İnsanın hikâyesi, doğa tarihinin bir uzantısıdır: tek bir türün (Homo sapiens'in) gezegen ölçeğinde farklı çevrelere uyum sağlayıp aynı biyolojik ve zihinsel kapasiteyle dünyayı kurcalamasının hikâyesi. Genetik olarak neredeyse bütünüyle aynıyız; farklılıklarımızın ezici kısmı tarihsel-toplumsal koşullardan doğar. Dil, kültür, işbölümü, ahlak ve siyaset doğuştan değil, birlikte üretip yaşarken öğrenilir; bu yüzden "insanı insan yapan" şey, bütünselliğini emekle, ortak yaşamla, bilinçle kurabilmesidir.
İlk büyük sıçrama, doğayla kurulan üretken ilişkinin topluluk içinde ritüelleşmesi ve ortaklaşmasıydı. İlkel komünal dönemde artı ürün yok denecek kadar azdı; kişisel mülkiyet ya da sınıflar ortaya çıkmadığı için otorite, törensel-ahlaki bir saygınlıktan ibaretti. Zamanla verimlilik artıp artı ürün belirginleşince, onu denetleyen "uzmanlar" (din adamı, kâtip, savaşçı) ortaya çıktı; artı ürüne el koyma, köleci topluma giden kapıyı araladı. Devlet, tam da bu artı ürünün korunması ve yeniden dağıtımı için kurumsallaşmış bir zor aygıtı olarak şekillendi.
Köleci toplumun ardından feodalizm, üretimle zorun bağını toprağa düğümledi. Serf, efendiye bağlıydı ama köleden farklı olarak toprağa, köye, geleneğe de bağlıydı; dinsel-örgütlü ideoloji, dünyevi iktidarı kutsayarak hiyerarşiyi meşrulaştırdı. Bu dünyada siyasal parçalanmışlık ile yerel özerklik yan yana yürüdü; fakat meta üretimi ve pazarlar genişledikçe, bu yapı içten içe çözülmeye başladı. Feodal gözeneklere sızan meta dolaşımı, önce "ilkel kapitalizm" biçiminde belirginleşti. Merkantilizm, değerli maden birikimi ve ticaret tekelleri üzerinden feodalleri ve kentli zümreleri birbirine karşı konumlandırdı; onun karşısına ise tarımı "tek verimli alan" sayan fizyokrasi çıktı. Sanayi devrimiyle birlikte merkantilist dünya hegemonyası çözülürken liberalizm ve serbest piyasa doktrini üstyapıda egemenleşti.
Kapitalizm, emeği metalaştırarak insanın yaşam gücünü piyasaya sürdü ve ücretli emekle artı-değer üretimini sistemin merkezine yerleştirdi. Piyasa düzeni, insan ilişkilerini kalıba döken bir hukuk-ahlak-akıl inşa etti; değişim, eşitlik görüntüsü altında sömürüyü perdeledi. Metaların iki karakteri (kullanım değeri ve değer) üzerinden kurulan değişim alanında, emekçinin ürünü ile arasındaki bağ koptuğu için "adil mübadele" yanılsaması doğdu. Böylece kapitalizmde insanlar geri plana düşerken metalar öne çıktı; bizler, metaların piyasa değerine göre hareket eden nesneler haline geldik.
Tam da burada "meta fetişizmi" devreye girer: emekçiler arasındaki toplumsal ilişkiler, sanki nesnelerin kendi aralarındaki ilişkiler gibi görünür; değer, toplumsal bir nitelik olmaktan çıkıp metanın "doğal" özelliği sanılır. Üretici, ürettiği nesneyi ancak pazarın dolambaçlı diliyle tanıyabildiği için yabancılaşır; emeğin toplumsal niteliği görünmezleşir. Bu yüzden sermayenin getirisini "doğal kâr", faiz ve rantiye ilişkilerini "kendiliğinden" sayan bilinç, sömürünün üstünü örter. Fetişizmin etkisi yalnız ekonomide değil, bilimin ve hukukun "tarafsız" dili dâhil üstyapının tamamında hissedilir; bireycilik, özgürlük ve eşitlik gibi liberal kavramlar piyasanın ölçülerine göre yeniden biçimlenir. Sosyalizm, emeğin ürünleriyle insan arasındaki bu yanılsamayı aşmayı ve ilişkileri eşya aracılığıyla değil, doğrudan insanlar arasında kurmayı amaçlar.
