Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

TARİHSEL BİLDİRİ


İnsanlık tarihi boyunca toplumların ortak kaderi, umut ve çaresizlik arasında salınan bir “bekleyiş” ile kendi iradesini örgütleme çabası arasındaki çelişkiyle şekillendi. Kurtarıcı beklemek, bireyleri ve toplumları sorumluluktan uzaklaştırdı; dışarıdan gelecek bir iradeye bağlanan umut, sorgusuz itaati büyüttü ve diktatörlüğün kapısını açtı. Gerçekte ise kurtuluş, dışsal bir mucize değil, toplumun kendi örgütlü gücünün ürünüdür. Bu noktada bireysel kurtuluş yanılsamadır; gerçek kurtuluş toplumsal bir süreçtir.

Tarihsel süreçte bu yanılsamaların başında milliyetçilik gelir. Ulus-devletin yükselişiyle kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt veren milliyetçilik, sınıf çelişkilerini gizleyen ve sermaye birikimini kolaylaştıran bir ideolojidir. Milliyetçilik sorgulanmadığında ırkçılığa ve faşizme evrilir; kendi ulusunun ezilmesine karşı çıkarken başka ulusların ezilmesine kayıtsız kalabilir. Oysa gerçek ilerici çizgi, yurtsever enternasyonalizmdir: yurdunu sevmek, aynı zamanda başka halkların eşitliğini savunmaktır.

Sınıfsal yapıların ara katmanı olan küçük burjuvazi, sahip olduğu mülkiyetle burjuvaziye, sömürü deneyimiyle proletaryaya yakın durur. Bu çelişkili konum, bireysel kahramanlık arayışlarını, sansasyonel çıkışları ve örgütsüz devrimciliği besler. Küçük burjuva devrimciliği, kolektifin başarısından çok bireyin öne çıkmasına odaklanır; bu da devrimci hareketi güçlendirmekten çok zayıflatır.

Özgürlük arayışında tarihsel bir damar olan anarşizm, her türlü otoriteyi reddederek eşit bireylerin doğrudan işbirliğine dayalı bir toplumu hedefler. Ancak üretim biçimlerini ve sınıf savaşımını göz ardı ettiği için, devrimden sonra otoritenin hangi mekanizmalarla ortadan kalkacağına dair bir yol sunmaz. Bu yüzden anarşizm, sosyalizmin hedefini paylaşsa da yöntem olarak bireysel başkaldırıya sapar ve idealist bir ütopyacılığa düşer. Benzer şekilde postmodernizm, büyük anlatıları reddederek aklın bütüncül açıklama gücünü değersizleştirir; böylece emek-sermaye çelişkisini görünmez kılar, gerçekliği parçalara ayırır ve kapitalizmin kültürel ideolojisi haline gelir.

Bütün bu ideolojik tartışmaların merkezinde sınıf vardır. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir. İlkel komünal toplum, ortak emek ve paylaşım üzerine kurulu eşitlikçi bir düzendi; artı-değerin doğuşuyla birlikte köleci toplum ortaya çıktı. Daha sonra köle emeğinin yerini feodalizmde serf emeği aldı. Ticaret ve pazar ilişkilerinin gelişmesiyle ilkel kapitalizm doğdu; burjuvazi, ücretli emeği sömürerek sermaye birikimini sağladı. Bu süreç, emperyalizm aşamasında uluslararası tekellerin egemenliğine ve mali sermayenin dünya çapında tahakkümüne dönüştü.

Kapitalizm, bir yandan üretici güçleri geliştirdi; öte yandan emeği meta haline getirerek insanı kendi emeğine yabancılaştırdı. Kapitalizmin ideolojik dayanakları, bireycilik, rekabet ve haz kültürü üzerine inşa edildi. Kapitalizmin felsefesi, stoacılıktan hedonizme kadar çeşitli etik biçimleri kendi çıkarına uyarladı; mutluluğu bireysel hazza indirgerken, sömürüyü görünmez kıldı. Meta fetişizmi, insan ilişkilerini şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürerek kapitalizmin en güçlü illüzyonunu yarattı.

Oysa insan, doğadan öğrenme, ortak emek ve dayanışma yoluyla evrimleşti. Evrenden evrime uzanan çizgide madde, bilinç ve toplum, sürekli dönüşüm içindedir. İnsanlığın özündeki ortaklık, sınıflı toplumların doğuşuyla gölgelendi. Bugün yeniden sınıfsız ve adil bir düzenin kurulması, insanın kendi tarihsel özüne, yani kolektif emeğe dönmesiyle mümkündür.

Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda etik bir meseledir. Ötekini anlamak, insanın kendi varlığını başka insanların varlığıyla koşullu gördüğünü kavramaktır. Farklılıkları reddetmeden dayanışmayı büyütmek, milliyetçiliğin ve ayrımcılığın panzehiridir. Kendin olmak devrimci olmaktır sözü ise, bireysel özgünlüğün ancak kolektif mücadele içinde gerçek anlamını bulabileceğini ifade eder; devrimcilik, kişisel potansiyeli toplumun kurtuluş mücadelesine katmaktır.

Toplumsal kurtuluşun çekirdeği, komünitedir. Komünite, ortak üretim, paylaşım ve karar mekanizmalarıyla insanın gerçek anlamda özgürleştiği küçük ölçekli topluluk deneyimidir. Bu noktada köylülük, toprağa bağlı üretimiyle kapitalizme eklemlense de, emekçilerin müttefiki olarak devrimci dönüşümde rol oynar.

Gerçek bir dönüşüm, semptomlara değil kökene inmeyi gerektirir. Bu nedenle radikal yaklaşım, yüzeysel reformlarla yetinmeyip üretim ilişkilerinin köklü dönüşümünü hedefler.

Son kertede bütün bu tartışmalar tek bir ufukta birleşir: Yurtta Sosyalizm, Cihanda Komünizm. Sosyalizm, yurt ölçeğinde emekçilerin eşitliğini ve özgürlüğünü kurarken; komünizm, bu ufku dünya ölçeğinde bütün halkların dayanışmasına taşır. Gerçek kurtuluş, kurtarıcı bekleyerek değil; sınıf bilinci, örgütlü emek ve enternasyonal dayanışmayla kurulacak özgür, eşit ve barış dolu bir dünyadır.