Türkiye 1980'den itibaren ihracata dayalı, ucuz emek ve inşaat-finans temelli birikim modeline geçti. 2001 sonrası bu model daha agresif bir finansallaşma, rant yaratma ve inşaat-enerji merkezli oligopol oluşumuyla derinleşti. Bu model yüksek demokrasi, şeffaf rekabet ve hesap verebilir devlet gerektirmiyor; tam tersine merkezileşmiş, hızlı karar alan, otoriterleşmiş bir yürütme istiyordu. Bu çelişki başkanlık sistemiyle devlet biçimini dönüştürdü. Koç–Sabancı–Anadolu sermayesi ile yeni yükselen inşaat-enerji-ihale sermayesi arasında uzun bir mücadele vardı. Başkanlık sistemi, yeni sermaye bloğunun hegemonik konuma geçmesine hizmet etti. Bu çelişki siyasal otoriterleşmenin maddi temelidir. Cemaat–ordu–bürokrasi–AKP içi klikler uzun süre devlet içinde güç mücadelesi verdi. Başkanlık sistemi, bu parçalanmayı tek merkezde kontrol etme girişimiydi. Ancak aşırı merkezileşme devlet kapasitesini zayıflattı. Kurumsal çürüme ve yetkinlik kaybı doğurdu. Kentleşmiş, eğitim seviyesi artmış, genç nüfus çoğunlukta olan ve dijitalleşmiş toplum daha katılımcı, daha özgürlükçü bir sistem talep eder. Fakat siyaset daha merkeziyetçi, kapalı ve otoriter hale geldi. Çelişki olarak modernleşmiş topluma otoriter devlet biçimi geliştirildi. 1980'den itibaren özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek çalışma, finansallaşma, inşaat-rant temelli büyümenin sonucu, emek örgütlenmesinin çökmesi ve devlete bağımlı sermaye gruplarının yükselmesidir. Bu yapı otoriter rejimlerle uyumlu, demokrasiyle uyumsuzdur. Türkiye 2002–2018 arası büyümeyi dış borç ve tüketimle sağladı. Bu model kriz üretince, siyasal istikrarı sürdürmek için otoriter konsolidasyon tercih edildi. Sermaye birikimi krizi, siyasal baskı ve merkezileşme ile yönetilmeye çalışıldı. Mülksüzleşmiş ve güvencesiz kitleler oluştu. Bu kitleler otoriter popülizmin toplumsal tabanını besledi. Borçla büyüme tıkandı. Uluslararası sermaye çıkmaya başladı. Ekonomik istikrarsızlık arttı. Latin Amerika'daki gibi yeni kaynak üretmek yerine devlet kaynaklarına el koyma, merkez bankası rezervlerini kullanma, kamu ihalelerini partizan şirketlere aktarma gibi stratejiler devreye girdi. Özellikle inşaat, enerji, yol, köprü, havaalanı, maden, savunma sanayi şirketleri kazandı. Kamu ihaleleri ve imtiyazlarla hızla büyüdüler. Kadrolaşma, kaynak dağıtımı, medya kontrolü ve siyasal rekabeti dışlama ortaya çıktı. Kısa vadeli, yüksek faizli sıcak para giriş-çıkışları oldu. Otoriter rejimlerde istikrar iddiası, finans için öngörülebilirlik sağlar. Sendikasızlaştırma, düşük ücret, güvencesizlik, iş cinayetleri, gelir erozyonu, beyin göçü, geleceksizlik arttı. Hukuk güvencesi bozulunca büyük sermaye yatırım yapmaz oldu, giderek uluslararasılaşmaya yöneldi ya da sessizleşti. Kurumsal kapasite çöktü, liyakat yok oldu, toplumsal güven azaldı. Yargı bağımsızlığı zayıfladı, hukuk bir rekabet alanı olmaktan çıkıp yürütmenin aracı haline geldi, mülkiyet güvencesi zedelendi. Bu, sermaye dağılımını siyasal sadakate bağlar. Eleştirel kültür baskılandı, konforlu bir "milliyetçi–muhafazakâr popüler kültür" üretildi. Sanat, medya ve akademi tek çizgiye indirgendi. Demokrasi küçümsendi, güçlü lider = istikrar fikri hegemonik hale geldi, sınıf çelişkileri yerine kültürel kutuplaşma öne çıkarıldı. Kurumsal siyaset yerini kişisel liderliğe bıraktı, meclis sembolik hale geldi, teknokratik değil sadakat temelli kadrolar yükseldi. Bu rekabetçi otokratik başkanlık rejimidir. Bunun arkasındaki maddi temel, kriz neoliberalizminin yönetememesi ve devletin parti-devleti olmasıdır.
