YURTTA SOSYALiZM, CiHANDA KOMüNiZM!

MARKSİZM

Marksizm, insanlığın kendi tarihini ilk kez bilince çıkarmasının adıdır. O, dünyayı yalnızca açıklamaya değil, değiştirmeye yönelen bir düşüncedir. Marx ve Engels, felsefeyi soyut tartışmalardan kurtarıp toplumsal pratiğin içine yerleştirmiştir. Gerçeklik insan bilincinden bağımsızdır ama insan eylemiyle dönüştürülür. Doğru bilgi, gerçeği olduğu gibi yansıtmaktan çok, onu değiştirme gücüyle ölçülür. Marksizm bu nedenle hem felsefe, hem bilim, hem de devrimci eylemdir. Onun felsefesi materyalizmdir; ama bu donmuş bir madde anlayışı değil, çelişkiler içinde gelişen diyalektik bir materyalizmdir. Madde, sürekli hareket ve dönüşüm halindedir; her şey, kendi zıddını üreterek ilerler. Bu yüzden Marksizm’in gerçeği, durağan bir yapı değil, tarihsel bir süreçtir. Tarihi anlamak, onu belirleyen toplumsal ilişkileri çözümlemektir. Marx, insanların bilincini belirleyenin düşünceleri değil, onların toplumsal varlıkları olduğunu söyler. Toplumun temeli üretim biçimidir; üretim biçimi değiştikçe düşünce biçimleri de değişir. Tarih, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin sonucunda ilerler. Bu çelişki, sınıf mücadelesi biçiminde kendini gösterir. Tüm toplumsal sistemler bu mücadelenin ürünüdür. Kapitalizm de böyle doğmuş, kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını yaratmıştır. Marx’ın yöntemi, toplumu soyut fikirlerle değil, maddi ilişkilerle açıklamaktır. O, ekonomiyi, siyaseti ve ideolojiyi tek bir bütünün farklı düzeyleri olarak ele alır. Gerçekliği anlamak için önce onun maddi temeline inmek gerekir. Felsefi olarak Marksizm, insanı doğanın bir parçası olarak görür. İnsan, doğayı dönüştürürken kendini de dönüştürür; bu nedenle insan özü, sabit değil, tarihsel bir ilişkidir. Bilim, doğanın yasalarını kavramanın; siyaset ise bu bilgiyi toplumsal dönüşüme yönlendirmenin biçimidir. Marx ve Engels’e göre insan, ancak kolektif eylemle özgürleşebilir. Özgürlük, zorunlulukların bilincidir; doğayı anlamak, onunla bilinçli bir uyum kurmaktır. Komünizm, bu bilinçli uyumun toplumsal biçimidir. Kapitalizmde bilim, sermayenin çıkarına hizmet eder; komünizmde ise bilginin amacı insanlığın ortak gelişimidir. Marksizm’in eleştirel gücü, her şeyi çelişkileri içinde kavramasından gelir. Düşünce, toplumsal çelişkilerin yansımasıdır; onları çözmek için dünyayı değiştirmek gerekir. Bu nedenle Marksizm, hem teorik hem pratik bir devrimdir. Onun diyalektiği, doğa, toplum ve düşünceyi aynı hareketin farklı biçimleri olarak kavrar. Her süreç kendi zıddını yaratır; çelişki, gelişmenin kaynağıdır. Denge geçici, değişim kalıcıdır. Gerçeklik, karşıtların birliğinde var olur. Bu nedenle Marksizm, dünyayı donmuş kavramlarla değil, hareketin yasalarıyla açıklar. Felsefi olarak bu, idealizmin reddidir; politik olarak ise devrimin zorunluluğudur.

