odaları… Naziler bunu “toplumsal arınma” adı altında uyguladılar; savaş sonrasında ABD ve Avrupa bu deneyleri devraldı. CIA ve Pentagon, 1950’lerden itibaren “kontrol ve direnç kırma” üzerine yüzlerce psikolojik araştırma finanse etti. Bu çalışmaların ürünü olan “beyaz hücre” konsepti, 1960’ların sonunda Avrupa’nın “demokratik” rejimlerinde uygulanmaya başlandı.

Almanya’daki Stammheim Cezaevi bu dönemin simgesidir. RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyeleri burada tam bir izolasyona tabi tutuldu. Beyaz hücrelerde gün ışığı ve ses yoktu; yalnızlık, sistematik bir işkence biçimi olarak kullanılıyordu. Tutsaklar konuşmayı, düşünmeyi, zamanı ayırt etmeyi yitirene dek sessizlik içinde tutuldu. Devlet, onların intihar ettiğini söyledi ama herkes biliyordu ki bu, planlı infazlardı. Bu “modern” cezaevleri, burjuva demokrasisinin arka yüzünü ortaya koyuyordu: hukukun ve insan haklarının sınırı, sermayenin çıkarlarının başladığı yerde bitiyordu. İtalya’da Kızıl Tugaylar, İspanya’da ETA, İngiltere’de IRA da benzer tecrit politikalarının hedefi oldu. Ancak yalnızca bir örnek, bu döngüyü kırabildi: 1980’lerde IRA’lı tutsaklar, Bobby Sands önderliğinde yürüttükleri açlık greviyle dışarıda büyük bir kitle desteği yaratmış, sonuçta İngiliz devletini geri adım atmaya zorlamış ve “savaş esiri” statüsünü kazanmışlardı. Bu, tecridin yalnızca dışarıdaki örgütlü mücadeleyle kırılabileceğini kanıtladı.

Neoliberalizmin yükselişiyle birlikte tecrit sistemleri de küresel ölçekte yaygınlaştı. Sermaye, üretim ilişkilerinde olduğu gibi disiplin mekanizmalarında da “modernizasyon” adı altında baskıyı merkezileştirdi. Hücre sistemi, neoliberal toplumun mikrokozmosudur: birey, kendi yalnızlığında üretken, denetlenen ve sessizdir. Cezaevlerinde uygulanan “tretman” adı verilen sözde rehabilitasyon yöntemleri, bireyi yeniden sisteme uyumlu hale getirmeyi hedefler. Tutsak, bir “hastadır” ve bu hastalık, yani politik bilinç, “tedavi” edilmelidir. F-tipi cezaevleri bu anlayışın somutlaşmış biçimidir: bir yanda yüksek teknolojili gözetim, diğer yanda psikolojik tecrit. Türkiye bu modeli harfiyen uyguladı. Her üç kişiye bir hücre, her hücreye üç kilit, her kapıya üç kamera… Bu “modern” yapılar, devletin ideolojik kuşatmasının çelik duvarlarıdır.

Tecrit, yalnızca devrimcilere değil, zamanla tüm topluma yöneltilen bir projedir. Çünkü kapitalist devlet için potansiyel suçlu, potansiyel muhaliftir. Zindan, bir laboratuvardır; burada denenmiş yöntemler sonra toplumun geneline uygulanır. Hücrede yalnızlaştırılan devrimci, toplumda atomize edilmiş işçiye denk düşer. Hücrelerin duvarlarıyla plazaların camları arasında özde fark yoktur; biri bedeni, diğeri bilinci hapseder. Tecrit, çağımızın yönetim biçimidir.