Bugün Türkiye'de ve dünyada klasik anlamda fabrika işçisi (sanayi proletaryası) toplumun küçük bir bölümünü oluşturuyor. Güvencesiz çalışanlar, taşeron işçiler, kuryeler, depo işçileri, beyaz yakalılar, ev içi ücretsiz emek, işsiz gençler, borçlu haneler, tarımda yarı-proleterleşmiş nüfus, freelancer çalışanlar ve platform emeği, yani "dağınık ama çok geniş bir proleter halk" ortaya çıktı. Aynı fabrikada örgütlenemiyor, aynı mekânda çalışmıyor, aynı işverene bağlı değiller. Sendikal ilişki ağı çok zayıf, dolayısıyla 19. yüzyıl tarzı bir "tek merkezli işçi sınıfı öncülüğü" maddi olarak mümkün değil. İşçiler öncülüğünde yeni özne beyaz yakalı ücretliler, güvencesiz emek, dijital emekçiler, kent yoksulları, öğrenci gençlik, orta sınıfın mülksüzleşen kesimi, borç batağındaki haneler, kadın emeği, taşeron-devlet işçisi ve tarımda yarı-proleter nüfus olarak yeni proleter halktır. Bu proleter halkın, kapitalist üretim ilişkileri tarafından düşük ücret, güvencesizlik, borç sarmalı, barınma krizi, enflasyon, şehir rantı ve platform şirketlerinin sömürüsü olarak ortak bir maddi mağduriyet zemini var. Ama maddi mağduriyet "otomatik olarak" siyasi özne yaratamaz. Maddi çelişki (üretim ilişkilerinin krizi), örgütlü yapı (sendika, dernek, parti, kooperatif, dayanışma ağı), hegemonik anlatı (sınıf bilinci yaratacak kültürel-ideolojik bir dil) olmadan "proleter halk, bireylerin toplamı olarak kalır; bir "tarihsel özne" olamaz. Türkiye'de otoriterleşme ve başkanlık rejimi, sermaye bloklarının merkezileşmesi, inşaat-enerji finans kapitalinin hegemonik olması ve borçla büyüme modelinin çökmesi gibi maddi süreçlere dayanıyor. Bu süreç yeni bir sınıfsal antagonizma yaratıyor. "Mülksüzleşmiş geniş halk kesimlerine karşı devlet destekli rant oligarşisi." Bu antagonizma, klasik işçi–burjuvazi karşıtlığının güncellenmiş biçimidir. Modern toplumlarda özne sendikalar, öğrenci hareketi, kadın hareketi, çevre hareketi, kent hakkı hareketleri, dijital emek örgütlenmeleri, kooperatifler, yerel dayanışma ağları ve bağımsız basın-platformlar gibi birbirine eklemlenen bir ağdan oluşur. Bugün devrim, ideolojik hegemonya, kültürel alanın dönüşümü, ekonomik alternatif modeller, yerel yönetim uygulamaları, dayanışma ağları, bilgi üretimi, dijital alan mücadelesi, emek örgütlenmesinin yeni biçimleri, radikal sosyalizm talepleri gibi uzun bir süreç gerektirir. Türkiye'de en sert çelişki yeniden üretim krizi olarak konut ve kiralar üzerinden çıkıyor. Hanehalkı borcu, proletaryanın modernleşmiş hâlidir. Bağımlılık yaratır, sınıf bilincini tetikler. Motor kuryeler, depo işçileri, e-ticaret emekçileri klasik fabrikaların yerini alıyor. Yoğun sömürü altında, mekânsal olarak dağınık ama dijital olarak birleşmiş işçiler yeni proleter halkın en somut biçimidir. Çalışmanın güvencesizleşmesi, gelir erimesi, mülksüzleşme, barınma ve temel harcama krizi, borçlanma, ortak deneyimin artması, sınıfsal farkındalık, yatay dayanışma ağları, yeni sendikal formlar, eşitlikçi hegemonik anlatı, kamusal kaynakların adaletli bölüşümüyle halk özneleşir. Klasik sanayi işçisi merkezli devrim modeli bugünün maddi koşullarıyla uyumlu değil. Ama genişlemiş, parçalı, güvencesiz, borçlu, kentli proleter halk, kapitalizmin bugünkü üretim ilişkilerinin doğal sonucu. Teorik olarak toplumsal dönüşüm artık, sınıfın tek bir katmanının değil, çoklu katmanlarının, kültürel hegemonya mücadelelerinin, ekonomik adalet taleplerinin, radikal sosyalizm talepleri ve süreçlerinin ve dayanışma ağlarının birikimli bir proleter halk oluşturmasıyla mümkündür.
#ProleterHalk #Proletarya #Halk