Diyalektik materyalizm, doğanın, toplumun ve düşüncenin aynı hareket yasalarına göre işlediğini söyler. Madde, durağan bir varlık değil, kendi iç çelişkileriyle sürekli değişen bir süreçtir. Her varlık, kendi karşıtını içinde taşır; bu karşıtlık gelişmenin motorudur. Denge değil çelişki, durağanlık değil hareket esastır. Bu anlayış, idealizmin özcü felsefelerine karşı bir devrimdir. Bilinç, maddeye dışsal bir şey değil, onun gelişiminin bir ürünüdür. İnsan bilinci, doğanın kendini düşünmesidir. Bu nedenle düşünce, doğayı sadece yansıtmaz, onu etkin biçimde dönüştürür. Bilgi, pratik içinde doğrulanır; bir düşüncenin doğruluğu, gerçeği değiştirme gücüyle ölçülür. Marx’ın “düşüncenin doğruluğu pratikte kanıtlanır” sözü bu nedenle diyalektik materyalizmin temelidir. Bilim, bu etkin bilginin en gelişmiş biçimidir. Ancak kapitalizm altında bilim, özgür değil; sermayenin denetimindedir. Bilimsel bilgi, üretici güçleri geliştirir ama üretim ilişkilerinin sınırlarına çarpar. Kapitalist üretim biçimi, bilimi kârın hizmetine sokar; böylece bilgi, insanın özgürleşme aracı olmaktan çıkar, tahakkümün aracı haline gelir. Bu yüzden bilimin gerçek kurtuluşu, toplumun kurtuluşuna bağlıdır. Komünizm, bilginin ve emeğin özgür birliğidir. Bilim burada insanlığın ortak gelişimini sağlar; bilgi, insanın insan üzerindeki değil, doğa üzerindeki egemenliğini güçlendirir. Engels’in dediği gibi doğaya hükmetmek, onun yasalarını anlamakla mümkündür; doğayı anlamak ise onunla uyum içinde yaşamayı gerektirir. Doğa, birbirinden kopuk parçaların değil, sürekli etkileşim içindeki süreçlerin bütünüdür. Her şey birbiriyle bağlantılıdır; hiçbir varlık yalıtık değildir. Bu evrensel bağlılık, diyalektiğin özüdür. Neden ve sonuç birbirinden kopuk değil, sürekli olarak birbirini üretir. Niceliksel değişim bir noktada nitel bir sıçramaya dönüşür. Bu kural hem doğada, hem toplumda, hem de düşüncede geçerlidir. Bu nedenle diyalektik materyalizm, yalnızca bir doğa anlayışı değil, aynı zamanda bir tarih anlayışıdır. Metafizik düşünce değişimi reddeder; diyalektik düşünce değişimi kaçınılmaz görür. Metafizik düzeni kutsallaştırır; diyalektik düzenin tarihsel olduğunu gösterir. Bu yüzden diyalektik materyalizm, yalnızca bir felsefe değil, devrimci bir bakış açısıdır. Çünkü her şeyin değiştiğini bilmek, hiçbir şeyin sonsuza kadar süremeyeceğini bilmektir. Bu da mevcut düzenin doğallığını değil, geçiciliğini gösterir. Diyalektik materyalizm, dünyayı anlamanın değil, onu dönüştürmenin teorisidir.

Tarihsel materyalizm, toplumun gelişimini fikirlerle değil, maddi üretim biçimleriyle açıklar. İnsanlar yaşamlarını üretirken, aynı zamanda toplumsal ilişkilerini de üretirler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin düzeyine bağlı olarak değişir. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki, tarihin itici gücüdür. Bu çelişki bir aşamada sınıf mücadelesi biçimini alır. Sınıflar, üretim araçlarına sahip olanlar ile emeğini satarak yaşayanlar arasındaki tarihsel bölünmeden doğar. Toplum, bu karşıtlığın biçim değiştiren tarihidir. Feodalizmde serf ile toprak sahibi, kapitalizmde işçi ile burjuva karşı karşıyadır. Her üretim tarzı, kendi içinde taşıdığı çelişkilerle yıkılır ve yerini yeni bir topluma bırakır. Marx’a göre kapitalizm, tarihin en gelişmiş ama aynı zamanda en çelişkili aşamasıdır. Sermaye, emeğin ürününe el koyarak büyür; ama bu büyüme, kendi mezar kazıcısını, proletaryayı yaratır. Üretici güçler, özel mülkiyet ilişkilerinin sınırlarını aşar. Bu çelişki, devrimci bir dönüşümün maddi temelidir. Marx’ın yöntemi, toplumsal olguları soyut fikirlerle değil, maddi ilişkilerle çözümlemektir. Ekonomi, hukuk, siyaset ve ideoloji birbirinden kopuk değil, aynı yapının farklı düzeyleridir. Temel, üretim biçimidir; üstyapı, bu temelin üzerinde yükselir. Ancak bu, mekanik bir belirlenim değildir. Üstyapı da temeli etkiler; ideoloji ve siyaset, ekonomik ilişkilerin yeniden üretiminde aktif rol oynar. Toplumsal değişim, bu karşılıklı etkileşim içinde gerçekleşir. Tarih, insanların bilinçli planlarından değil, zorunlu ilişkilerin çatışmasından doğar. Ancak bu, insanın edilgin olduğu anlamına gelmez; insanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama onu kendilerinden önce verilmiş koşullar içinde yaparlar. Tarih, zorunluluk ile özgürlüğün birliğidir. Özgürlük, bu zorunlulukların bilincine varmaktır. Kapitalizmin çelişkileri, hem üretici güçlerin gelişimini hem de insanın yabancılaşmasını derinleştirir. İşçi, kendi emeğinin ürününden, kendi öz varlığından, doğadan ve diğer insanlardan kopar. Bu yabancılaşma, özel mülkiyetin toplumsal ilişkilerdeki yansımasıdır. Komünizm, bu yabancılaşmanın aşılmasıdır. İnsan emeğini kendi amacı haline getirdiğinde, üretim zorunluluk değil, yaratıcı etkinlik olur. Tarih, bu özgürleşmenin sürecidir. Marx için komünizm, ütopya değil, mevcut toplumun iç çelişkilerinden doğan zorunlu bir sonuçtur. Tarihsel materyalizm, bu zorunluluğun bilincidir.

