Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

AFRİKA

Afrika toprakları, insanlığın en eski üretim ilişkilerini barındıran, doğal zenginlikleriyle tarihin her döneminde dikkat çeken bir coğrafyaydı. Ancak bu verimli topraklar, kapitalizmin doğuşuyla birlikte Avrupa burjuvazisinin hammadde, altın ve ucuz emek ihtiyacının merkez üssü hâline getirildi. Fetihlerle birlikte kara Afrika’nın bahtı kökten değişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki varlığı ve Akdeniz ticaret yollarının Osmanlı ile Venedikliler tarafından kontrol edilmesi, Avrupa burjuvazisini yeni yollar aramaya itti. Baharat yolunun başlangıcını bulmak ve değerli madenlere ulaşmak amacıyla Portekizli denizciler, Doğu Afrika’da Zambezi nehri ağzına, Batı Afrika’da Angola kıyılarına, Gine Körfezi, Sierra Leone ve Senegal sahillerine kadar uzanarak ticaret üsleri kurdular. Portekizlilerin ardından İspanyollar, İngilizler ve Fransızlar da aynı yolu izleyerek Afrika’nın doğu, batı ve güney kıyılarında koloniler oluşturdular. 16. yüzyılda Batı Afrika’dan Lizbon’a her yıl ortalama 700 kilo altın ve 10 bin köle taşınıyordu. Bu devasa sömürü, diğer Avrupa ülkelerinin de Afrika’ya yönelmesini hızlandırdı. Zamanla altın ticaretinin yerini fildişi, palmiye yağı, baharat ve özellikle köle ticareti aldı. Kıyılarda kurulan tarım işletmelerinde yerli halk köleleştirilerek çalıştırılıyor, Amerika’daki plantasyonların ve Avrupa kentlerinin köle talebi bu pazarlar üzerinden karşılanıyordu. Batı ve güneybatı Afrika’da, “köle kıyısı” olarak anılan bölgelerde —özellikle Nijer nehri ağzı, Luanda ve Altın Kıyısı çevresinde— pazarlar kuruldu. Bu noktalardan Avrupa ve Amerika’ya on milyonlarca Afrikalı taşındı. 17. ve 18. yüzyıllar, Afrika halklarının milyonlarca insanını zincire vurarak kıtalar arası ticaretin “meta”sı hâline getiren kölelik dönemiydi. Yaklaşık 30 milyon Afrikalı, insanlık dışı koşullarda gemilerle taşınarak sömürge ekonomisinin temeline yerleştirildi. Bu süreç, Avrupa burjuvazisinin sermaye birikiminin hızlanmasına ve sanayi kapitalizminin doğuşuna doğrudan katkı sundu. Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynakları, Batı kapitalizminin ilk büyük birikim evresinin hammaddesiydi. 18. yüzyılın sonlarına doğru, kapitalist üretimin genişlemesiyle birlikte Afrika üzerindeki rekabet kızıştı. Artık yalnızca kıyı bölgeleri değil, kıtanın iç kısımları da hedef haline gelmişti. 19. yüzyıl ortalarına dek İspanyollar, Fransızlar, İngilizler ve Portekizliler kıyı şeritlerinde ticaret merkezleriyle yetinirken, yüzyılın ikinci yarısında iç bölgelere doğru ilerlediler. 1875’te kıtanın yalnızca onda biri sömürge statüsündeyken, 1895’e gelindiğinde bu oran onda dokuza yükseldi. Afrika’nın işgali, yalnızca kaynakların yağmalanması anlamına gelmiyor; aynı zamanda toplumsal dokunun parçalanması, yerli üretim ilişkilerinin yıkılması ve köleci-feodal kalıntıların emperyalist çıkarlar doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi demekti. Böylece Afrika, Batı kapitalizminin yükselişinde vazgeçilmez bir rol oynadı. Avrupa sanayisinin çelik ve buharla ilerleyen motorları, Afrika’nın altın, elmas ve insan emeğiyle dönüyordu. Bu tarihsel birikim, 20. yüzyılın ortalarında patlayacak olan bağımsızlık mücadelelerinin maddi zeminini de oluşturdu. Çünkü kıta halkları artık sadece sömürülmüyor, aynı zamanda sanayileşmiş emperyalist merkezlerin çıkarları uğruna kendi ülkelerinde köleleşiyordu.