Kapitalist birikim genişledikçe emperyalizm çağına girilir: sermayenin merkezileşmesi ve tekelleşmesi, sermaye ihracı, pazar ve hammadde rekabeti, uluslararası işbölümünün eşitsiz birikim lehine örgütlenmesi ve savaşların sistemik bir araç haline gelişi bu dönemin alametleridir. Emperyalizm, yalnız sınırları yeniden çizerken değil, ideolojiyi de dönüştürürken iş görür; dünya ölçeğinde artı-değerin tahsili için siyasal ve kültürel aygıtlar eşgüdüm içinde çalışır.
Bu üstyapının felsefi cephesinde faydacılık (mutluluğun toplamı), hazcılık ve pragmatizm (doğrunun "işe yarayanla" özdeşlenmesi) öne çıkar. Sonuçta "başarı" bireysel ödüllerle ölçülen bir narsisizm rejimine dönüşür; toplumsal bağlar zayıfladıkça "benim için en iyi olan" sahneyi kaplar, sosyal darwinizm ve öjenik düşünceler meşrulaştırıcı bir çerçeve bulur. Praksisi, yani eylemli toplumu amaçlayan devrimci akıl, bu yararcı ufka karşı kolektif öznenin örgütlenmesini ve insanın özneleşmesini savunur.
Toplum burada yalnızca sınıflara ayrılmış değildir; sınıfın kendini nasıl kavradığı belirleyicidir. "Kendinde sınıf", ekonomik konumuyla var olsa da tarih sahnesine ancak "kendisi için sınıf" olarak (ortak çıkarlarının bilincinde, örgütlü ve hedefli bir özne olarak) çıkabilir. Bu dönüşüm, kendiliğinden değil, bilinç taşıyan ve kitle bağları kuran örgütlü siyasetle, yani öncü bir politik öznellikle gerçekleşir.
Tam da bu yüzden "kurtarıcı beklemek", kaderi dışsal bir iradeye havale etmekten başka bir şey değildir. Kendin olmak devrimci olmaktır; çünkü insan, koşulların ürünü olduğu kadar koşulların dönüştürücüsüdür. Özneleşme, bir kişinin ilhamına bağlanmak değil, ortak akıl ve iradeyi üretmektir; bireysel yanılgıların, boş gururun ve teslimiyetin panzehiri budur.
Radikal olmak köke inmektir; semptomlarla oyalanmak değil, üretim ilişkilerinin kalbini hedeflemek demektir. Postmodern çağın eylemci mantığı çoğu kez köklü politik dönüşüm fikrini "haz", "görünürlük" ve "anlık etkiyle" ikame eder; parçalı kimlik mücadelelerini birbirine eklemleyemediği için sistemin stratejik merkezlerine dokunmaz. Devrimcilik ise farklı ezilme biçimlerini ortak bir programda birleştirir ve iktidar sorununu ciddiyetle ele alır; söz ustalığından militan örgütlenmeye, protestodan hazırlıklı bir ayaklanma perspektifine geçişi örgütler.
Bu siyaset, "komüniteyi" nostaljik bir sıcaklık olarak değil, eşitler arası yoldaşlık, ortak üretim ve karşılıklı sorumluluk olarak kurar. Komün, kişisel kahramanlıkların değil, "komünarların" (birbirinin emeğini büyüten, ortak akla dayanan insanlar topluluğunun) mekânıdır.
Buradan "yurtta sosyalizm, cihanda komünizm" ufkuna açılan köprü, yurtsever enternasyonalizmdir. Yurtseverlik, burjuvazinin çıkarlarıyla uzlaşmak değil; yaşadığın yurtta sınıf mücadelesinin sorumluluğunu alıp elde edilen her mevziyi dünya ölçeğinde işçi sınıfının ortak davasına eklemlemektir. Enternasyonalizm, kozmopolit bir soyutluk ya da yalnızca "dayanışma" değil; yurt içinde ve küresel ölçekte politika üretmektir. İşçi sınıfının vatanı yoktur sözü, sınıf iktidarını hedeflemeyen bir yurtsuzluk değil; tam tersine, proletaryanın iktidar mücadelesiyle birlikte yurt çapında bir özne oluşunu ve bu öznenin küresel bağlarını anlatır.