Marksizm, bilimi ve ideolojiyi birbirinden tamamen ayırmaz; ikisini de toplumsal pratiğin ürünleri olarak görür. Bilim, insanın doğa ve toplum üzerindeki etkinliğinin bir biçimidir; ideoloji ise bu etkinliğin düşünsel çerçevesidir. Bilim, olguların iç yasalarını açığa çıkarırken, ideoloji insanların bu yasalarla kurduğu ilişkileri biçimlendirir. Marx’a göre bilgi hiçbir zaman toplumsal koşullardan bağımsız değildir. Her bilgi, belirli bir üretim tarzının içinde, belirli bir sınıf perspektifinden üretilir. Ancak bu, nesnel doğruluğu imkânsız kılmaz; tersine, bilgi tam da toplumsal pratik içinde sınandığı için doğrudur. Marksizm bu nedenle bilimi mutlak bir otorite değil, eleştirel bir süreç olarak görür. Engels, bilimi doğanın diyalektik yasalarını anlamanın aracı olarak ele almış, doğayı mekanik değil, tarihsel bir sistem olarak kavramıştır. Doğada da toplumda olduğu gibi karşıtlıklar, çelişkiler ve sıçramalar vardır. Bu anlayış, bilimin kendisini de ideolojik körlüklerden kurtarmanın yoludur. Bilim, toplumsal ilerlemenin bir gücü olabilir; ama kapitalizmde sermayenin hizmetine girdiğinde yabancılaşır. Althusser, Marksizm’in bu bilim anlayışını yeniden yorumlarken, Marx’ın düşüncesinde bir “epistemolojik kopuş” bulunduğunu ileri sürer. Ona göre Marx, gençlik dönemiyle olgunluk dönemi arasında ideolojik felsefeden bilime geçmiştir. Ancak bu yorum, Marksizm’in bütünlüğünü parçalar. Marx’ın gelişimi bir kopuştan çok bir olgunlaşmadır; erken döneminde felsefi dilde dile getirdiği düşünceler, sonrasında bilimsel biçim kazanmıştır. Marx’ta felsefe ve bilim ayrılmaz; felsefe, bilimin genel ilkelerini kurar; bilim, felsefeyi somutlaştırır. Althusser’in bilim–ideoloji ayrımı, Marksizm’in diyalektik karakterini zayıflatır. Çünkü ideoloji, yalnızca “yanlış bilinç” değil, toplumsal yaşamın zorunlu biçimidir. İnsanlar ideolojisiz yaşayamaz; çünkü ideoloji, bireylerin toplumsal yapıyla ilişkilerini anlamlandırma biçimidir. Önemli olan, hangi sınıfın ideolojisinin egemen olduğudur. Burjuva ideolojisi, üretim ilişkilerini doğal ve değişmez gösterir; komünist ideoloji ise bu ilişkilerin tarihsel ve geçici olduğunu açığa çıkarır. Marksist ideoloji, dünyayı çarpıtmadan dönüştürmeyi hedefler. Bu nedenle komünist bilinç, bilimsel bilgiyle birleştiğinde gerçek bir devrimci güç haline gelir. Engels’in doğa anlayışıyla Marx’ın tarih bilimi birleştiğinde, hem doğa hem toplum diyalektik bir bütün olarak kavranır. Bilim, insanın doğayı anlamasının; ideoloji, bu anlamı tarihsel eyleme dönüştürmesinin aracıdır. Marksizm, bilimi ideolojik işlevinden koparmak yerine, bu işlevi bilinçli hale getirir. Gerçek nesnellik, tarafsızlıkta değil, tarihsel konumun farkında olmaktadır.

