YURTTA SOSYALiZM, CiHANDA KOMüNiZM!

TÜRKİYE DEVRİMİ

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu dönemde, ekonomisi büyük ölçüde tarım sektörüne dayanıyordu. Ancak zaman içinde sanayileşme süreci hızlandı. Bugün hâlâ büyük bir tarım kesimi ve bununla birlikte sanayileşmiş bir ekonomi arasında ciddi bir denge kurulamamıştır. Türkiye'nin ekonomik büyümesi büyük ölçüde inşaat ve hizmet sektörüne dayalıdır. Sanayi üretimi ve tarım arasındaki bu çelişki, iş gücü piyasasında, gelir dağılımında ve ekonomik kalkınmada eşitsizliklere yol açmaktadır. Türkiye, küresel kapitalizmle entegrasyonunu hızla artırmış olsa da, hâlâ dünya ekonomisinde bağımlı bir pozisyondadır. Sanayi üretiminin büyük bir kısmı yabancı sermaye yatırımlarına, dış borçlanmaya ve küresel piyasalara bağlıdır. Bu durum, Türkiye'nin ekonomik bağımsızlık arzusu ile küresel kapitalizmle entegrasyon arasındaki çelişkiyi doğurur. Küreselleşmenin getirdiği rekabet ve dışa bağımlılık, yerel üreticilerin ve sanayicilerin finansal zorluklarla karşılaşmasına yol açmaktadır. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, Türkiye'nin en büyük çelişkilerinden biridir. Hem kırsal hem de kentsel alanlarda büyük gelir uçurumları vardır. Zengin ile yoksul arasındaki fark giderek açılmaktadır. Büyük şehirlerdeki refah seviyesi ile Anadolu’nun birçok bölgesindeki yoksulluk arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır. Bu durum, toplumsal huzursuzluğu beslerken, ekonomik kalkınmanın adil bir şekilde dağılmaması, hem ekonomik hem de politik bir çelişki yaratmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığı, esas olarak kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünü olarak şekillenmiştir. Özellikle 1980'ler sonrası yapılan serbest piyasa reformları, Türkiye'nin kapitalist ekonomik yapısının güçlenmesine yol açmıştır. Devlet müdahalesinin azalması ve özelleştirmelerin hızlanması, Türkiye'nin ekonomik yapısının temel bileşenleridir. Türkiye üretim biçimi, sanayi kapitalizmi ve tarım arasında geçiş halindedir; bu genellikle kır ile şehir arasındaki gelir ve fırsat eşitsizliklerini beslemektedir. Türkiye'nin büyük sanayi ve hizmet sektörleri, küresel kapitalizme entegre olmuştur. Ama büyük ölçüde tarıma dayalı olan kırsal kesimlerde geleneksel üretim biçimleri ve ilişkileri hüküm sürer. Bu çelişki, Türkiye'nin ekonomik yapısının her iki uç arasında sıkışmasına neden olur. 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarda devletçilik ilkesine dayalı bir ekonomik yapı kurmayı hedeflemiştir. Türkiye'nin sanayileşmesi için devlet tarafından büyük yatırımlar yapılmış, demir-çelik gibi ağır sanayilere devlet tarafından el atılmıştır. Bu dönemde ekonomi, büyük ölçüde tarım ve devlet yatırımlarıyla şekillenmiştir. 1950'lerin sonunda ithal ikameci sanayileşme modeline geçilmiştir. Bu dönemde, dışa bağımlılığı azaltmak için iç piyasada üretim teşvik edilmiş, ancak aynı zamanda Türkiye'nin dış borçları artmıştır. Bu aşama, Türkiye'nin sanayi altyapısının gelişmesine, ancak dışa bağımlılığın devam etmesine yol açmıştır. 