Bu tecrit politikasının küresel arka planında yükselen yeni bir gericilik dalgası vardır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizm, tarihsel bir krizi derinleştirdi. Sosyalizmin alternatifi silinmiş görünse de sistemin iç çelişkileri büyümeye devam etti. Kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yabancılaşma, yoksulluk ve suç oranlarındaki patlama cezaevlerini bir “toplumsal çöplük” haline getirdi. Bugün cezaevlerinin doluluk oranı, bir ülkenin sınıfsal çürümesinin göstergesidir. En gelişmiş kapitalist ülke olan ABD, iki milyonu aşan mahkûm nüfusuyla bu çürümenin lideridir. 100 bin kişiye düşen 740 mahkûm oranı, Amerikan özgürlükler ülkesinin gerçek yüzünü ortaya koyar. Üstelik bu cezaevlerinin önemli bir kısmı özel şirketlerce işletilmektedir. Kapitalizm, artık hapsedilmeyi bile bir meta haline getirmiştir; mahkûmlar hem müşteri hem köle-işçidir. Bu nedenle ABD’de “prison-industrial complex”, yani “cezaevi-sanayi kompleksi” diye bir sektör doğmuştur. Şirketler daha fazla mahkûm için yasa değişiklikleri ister, yeni hapishaneler inşa edilir, cezalar ağırlaştırılır. Sermaye, baskıdan da kâr üretmeyi başarmıştır.

Bu manzara kapitalizmin ölümcül paradoksunu gözler önüne serer: sistem, kendi kriziyle baş edebilmek için daha fazla baskı, daha fazla hapishane, daha fazla tecrit yaratır. Her hücre, sistemin çelişkilerini mühürleyen bir tuğladır. Ama hiçbir duvar sonsuz değildir; çünkü dışarıda, o duvarları yıkacak bir sınıf vardır. İçerideki zincirlerin kırılması, dışarıdaki zincirlerin kırılmasına bağlıdır. Bastille’den Guantanamo’ya uzanan tarih bunu sayısız kez göstermiştir: her bastırma biçimi, kendi yıkımını içinde taşır.

Faşist rejim, her kriz anında kendini daha fazla baskı yoluyla ayakta tutmaya çalışır. İktidarın kitle desteği zayıfladıkça, toplum üzerindeki tahakküm şiddetlenir; devletin korkusu büyüdükçe zor aygıtları güçlenir. Türkiye’de bugünkü rejim de tam bu döngü içinde hareket etmektedir. Kırılganlığı arttıkça, kendisini korumak için hapishaneleri çoğaltmakta, zindanları sessizliğin mekânı haline getirmektedir. Cezaevleri artık yalnızca suçluların değil, muhaliflerin, gazetecilerin, öğretmenlerin, sendikacıların, öğrencilerin, düşünürlerin ve işçilerin toplandığı birer toplama kampıdır. Rejim, muhaliflerini sadece susturmak değil, onları toplumdan, insani varoluşlarından koparmak istemektedir. Bu, siyasal baskının ötesinde, ideolojik bir yok etme projesidir.

2005 yılında Türkiye’de cezaevlerinde 55 bin kişi varken, 2021’de bu sayı 300 bine ulaşmıştır. Bu akıl almaz artış, 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL döneminde zirveye çıkmıştır. On binlerce insan, kimi zaman bir sosyal medya paylaşımı, kimi zaman bir derneğe üyelik, kimi zaman bir sendika faaliyeti gerekçesiyle cezaevlerine tıkılmıştır. Tutukluluk bir cezalandırma biçimine dönüşmüş, “yargılama” ise yalnızca formalite halini almıştır. Bugün Türkiye, tutuklu oranı bakımından Avrupa’da birincidir. Bu ülke, cezaevleriyle övünen bir iktidarın yönetimindedir. Her yıl açılan yeni cezaevleri “yatırım” diye sunulmakta, yeni hapishaneler “modern, güvenli ve rehabilite edici” oldukları iddiasıyla tanıtılmaktadır. Oysa bu duvarların ardında, insan onurunun sistematik olarak çiğnendiği, işkencenin kurumsallaştığı bir dünya vardır.

Gerçekte cezaevlerinde insanlar yer bulamadığı için koridorlarda nöbetleşe uyumakta, koğuşlar kapasitenin birkaç katı dolulukta tutulmakta, mahpuslar çıplak arama, sürekli sayım, psikolojik baskı, keyfi disiplin cezaları ve sistematik hak ihlalleriyle kuşatılmaktadır. Sağlık hakkı fiilen ortadan kaldırılmış, hastalar ölüme terk edilmiştir. Ağır hasta mahpusların tedavileri kasıtlı biçimde engellenmekte, Adli Tıp Kurumu “hapishanede kalabilir” raporlarıyla rejimin sopasına dönüşmektedir. Kanser hastaları, felçliler, kalp rahatsızlığı olanlar hücrelerde çürümeye terk edilmektedir. Tedaviye gitmeyi reddeden mahpusların gerekçesi acıdır: “Hastaneye giderken çıplak aramaya maruz kalıyoruz, onurumuz daha değerlidir.” Hapishaneler birer mezar, birer infaz alanı haline getirilmiştir.