İdeoloji, toplumsal yaşamın düşünsel biçimidir; insanlar gerçek ilişkilerini doğrudan değil, ideolojik imgeler aracılığıyla yaşarlar. Bu imgeler, toplumsal düzenin sürmesini sağlar. Marx’a göre ideoloji, maddi yaşamın bilinçteki ifadesidir. İnsanların bilinci, varoluş koşullarından doğar; ancak bu koşullar bilinci olduğu gibi yansıtmaz, tersyüz eder. Bu nedenle ideoloji, hem gerçekliği gizler hem de onu yeniden üretir. Burjuva ideolojisi, kapitalist ilişkileri doğal, değişmez ve evrensel gösterir. İşçi sınıfının ideolojisi ise bu görünüşün tarihsel niteliğini açığa çıkarır. Althusser’in ifadesiyle ideoloji, bireyleri özneye dönüştürür; insanlar toplumsal düzenin içinde kendilerini “özgür” sanırken, aslında o düzenin yeniden üretimine katkıda bulunurlar. Ancak bu durum bütünüyle edilgin değildir; çünkü ideoloji aynı zamanda direnişin de alanıdır. Her ideolojik yapı içinde çatlaklar, çelişkiler, dönüşüm olanakları vardır. Komünist ideolojik mücadele, bu çatlakları genişletir, insanların gerçek çıkarlarıyla ideolojik bilinçleri arasındaki farkı açığa çıkarır. İdeoloji yalnızca düşünsel bir alan değil, maddi bir pratiktir. Okul, aile, medya, din ve hukuk gibi kurumlar, ideolojiyi günlük yaşamın davranış biçimlerine dönüştürür. Bu kurumlar, Althusser’in deyimiyle ideolojik aygıtlardır. Onlar toplumsal düzenin devamını sağlar, ama aynı zamanda değişimin de zemini olabilir. Çünkü ideoloji, toplumsal pratikten kopuk değildir; pratik değiştiğinde ideoloji de değişir. İnsanların bilinci, yalnızca sözle değil, eylemle biçimlenir. Bu nedenle devrim, yalnızca ekonomik bir dönüşüm değil, aynı zamanda ideolojik bir mücadeledir. Komünist bilinç, işçilerin kendi konumlarını kavramasıyla başlar; kendi güçlerinin farkına varan sınıf, ideolojik zincirleri kırmaya başlar. Gerçek özgürlük, yalnızca maddi sömürünün değil, düşünsel tutsaklığın da aşılmasıdır. Bilinç, gerçekliğin pasif bir yansıması değil, onun dönüştürücü ifadesidir. İnsan, dünyayı anlamaya başladığında, onu değiştirmeye de başlar. Bu nedenle ideoloji eleştirisi, Marksizm’in kalbidir. Gerçek bir devrim, yalnız üretim araçlarının değil, düşünce biçimlerinin de değişmesini gerektirir. Komünizm, yalnızca mülkiyetin değil, bilincin de kolektifleşmesidir. İnsanlar kendi tarihlerini bilerek yaptıklarında, ideoloji bilince dönüşür; zorunluluk, özgürlüğe evrilir.