1980'lerde Turgut Özal'ın hükümetinin serbest piyasa reformları ile Türkiye, dışa açılma ve küreselleşme sürecine girmiştir. Bu dönemde Türkiye'nin dışa bağımlılığı artmış, ancak büyüme de hızlanmıştır. Finansal serbestleşme, özelleştirmeler ve büyük altyapı projeleri, Türkiye'nin ekonomik yapısını köklü bir şekilde değiştirmiştir. Türkiye'de ekonomik büyüme genellikle inşaat, enerji ve finans sektörlerinde yoğunlaşmıştır. Bu sektörler, büyük sermaye gruplarına büyük kazançlar sağlamaktadır. Ayrıca, yabancı yatırımcılar, Türkiye'ye gelen sermaye akışından fayda sağlamaktadır. Türkiye'nin büyük şehirlerinde yaşayan orta sınıf, özellikle hizmet sektöründeki büyüme ve sanayi üretimi sayesinde belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. Türkiye'nin kırsal kesimindeki halk, genellikle tarımsal üretimle geçim sağlar. Ancak sanayileşme ve küresel pazarların etkisiyle bu kesim gelir kaybı yaşamakta, tarım alanları küçülmekte ve göç hareketliliği artmaktadır. Türkiye'deki düşük gelirli sınıflar, ekonomik büyümeden pay alamamaktadır. Gelir eşitsizliği giderek derinleşmektedir. Özelleştirmeler ve neoliberal politikalar, işçi sınıfının haklarını zayıflatmış, sendikal hareketler daha da zor duruma gelmiştir. Ekonomik değişim, Türkiye'deki ideolojik yapıyı dönüştürmüştür. 1980'ler sonrası, özellikle neoliberal politikaların etkisiyle, bireyselcilik, serbest piyasa ekonomisi ve tüketim kültürü ideolojik olarak yaygınlaşmıştır. Devletin daha küçük rolü, piyasaların öne çıkması, sosyal devlet anlayışını zayıflatmış, sosyal adalet talepleri azalırken, bireysel başarının ön plana çıktığı bir kültür gelişmiştir. Ekonomik değişim, Türkiye'nin siyasal yapısını da etkilemiştir. Neoliberalizmle birlikte, devletin ekonomi üzerindeki rolü azalmış, özelleştirmeler ve dışa açılma politikaları siyasette büyük yer tutmuştur. Aynı zamanda ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıkları tetiklemiş, hükümetler arasında geçişler yaşanmıştır. Ekonomik reformlarla birlikte, özel mülkiyet hakları, iş gücü piyasası, rekabet hukuku gibi alanlarda önemli hukuki değişiklikler yaşanmıştır. Ancak bu dönüşüm, işçi hakları ve sosyal güvenlik gibi alanlarda zayıflamalara yol açmış, ekonomik güvencesizliğe neden olmuştur. Ekonomik dönüşüm, kültürel yapıyı da etkilemiştir. Kapitalizmin yükselişi, bir tüketim kültürünün yayılmasına neden olmuş, geleneksel değerlerle modern değerler arasındaki çatışma derinleşmiştir. Ayrıca, büyük şehirlerin gelişimiyle birlikte kültürel çeşitlilik artmış, ancak aynı zamanda toplumsal kutuplaşmalar da derinleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel çelişkileri ekonomik yapıdaki eşitsizliklerden kültürel değişimlere kadar geniş bir yelpazede hissedilmektedir. Çelişkiler hem yerel hem küresel düzeyde dinamiklerle şekillenir ve ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıyı sürekli olarak dönüştürmektedir.