“Çıplak arama” adı verilen bu uygulama, rejimin sembollerinden biridir. İnsan bedenine yapılan bu müdahale, yalnızca bir güvenlik önlemi değildir; bu, iradeyi kırmanın, kişiliği yok etmenin, bireyi teslim almanın aracıdır. Kadın tutsaklara regl dönemlerinde bile pedleri çıkarılarak arama yapılmakta, yaşlı anneler, çocuklar, ziyaretçiler aynı aşağılamaya maruz kalmaktadır. Bu uygulama bir tür politik tecavüzdür: devlet, bedene dokunarak kendi gücünü ilan eder. Bu uygulama, devletin çıplak şiddetinin bir yansımasıdır.

Pandemi dönemi ise cezaevlerini tam anlamıyla bir karanlık kuyuya çevirmiştir. Hijyen yetersiz, su kısıtlı, beslenme bozuk, sosyal etkinlikler yasaktır. Karantina hücreleri, aslında bir tür işkence odası haline getirilmiştir. Testi pozitif çıkanlar, rutubetli, havasız, pis hücrelerde üst üste tutulmakta, her yeni gelenle karantina süresi uzatılmaktadır. İnsanlar burada yalnızlıktan, hastalıktan, umutsuzluktan ölmektedir. Hastaneye sevkler aylarca geciktirilmekte, muayenelerde ellerde kelepçe, başta jandarma… Mahpus, doktorun önünde dahi özgür değildir. Hastalıkları ilerleyen tutsaklar, adeta “ölene kadar içeride tut” anlayışının kurbanıdır. Devlet, onları hem bedenen hem ruhen öldürmektedir.

Cezaevlerinde kadınlar ve çocuklar bu vahşetin en savunmasız kurbanlarıdır. Şu anda 5052 çocuk ve bebek hapishanelerde yaşamaktadır. Oyun yerine beton duvarlar, gökyüzü yerine tel örgüler içinde büyüyen bu çocuklar, kapitalizmin masumiyeti nasıl öldürdüğünün sembolüdür. Anneler, çocuklarının psikolojisi bozulmasın diye onları kreşe göndermemekte; çünkü o küçücük bedenler bile dört kez aramadan geçirilerek “suçlu” muamelesi görmektedir. Hamile kadınlar tutuklanmakta, doğumdan sonra dahi cezaevinde tutulmaktadır. Yasalar hiçe sayılmakta, hücre cezaları keyfi biçimde aylarca uzatılmaktadır. Kadın koğuşları tıka basa doludur; 20 kişilik yere 40 kişi sığdırılır, yemek 20 kişiliktir. Kantin fiyatları üç katına çıkarılmış, en basit ihtiyaçlar bile lüks haline getirilmiştir. Kadın mahpusların duşları kameralarla izlenmektedir; mahremiyetleri dahi denetim altına alınmıştır. Devletin ataerkil yüzü, hapishane duvarlarının her santiminde görünür hale gelmiştir.

Faşist rejim, siyasi mahkûmlara karşı özel bir intikam politikası yürütmektedir. Çünkü adli suç, devletin gözünde bireyler arasındaki bir hatadır; ama siyasi suç, doğrudan devlete yöneltilmiş bir meydan okumadır. Bu yüzden rejim, siyasal tutsaklara karşı zalimlikte sınır tanımaz. Eskiden “komünist”, “bölücü” diye atılanlar bugün “terörist” diye etiketlenmektedir. Devletin düşman kavramı değişir ama baskı biçimi değişmez. Her rejim kendi “hainlerini” yaratır; çünkü düşman olmadan meşruiyetini sürdüremez.