Milliyetçilik ise halkların kardeşliğini boğan, sınırları emekçilerin üzerine kapatan ve burjuvaziyle "aynı ulusal çıkar" yanılsamasını körükleyen ideolojik bir perdeliktir. Yurtsever enternasyonalizm, milliyetçiliği reddederken "yurtsuzluğu" değil, eşit uluslar arası ortak mücadeleyi savunur.
Köylülük, aile emeğiyle küçük meta üretimi yapan bir ara sınıf olarak kapitalizm tarafından kuşatılır; borçlandırma, makineleşme ve fiyat baskısı köylüyü parçalar. Sosyalist dönüşümde amaç, toprağı değil tarımı toplumsallaştırmak; kır ve kent arasındaki ayrımı eritmek, köylünün kolektif üretim içinde kır proletaryasına ya da kooperatif çiftçiliğe dönüşümünü sağlamak ve işçi-köylü ittifakını stratejik bir eksen olarak kurmaktır.
"Ötekini anlamak" siyasetin etiğidir: cinsellikten gündelik dile kadar neyin "makbul" sayıldığı iktidar ilişkilerince belirlenir; üretim tarzı değiştikçe ilişkilerin normları da değişir. Toplumsal cinsiyet kalıpları, bilimsel görünümlü önyargılar ve korumacı-düşmanca kutuplaşmalar, rekabetçi toplumun tortularıdır. Sosyalizm, bu alanı apolitik bir "özgürlük" söylemiyle değil, ekonomik ve toplumsal özgürleşmeyle birlikte dönüştürmeyi hedefler; şiddetin ve tahakkümün yerine sevgi ve yoldaşlığı koymayı mümkün kılar.
Anarşizm, devleti kategorik olarak reddedişiyle devrimci bir duyarlığı hatırlatsa da, sınıf iktidarı sorununu çözecek stratejik araçlardan (merkezi örgüt, iktidarın fethi ve dönüşümü) yoksun kaldığında doktriner bir "karşıtlığa" sıkışır. Komünist siyaset, iktidarı dışarıdan "var etmek" değil, bizzat sınıfın eylemiyle "almak" ve toplumsal ilişkileri dönüştürerek sönümlendirmek gerektiğini savunur.
Küçük burjuva duyarlığı, "ayrıcalıklı ve özel" olma hayaliyle çoğu kez burjuva bireyciliğini devrimci bir maske altında yeniden üretir; başarıyı kişisel erdem ve "doğal hak" anlatılarıyla meşrulaştırır. Bu, örgütlü sınıf siyasetinden uzaklaşmayı ve radikal taleplerin kişisel tarzlara indirgenmesini kolaylaştırır.
Postmodernizm, gerçeğin yerini söylemler arası sonsuz müzakereye, iktidarın yerini "mikro direnişlere", devrimin yerini kimliklere ayrışmış eylemci pratiklere bırakır; çoğu kez iktidar sorununu görmez ve "hazı" siyasetin yerine ikame eder. Oysa radikal dönüşüm, parçalı talepleri bir stratejik programda toplayarak hegemonyaya yüklenmeyi, yani iktidarı hedeflemeyi gerektirir.
Bütün bu çizgiyi birleştiren, evrenden evrime, oradan tarihe ve bugüne uzanan bir düşüncedir: İnsan, kendini başkalarıyla birlikte üreten bir varlıktır. Sınıfsız başlangıcın masumiyetine dönmek mümkün değildir; ama onun eşitlikçi özünü (ortak mülkiyeti, dayanışmayı, özgürleşmeyi) yüksek bir üretkenlik ve bilinç düzeyinde yeniden kurmak mümkündür. "Yurtta sosyalizm, cihanda komünizm" tam da bu yüzden bir duygusal slogan değil, stratejik bir bütünlüktür: üretimi ve hayatı ortaklaştıran yeni bir uygarlığın, bir komünler yeryüzünün programı.