Türkiye'de en geniş tarihsel etkiye sahip çizgi Leninizm; öncü parti modeli, anti-emperyalizm ve örgüt disiplinini esas alan yaklaşım. "Özgün teorik etki" bırakan ikinci çizgi ise Maoizm; Kürt sorunu, devlet-toplum ve resmi ideoloji tartışmasıyla belirgin teorik iz bırakan çizgi. Üçüncü olarak 1960–1980 arasında Stalin epigonu olan "Marksist-Leninist" denen modernist ve devletçi çizgi egemendi. Dördüncü olarak ise 1968 kuşağında romantik devrimci model olarak taktik düzeyde etkili olan Guevarizm; kırsal gerillalık, fedailik ve anti-emperyalist radikalizm. Beşinci olarak Troçkizm ise hiçbir zaman kitle düzeyinde etkili olmadı. 1980 sonrası küçük örgütler ve yayın çevreleri üzerinden varlık gösterdi. Ne yazık ki son olarak ise bazı akademik çevrelerde etkili olsa da devrimci hareket düzeyinde belirleyici olmayan Klasik Marksizm var.

Bağımlı kapitalizmin çözülmesini hedefleyen, MDD'den sosyalist devrime kesintisiz geçişi savunan, silahlı mücadeleyi zorunlu strateji gören Mahir Çayan'a göre devrim, sırasıyla "Milli Demokratik Devrim, Demokratik Halk İktidarı ve Sosyalist Devrim" olarak aralıksız üç aşamalıdır. MDD'nin hedefi emperyalizm ve oligarşinin tasfiyesi, önderi işçi sınıfı öncülüğünde devrimci ittifak ve yöntemi silahlı mücadeledir. Geçiş süreci Demokratik Halk İktidarı ile sürecin doğal devamı Sosyalist Devrim olur. Aşamalı ama aralıksız olduğu için teoriye "kesintisiz" der. Düzen-içi yolla devrim imkansızdır. Şehir gerillası ve kırsal alan çalışması birbirini tamamlar. Egemen sınıf tekelci burjuvazi, büyük toprak ağaları ve bürokratik-askerî-siyasal üst yapıdan oluşan oligarşidir. Teorik esas kriz → baskı → çatışma → devrimci yükseliş zinciridir.

Türkiye'nin yarı-sömürge ve yarı-feodal olduğunu savunan İbrahim Kaypakkaya'nın teorik temellerini Mao Zedung'un geliştirdiği Halk Savaşı, Yeni Demokratik Devrim ve Proleter Kültür Devrimi oluşturur. Aşamasız devrimin stratejik yöntemi ise kırdan kente uzun süreli halk savaşıdır. Ona göre Kemalizm ilerici değil, burjuva-feodal bir diktatörlüktür. Milli baskı, Kürt sorunu, devlet şiddeti, sınıfsal çıkarlar gibi konularda sistematik çözümlemeleri vardır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz destekler. Devleti askeri–bürokratik bir aygıt yönetir. Geniş yoksul köylülerin devrimin temel gücü olduğunu ve feodal üretim ilişkilerinin geçerli olduğunu savunur. Devlet yapısı ve egemen sınıflar emperyalizme dayanır. Büyük toprak sahipliği, ağalık düzeni ve devlet bürokrasisi iç içedir. Mahir Çayan'ın aksine Kemalizm faşizmdir.

Türkiye'nin ekonomik ve siyasi bağımlılığının temelinde ABD-NATO olduğunu savunan Deniz Gezmiş'in tek ve sistematik bir teorisi yoktur. "Ulusal Demokratik Devrim" ile emperyalist etkiden arınmayı savunur. Onun için devrim sadece siyasal değil, ekonomik-sosyal yapının dönüşümüdür. Onda Türkiye'de devrimci değişim için silahlı mücadele ve gerilla yöntemleri bir araç olarak görülmüştür. O devrimin öncüsü olarak gençliği ve üniversite öğrencilerini görmüştür. ABD'nin ülkeye askerî-ekonomik müdahalesini eleştirmiş ve buna karşı da radikal direnişi savunmuştur.

1970'ler sonunda Türkiye'deki derin ekonomik kriz, yüksek enflasyon, grevler, kitlesel işçi eylemleri, sağ–sol çatışması ve devlet kurumlarının tıkanması bir hegemonya krizi yarattı. Burjuvazi piyasa düzeni ve sermaye birikimini tehdit eden sınıfa karşı çıkarlarını yönetemiyordu. 12 Eylül 1980 darbesinin hedefi işçi sınıfını ezmek, örgütlülüğü dağıtmak ve sömürüyü artırmaktı. Sermaye, dünya kapitalizmiyle uyumlu neoliberal bir birikim modeli istiyordu. Dönüşüm düşük ücret, sendikal gücün zayıflaması, esnek çalışma ve ihracat odaklı büyüme gerektiriyordu. Parlamenter sistemde bu reformlar toplumsal direnişle karşılaşıyordu. Darbe, neoliberal dönüşüme askerî zorla zemin hazırlamak için yapıldı. Darbeden hemen sonra Turgut Özal'ın ekonomi programının uygulanması bu tezin en güçlü desteğidir. Peki darbe olmasaydı "devrim" olur muydu? Hayır, büyük olasılıkla Türkiye'de 1980'de bir sosyalist devrim gerçekleşmezdi. Sol hareket güçlüydü ama parçalı ve stratejik birlikten uzaktı. Aralarında programda, yöntemde ve siyasi derin ayrılıklar bulunuyordu. Aralarında koordinasyon yoktu, sol-içi çatışmalar bile oluyordu. Kitle tabanı büyüktü ama iktidar perspektifi net değildi. MHP'ye bağlı Ülkü Ocakları, İslamcı gruplar, milliyetçi örgütlenmeler geniş bir tabana sahipti. Bu nedenle herhangi bir tek taraflı devrimci atılımın karşısında ciddi direnç olacağı açıktı. Ordu ise devrime hizmet etmezdi. Devrim hedefi vardı ama geniş toplumsal destek yoktu. Silahlı mücadele grupları küçük ve koordinasyonsuzdu. Latin Amerika'da ABD destekli darbeler artıyordu. SSCB ekonomik olarak zorlanmaya başlamıştı. NATO üyesi bir ülkede komünist bir devrim, Soğuk Savaş dengeleriyle uyumsuzdu. Ayrıca belirtmek gerekir ki sağ-sol çatışması, yani 1970'lerin sonundaki olaylar, basit bir "iki taraflı çatışma" değil, otoriter bir darbe düzenine geçişi kolaylaştırmak için örgütlü, ideolojik ve sistematik biçimde uygulanan faşist terör stratejisidir. Yeşil kuşakla uyumludur.