Toplum, birbiriyle ilişkili birçok düzeyden oluşan tarihsel bir bütündür. Ekonomik temel, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin birliğidir; onun üzerinde siyasal ve ideolojik yapılar yükselir. Ancak bu düzeyler birbirinden kopuk değildir. Ekonomik temel üstyapıyı belirler, fakat üstyapı da temeli etkiler; bu karşılıklı etkileşim, toplumun canlı yapısını oluşturur. Devlet, bu yapının merkezinde yer alır. Marx’a göre devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin aracıdır. Hukuk, ordu, bürokrasi ve ideolojik kurumlar, bu egemenliği sürdürmenin biçimleridir. Devlet, sınıf çelişkilerini gizleyerek toplumsal düzeni korur. Ancak bu gizleme, çelişkileri ortadan kaldırmaz; aksine onları derinleştirir. Devletin varlığı, toplumun sınıflara bölünmüş olmasının sonucudur; bu bölünme ortadan kalktığında, devlet de sönümlenir. Engels’in belirttiği gibi, geleceğin toplumu, insanların idaresi yerine şeylerin yönetimini temel alacaktır. Yani zorunluluk yerini bilince, baskı yerini özgür örgütlenmeye bırakacaktır. Kapitalist toplumda ise devlet, sermayenin genel çıkarını temsil eder. Yasalar, özel mülkiyetin korunmasını; siyaset, kârın sürekliliğini sağlar. Demokrasi, biçimsel olarak eşitlik sunsa da, ekonomik güç eşitsizliği sürdürür. Gerçek demokrasi, üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla mümkündür. Bu, yalnızca politik bir değişim değil, ekonomik temelin dönüşümüdür. Devletin ideolojik aygıtları — okul, medya, din, hukuk — bireyleri mevcut düzene uyumlu hale getirir. Ancak aynı zamanda, bu kurumlar içinde direniş ve eleştiri olanakları da vardır. Devrimci mücadele, bu alanlarda bilincin genişlemesiyle güçlenir. Toplumsal dönüşüm, yalnızca iktidarın ele geçirilmesiyle değil, yeni bir toplumsal bilincin yaratılmasıyla tamamlanır. Tarih boyunca her devrim, üretim ilişkilerinde bir değişimle birlikte ideolojik bir yeniden doğuş getirmiştir. Feodalizmin yerine kapitalizm geçerken, bireycilik ve özel mülkiyet düşüncesi doğdu; kapitalizmin yerine geçecek toplumda ise dayanışma, eşitlik ve kolektif bilinç yükselir. Komünist toplum, bu bilinç düzeyinin olgunlaşmasıyla mümkün olur. Burada üretim, bireysel kâr için değil, ortak yarar için yapılır. Emek, yabancılaşmanın değil, özgür yaratımın alanına dönüşür. Devlet, sınıfsal baskı aygıtı olmaktan çıkarak, toplumsal örgütlenmenin teknik biçimine dönüşür. Zorunluluk bilince evrilir; tarih, ilk kez insanın kendi elinde şekillenir.

Devrim, tarihin bilinçle buluştuğu andır. Toplumsal çelişkiler belirli bir olgunluğa ulaştığında, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki gerilim artık mevcut düzen içinde çözülemez hale gelir. Bu noktada niceliksel değişim, niteliksel bir sıçramaya dönüşür; devrim doğar. Devrim, yalnızca iktidarın el değiştirmesi değil, toplumun bütün yapısının dönüşümüdür. Eski ilişkiler çöker, yeni insan tipi doğar. Marx için devrim, tarihin doğal yasalarına aykırı değil, onların bilince çıkarılmış biçimidir. İnsan, zorunlulukları kavradığı anda özgürleşmeye başlar. Komünist devrim bu anlamda tarihin kendi bilincidir; üretim araçlarının toplumsallaşması, bireysel mülkiyetin ortadan kalkması, emeğin yaratıcı bir etkinliğe dönüşmesi bu bilincin somut biçimleridir. Komünizm, insanın doğayla ve kendi türüyle kurduğu ilişkinin yeniden kuruluşudur. Doğa artık sömürülecek bir nesne değil, insan yaşamının ortak alanıdır. Üretim, kâr için değil, ihtiyaç için yapılır; emek, zorunluluk değil, özgür yaratım haline gelir. İnsan, kendi emeğinin ürününü, kendi bilincini, kendi doğasını yeniden sahiplenir. Yabancılaşma sona erer; birey, toplumsal bütüne yabancı değil, onun bilinçli parçası olur. Bu, tarihin sonu değil, ilk kez bilinçli başlangıcıdır. Devlet, sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte sönümlenir. Artık insanlar üzerinde bir iktidar değil, insanların kendi yaşamlarını yönetmeleri vardır. Engels’in sözleriyle, “insanların idaresi yerini şeylerin yönetimine bırakır.” Komünist toplumda özgürlük, soyut bir hak değil, günlük yaşamın somut biçimidir. Eğitim, üretim, sanat ve bilim aynı amaca — insanın bütünsel gelişimine — yönelir. Bu toplumda eşitlik, herkesin aynı olması değil, herkesin yeteneğini tam olarak gerçekleştirmesidir. Gerçek özgürlük, bireyin kendini ortaklık içinde var etmesidir. Komünizm, tarihsel bir zorunluluk olarak doğar ama bilinçli bir eylemle gerçekleşir. Bu nedenle devrim, hem nesnel koşulların olgunlaşması hem de öznel bilincin örgütlenmesiyle mümkündür. Sınıf bilinci, bu iki düzeyin kesişimidir. Proletarya, kendi kurtuluşunu kazanırken insanlığı da özgürleştirir. Çünkü onun kurtuluşu, özel mülkiyetin, sömürünün ve hiyerarşinin tüm biçimlerinin ortadan kalkması demektir. Komünizmde insan, doğanın efendisi değil, onunla birlikte var olan bir varlıktır. Üretim ve tüketim döngüsü, doğayla uyumlu hale gelir; insanın toplumsal etkinliği, doğanın yenilenme ritmine bağlanır. Bilim ve teknoloji, doğaya tahakküm için değil, ortak yaşamın gelişmesi için kullanılır. Böylece tarih boyunca birbirine karşıt olan emek ve doğa, insan ve insanlık, birey ve toplum, özgürlük ve zorunluluk yeniden birleşir. Komünizm, bu birliğin bilincidir.