Siyasi tutsakların anlattıkları, cezaevlerinin gerçek işlevini açıkça gösterir. İnsanlar neyle suçlandıklarını bilmeden yıllarca tutuklu kalmakta, dosyalarına erişememekte, savunma hakkından mahrum edilmektedir. Koğuşlar rutubetli, kaloriferler yanmaz, sıcak su verilmez. İtiraz edenin “iyi hal” hakkı yakılır, denetimli serbestliği iptal edilir. Kitaplar, mektuplar, defterler keyfi biçimde yasaklanır. Siyasilerin koğuşlarına köpeklerle baskın yapılır, eşyalar yerlere saçılır, mahkûmlar ayakta sayımda aşağılanır. Görüşler kısaltılır, avukatla mektuplaşmalar denetlenir, savunma notlarına el konulur. Bir mahpusun dediği gibi: “Yaşayan ölü gibiyiz.”

Bu rejimin en korkunç yönlerinden biri, işkencenin olağanlaşmasıdır. Mahkûmlar “süngerli oda” adı verilen 2–3 metrekarelik hücrelerde çırılçıplak soyulmakta, dövülmekte, cinsel saldırıya uğramaktadır. Duvarlarda dışkı, yerlerde idrar, kameralarla izlenen bir pislik içinde insanlar çürütülmektedir. Şikâyet eden cezalandırılır, görüntüler silinir, dosyalar kapatılır. Meclis’e iletilen raporlar ya “kaba ve yaralayıcı ifadeler” denilerek reddedilir ya da “kamuoyunu ilgilendirmez” gerekçesiyle gizlenir. İnsan hakları komisyonları MHP ve AKP’li vekillerin çoğunluğundadır; böylece hiçbir soruşturma sonuçsuz kalmaz, her ihlal örtülür. Bu mekanizma, işkenceyi bireysel değil kurumsal hale getirir.

Cezaevleri, burjuva toplumun aynasıdır; çünkü orada en açık biçimiyle sınıf ilişkileri görülür. Kapitalist sistemin dışarıda yarattığı eşitsizlik, içeride daha yoğun, daha çıplak, daha katı biçimde hüküm sürer. Bir toplumda cezaevleri dolup taşıyorsa, bu o toplumun adaletsizliğinin, baskısının ve çürümesinin göstergesidir. Kapitalist üretim biçimi krize girdikçe, yönetici sınıfın korkusu büyür; korku büyüdükçe hapishaneler çoğalır. Türkiye’de her yeni cezaevi, işsizliğin, yoksulluğun, umutsuzluğun ve bastırılmış öfkenin bir tezahürüdür. Devlet, sermaye düzeninin bekçisidir; onun için hapsetmek bir güvenlik değil, bir yönetim yöntemidir. İnsanların iradelerini, örgütlenme potansiyellerini, eleştirel düşünme yetilerini bastırmak için duvarlar örülür. Bu duvarlar sadece taşla değil, ideolojiyle, korkuyla ve sessizlikle inşa edilir.

Bugün Türkiye’de cezaevleri, faşizmin laboratuvarıdır. Burada devletin en çıplak hali, yani zorun saf biçimi gözlemlenir. Hukukun, adaletin, vicdanın yerini emir, disiplin ve denetim almıştır. Cezaevlerinde “itiraf” dayatmaları, pişmanlık törenleri, psikolog eşliğinde yürütülen “yeniden kazanım” programları, sistemin ideolojik işlevini gösterir: burjuvazi, yalnızca bedenleri değil, zihinleri de teslim almak ister. Bu yüzden tutsakları “rehabilite edilecek hastalar” olarak görür; çünkü politik bilinci bir hastalık sayar. Oysa hasta olan toplumdur — sınıfsal çelişkilerle, sömürüyle, yabancılaşmayla zehirlenmiş bir toplum. Hapishane bu hastalığın karanlık aynasıdır.

Tüm bu tablo, yalnızca “insan hakları” ihlallerinden ibaret değildir; bu, kapitalist düzenin yapısal bir sonucudur. Marksizm’in temel gerçeği budur: baskı, sistemin anlık sapması değil, onun varlık koşuludur. Devlet, sınıf egemenliğinin örgütlenmiş biçimidir; dolayısıyla hapishane, bu egemenliğin en somut aracıdır. Her rejim kendi muhaliflerini zindana atarken aslında kendi mezar kazıcılarını yaratır. Çünkü baskı, direnişi doğurur; zulüm, bilinci keskinleştirir. Bastille’in, Peter ve Paul Kalesi’nin, Stammheim’ın, Diyarbakır’ın, Ulucanlar’ın, Silivri’nin, Sincan’ın tarihi hep aynı gerçeği fısıldar: içerideki zincirleri kıracak olan güç, dışarıdaki mücadelenin yükselişidir.