Devrim kendiliğinden ortaya çıkan bir olay değil, belli tarihsel, ekonomik ve toplumsal koşulların olgunlaşmasıyla mümkün olan bir süreçtir. Devrim, üretim güçleri mevcut "üretim ilişkilerine sığmadığında" ortaya çıkar. Devrim, sınıflar arasındaki mücadelenin en yüksek biçimidir. Gelişmiş üretim teknikleri özel mülkiyet tarafından verimli kullanılamıyor ve kapitalist üretim tarzı toplumsal ihtiyaçlarla çelişiyorsa sistem tarihsel bir tıkanma yaşar. Genişleyen proletaryada sınıf bilinci artar ve egemen sınıf kendi içinde bölünmeler yaşarsa devrim olabilir. En basitinden tek ülkede sosyalizm olsa gelir-servet eşitsizliği biter, iş güvencesi olur, temel ihtiyaçlar (sağlık, eğitim, barınma vb.) ücretsiz garanti edilir, piyasa rekabeti olmaz ve temel hizmetler herkes için ulaşılır olur ve kişisel eşya değil üretim araçları ortak olur. Küresel komünizm olsa en basitinden özel mülkiyet ve para sistemi kalkar, kıtlık olmaz, kaynaklar ihtiyaca göre dağıtılır, tüm insanlık bir sınıf olarak düşünülür, eşitlikçi bir kültür olur, savaşlar ve uluslararası rekabet ortadan kalkar. Kabullenmemenin makul bir gerekçesi yok. "Özgürlük" istiyorsak, proletarya kapitalist sisteme karşı devrim yaparak sınıflı toplumu ortadan kaldırmalıdır. Sınıflı toplum ortadan kalktığında proletarya da bir sınıf olarak varlığını sürdürmez, çünkü sınıf kimliği artık ekonomik temele dayanmaz. İnsanlık tek bir sınıf olur. Yani proletarya, kapitalizmin çerçevesinde bir sınıf olarak vardır, üretim araçlarına sahip olmadığı için sınıftır. Üretim araçları ortak mülkiyete geçerse sınıf ayrımları ortadan kalkar. Dolayısıyla proletarya, artık bir sınıf olarak tanımlanamaz. Proletarya geçici bir araçtır.

Kemalizm etnik kimlikten ulus yerine "yurttaşlık temelli" bir ulus temelinde kendini yeniden kurmuş olsaydı, siyasi meşruiyet kamusal aidiyetten doğardı. Bu, modern anlamda daha küresel ve kapsayıcı bir ulusçuluk biçimi yaratırdı. Peki sosyalizme geçiş sürecine dönüşebilir miydi? Hem evet hem de hayır. Kemalizm, tam sosyalist bir geçiş süreci haline gelmezdi ama "sol kalkınmacı / proto-sosyal demokrat" bir modernleşme projesine dönüşebilirdi. Çünkü 1929 Buhranı sonrası çoğu çevrede görülen korporatist, karma ekonomik modelin bir tür Türkiye uyarlamasıydı. Planlama vardı ama rasyonel-kalkınmacı bir planlamaydı. Devlet, özel sektörün olmadığı alanları geçici olarak doldurmak üzere devreye giriyordu. Dolayısıyla proletarya diktatörlüğüne benzer mekanizmalar (planlama, devlet işletmeleri, fiyat kontrolü) olsa bile amaç sanayileşmeydi. Yine de etnik gruplarla çatışma olasılığı daha düşük bir devlet inşa edileceği için rejim ideolojisi, sınıf-merkezli bir toplumsal dönüşüme alan açabilirdi. Sınıf-temelli politik bir yönelim olabilir, devletin ekonomik müdahalesiyle üretim ilişkilerini dönüştürmeye çalışabilirdi. Daha kapsayıcı yurttaşlıkla devlet ile toplumsal gruplar arasında daha az gerilim, daha düşük etnik merkezcilikle devletin ideolojik odağı kültür yerine ekonomi-toplum, milliyetçilik zayıfladıkça sosyal adalet ve sınıf sorunu daha görünür hale gelebilirdi. Devrim ilerleyebilirdi.