Marksizm, yalnızca bir çağın düşüncesi değil, tarihin kendi bilincidir. O, insanın kendi koşullarını kavrama ve dönüştürme yeteneğinin en yüksek biçimidir. Her dönemde farklı biçimlerde saldırıya uğramasının nedeni de budur; çünkü o, düzenin değil değişimin teorisidir. Marksizm, dogma değil yöntemdir; geçmişi kutsamaz, onu aşar. Her yeni tarihsel evrede kendini yeniler, her bilimsel ilerlemeyle derinleşir, her devrimci dalgayla yeniden doğar. Onun özü, dünyayı olduğu gibi kabul etmemek, onu kendi çelişkileriyle birlikte anlamak ve dönüştürmektir. Marx’ın düşüncesi, tarihin durağan bir şeması değil, sürekli bir hareket yasasıdır. Bu nedenle Marksizm, bitmiş bir sistem değil, yaşayan bir pratiktir. Eleştiri onun yaşam biçimidir; her dogmalaşma girişimi, onu kendi ruhundan uzaklaştırır. Engels’in dediği gibi, “Marksizm’in en kötü düşmanı, Marksizmi doktrin haline getirmektir.” Gerçek Marksizm, her çağın kendi maddi koşullarından yeniden doğar. Bugünün dünyasında da aynı ilke geçerlidir: toplumsal çelişkiler derinleştikçe, bu çelişkilerin bilinci de gelişir. Kapitalizmin teknolojik ilerleme ile toplumsal yıkımı iç içe geçiren doğası, Marx’ın öngörülerini her zamankinden güncel kılar. İnsanlık, üretici güçlerin eşi görülmemiş düzeyde geliştiği ama bu gücün küçük bir azınlığın elinde toplandığı bir çağda yaşamaktadır. Bu çelişki, tarihin yönünü yeniden belirleyecek potansiyeli içinde taşır. Bugün Marksizm, bir ideoloji olmanın ötesinde, insanlığın kendi geleceğini düşünme biçimidir. O, bilimin özgürleşmesini, emeğin yaratıcı gücünü, doğanın yeniden kazanılmasını bir bütün içinde kavrar. Onun felsefesi, bilimin materyalizmiyle insanın özgürlük arzusunu birleştirir. Marksizm, insanın kendi tarihini ilk kez bilinçli biçimde kurabileceğini gösterir. Bu, yalnızca politik bir hedef değil, aynı zamanda varoluşsal bir dönüşümdür. İnsan, doğaya, topluma ve kendine yabancı olduğu sürece özgür değildir. Gerçek özgürlük, insanın kendi yaşam koşullarını bilinçli olarak üretmesidir. Komünizm, bu bilinçli üretimin evrensel biçimidir. O, ne uzak bir ütopya ne de zorunlu bir kaderdir; her günkü mücadelenin içinde, emeğin, bilimin ve dayanışmanın her adımında yeniden kurulur. Marksizm’in felsefi mirası budur: insanın kendi yarattığı dünyaya yeniden sahip çıkma çağrısı. Bu çağrı, hâlâ geçerlidir. Çünkü dünya henüz kurtulmamıştır; çünkü tarih hâlâ devam etmektedir. Marksizm, bu tarihin yönünü gösteren bilincin adıdır.