Cezaevindeki direnişler ne kadar kahramanca olursa olsun, dışarıdaki sınıf hareketi zayıf kaldıkça zindanlar da karanlık kalır. 19 Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş” katliamı, yalnızca bir devlet vahşeti değil, aynı zamanda dışarıdaki örgütsüzlüğün sonucuydu. Emekçi sınıflar, devrimci tutsaklarla kader birliğini kuramadığı sürece tecrit yenilemez. Fakat tarih bunun tersini de göstermiştir: emekçi sınıflar ayağa kalktığında, duvarlar devrilmiştir. Bastille’in kapılarını kıranlar, sıradan Parisli işçilerdi; IRA tutsaklarına “savaş esiri” statüsünü kazandıran, sokaklardaki halktı; 1980’lerin Türkiye’sinde zindan direnişlerini yaşatan, işçi sınıfının geçmiş mücadelelerinden süzülen bilinçti. Dolayısıyla içerinin kaderi dışarının mücadelesine bağlıdır; dışarının özgürlüğü de içeridekilerin onuruna.

Bugün cezaevlerinde yaşananlar, aslında toplumun genel halinin yoğunlaştırılmış biçimidir. Dışarıda insanlar işsizlik, borç, güvencesizlik ve ideolojik kuşatma altında yaşıyor; içeridekilerse bunun uç biçimini deneyimliyor. Dışarıda medya susuyor, sendikalar dağıtılıyor, örgütlenme bastırılıyor; içeride mektup yasaklanıyor, kitaplar toplatılıyor, sohbet hakkı engelleniyor. Dışarısı giderek büyük bir açık cezaevine dönüşüyor. Tecrit, hücreden topluma taşınmış durumda. Kapitalizm, artık yalnızca üretim alanlarında değil, duygularda ve düşüncelerde de tecrit yaratıyor. İnsanlar birbirinden koparılmış, dayanışma unutulmuş, korku içselleştirilmiştir. Bu yüzden hapishane yalnızca duvarlarla çevrili bir mekân değil, toplumsal ilişkilerin genel biçimidir. Modern toplum, gözetim altında yaşamakta; hücre, artık her yerdedir.

Fakat bu düzen, kendi yıkımını içinde taşır. Kapitalizmin her krizi, yeni bir direnişin tohumunu atar. Bugün cezaevlerinde işkence görenler, yarının adaletinin sesidir. Hasta bırakılan tutsakların çığlığı, sömürülen işçilerin sessiz öfkesine karışmaktadır. Kadınların, çocukların, devrimcilerin, öğretmenlerin, gazetecilerin, Kürtlerin, Alevilerin, dindar muhaliflerin hepsi aynı duvarın ardında aynı baskının kurbanıdır. Bu baskı ortaksa, kurtuluş da ortaktır. Bu yüzden cezaevleri meselesi yalnızca “insani” bir mesele değil, sınıf mücadelesinin bir cephesidir. Zindanların yıkılması, ancak sömürü düzeninin yıkılmasıyla mümkündür.

Marksizm’in görevi, bu bağı açık etmektir: içerisi ve dışarısı birdir; hapishane ve fabrika aynı zincirin halkalarıdır; baskı ve sömürü aynı kökten beslenir. Özgürlük, yalnızca bireysel değil, kolektif bir kurtuluştur. Bastille nasıl devrimci kitlelerin öfkesiyle yıkıldıysa, F-tipi ve kuyu tipi hücreler de emekçilerin örgütlü mücadelesiyle yerle bir edilecektir. O gün geldiğinde duvarlar değil, insanlık kazanacaktır; zindanlar değil, özgürlük şarkıları yankılanacaktır. Çünkü tarih, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların tarafındadır. Ve o zincirler, artık kırılmaya hiç olmadığı kadar yakındır.