Kemalizmin sosyalizme geçiş sürecine dönüşmesi için ideolojik alanda halkçılığın sınıfsal bir içerik kazanması, devletçiliğin yalnızca kamuculuktan çıkarak emekçi kontrolü ve toplumsal mülkiyet fikriyle uyumlu hâle gelmesi, milliyetçiliğin ise yurtseverliğe evrimleşmesi gerekir. Yapısal alanda ana stratejik sektörlerin "kolektif mülkiyet" altına alınması, planlama hedefinin yalnız büyüme değil, sınıfsal eşitlik ve bölüşüm adaleti olması, işçi konseyi, kooperatif, sendikal katılım mekanizmaları gibi taban-katılımcı üretim modellerinin güçlenmesi gerekir. Siyasal-kurumsal alanda eleştiriye açık, çok partili, örgütlü sınıf siyasetine alan açması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, katılımcı bütçeler, tabandan gelen karar alma süreçleri olması, ekonomik gücün bürokrasiden topluma aktarılan, şeffaf ve hesap verebilir olması gerekir. Örgütsel-toplumsal alanda sendikaların özerk, güçlü ve toplumsal müzakere gücü olması, halk kavramının örgütlü yapılar (kooperatifler, sivil örgütler, meslek birlikleri) üzerinden somutlaşması ve katılımcılığı genişletmesi gerekir. Yani sosyalizm "burjuva modernleşmesi" değildir.

Marksist teoriye göre sosyalizm uluslar üstü bir süreçtir. Tek uluslu bir ülkede milliyetçi bir çerçevede uygulanması, Marx'ın öngördüğü uluslararası işçi dayanışmasıyla çelişir. Ancak teorik olarak, ülke homojendir ve ulus sınıf farklılıklarını kaldırmayı kabul ederse mümkündür. Yani tek uluslu bir ülkede milliyetçilik, sınıf bilincini ulusal kimliğe bağlarsa, Marx'ın öngörüsüyle çelişir ama pratik olarak bir "ulusal varyant" oluşturulabilir. SSCB gibi çok uluslu ülkelerde böyle bir varyant mümkün değildi. Bu sebeple "iç-milliyetçilik" sorunları yaşandı. Pratikte sınıfları kaldırmak milliyetçilikle birlikte zor olabilir, çünkü milliyetçilik genellikle yeni hiyerarşiler veya ayrıcalıklar yaratır. Örneğin Çin'de sosyalizme geçiş için reformlar uygulandı, ulusal kimlik ön plandaydı ama "sınıf farkı" tam olarak ortadan kaldırılamadı. Teorik olarak mümkün ama bu marksizmin klasik tanımına sıkı sıkıya uymayabilir. Pratik olaraksa zor, çünkü milliyetçilik ve tek ülke izolasyonu sınıf eşitliğinin tam uygulanmasını engelleyebilir. Ama homojen bir ulusun olduğu ülkede daha kolaydır. Bizse enternasyonalist saftayız.

Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-oligarşik ve anti-faşist "Halk Kurtuluş Cephesi" tek bir sınıfın değil, işçi sınıfı öncülüğünde birçok sınıfsal fraksiyonun hegemonik bir hedefe yönelmesini sağlar. Yoksul köylülük ise kırsaldaki temel devrimci toplumsal güçlerden biridir. Proleter ancak formel işçi olmayan kesimler (işsizler, güvencesiz emekçiler vb.) kurtuluş cephesinde önemli bir yer tutar. Aydınlar kurtuluş hareketlerinde ideolojik üretim, örgütlenme, diplomasi ve iletişim açısından önemli rol üstlenirler. Küçük burjuvazi bile devrimcileşebilir. Teoride bir cephe, tek bir örgüt değil, farklı yapıların ittifak mekanizmasıdır. Farklı sınıf ya da örgütler, ortak en düşük müşterekte birleşir. Eğitim, propaganda, kültürel çalışma gibi araçlarla politik bilinç gelişir. TDH'nin "Halk Kurtuluş Cephesi" kurma zamanı çoktan geldi.