1945 yılı, Afrika halklarının tarihsel uyanışının başlangıcını simgeledi. II. Dünya Savaşı’nın yıkımı, emperyalist merkezlerin zayıflamasını beraberinde getirdi ve sömürge halkları arasında yeni bir bilinç doğurdu. Aynı yıl İngiltere’nin Manchester kentinde toplanan 5. Pan-Afrikan Kongresi, Afrika’nın kendi kaderini tayin hakkını ve acil öz-yönetim talebini dünyaya ilan etti. Bu kongre, Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ideolojik zeminini attı; kıtanın dört bir yanında yükselen bağımsızlık mücadelelerinin ortak dilini oluşturdu. Bu dönemde, Siyahlık Hareketi, Pan-Afrikanizm, Pan-Arabizm ve Arap milliyetçiliği gibi akımlar, halkların anti-emperyalist ve anti-sömürgeci mücadelesine ideolojik omurga kazandırdı. SSCB’nin varlığı ve sosyalist dünyanın yükselişi, Afrika’nın devrimci dinamiklerine ilham verdi. Sömürge halkları, artık Batı’nın “medeniyet” yalanlarına değil, kendi emeğiyle yaratacağı özgürlüğe inanıyordu. Afrika’da 1950–1965 yılları arasında büyük bir devrimci dalga yükseldi. Gana (1957), Tunus (1956), Fas (1956), Cezayir (1962), Gine (1958), Kongo (1960) gibi ülkeler, bağımsızlıklarını kazandılar. Bu süreçte kıta, emperyalistlerin askeri işgallerinden siyasi bağımlılığa evrilmiş yeni bir tahakküm biçimiyle tanıştı: Yeni-sömürgecilik. Bu dönemin en dikkat çekici girişimlerinden biri, 1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan Asya-Afrika Konferansı oldu. Burada, sömürgeciliğe karşı ortak bir cephe kurulması fikri olgunlaştı. Ardından 1961’de Belgrad’da düzenlenen konferansla Bağlantısızlar Hareketi resmen kuruldu. Hindistan, Yugoslavya, Gana ve Mısır’ın öncülüğünde yükselen bu hareket, iki kutuplu dünya düzeninde emperyalist kamplardan bağımsız bir üçüncü yol arayışını temsil ediyordu. Bağımsızlığını kazanan ülkelerin çoğu, hangi sınıfsal temelde bir devlet inşa edeceklerine karar vermek zorundaydı. 1950 ile 1980’lerin ortaları arasında, 35 Afrika ülkesi, farklı biçimlerde sosyalizmi benimsedi. “Afrika Sosyalizmi” olarak anılan bu modeller, kimi zaman geleneksel komünal ilişkilerle sosyalist ilkelerin harmanlandığı, kimi zaman ise Sovyet tipi planlı ekonomilere yönelen deneyimlerdi. 1970’lere gelindiğinde bu ülkelerin önemli bir kısmı, bilimsel sosyalizmi resmî ideoloji olarak kabul etti. Ancak sömürgeciliğin yıkıntıları üzerinde yeni toplumlar kurmak kolay değildi. Ulusal kurtuluş hareketleri içinde işçi sınıfı bilinci yeterince kökleşmemiş, köylülüğe dayalı bir örgütlenme yapısı baskın olmuştu. Bu nedenle birçok ülkede devrimler yarım kaldı; emperyalist güçlerin ekonomik bağımlılık mekanizmaları ve yerli burjuvazinin uzlaşmacı eğilimleri, ulusal kurtuluşun sınırlarını belirledi. Yine de bu dönem, Afrika tarihinin en ileri adımlarının atıldığı dönemdi. Gine-Bissau’dan Cezayir’e, Angola’dan Mozambik’e kadar pek çok ülkede halklar, silahlı mücadeleyle emperyalizme diz çöktürdüler. Bu mücadeleler yalnızca birer bağımsızlık savaşı değil, aynı zamanda sömürüye karşı tarihsel bir başkaldırıydı.

Cezayir, 1830’lardan itibaren Fransız emperyalizminin en kanlı sömürgelerinden biri haline gelmişti. 1848’de resmen Fransa’ya “metropol toprağı” olarak bağlandı; ancak milyonlarca Arap-Berberi yerli halk hiçbir zaman yurttaş sayılmadı. Fransız sömürgeciliği, ülkenin mevcut toplumsal yapısını, tarım sistemini ve eğitim kurumlarını yıkarak yerini beyaz yerleşimci egemenliğine bıraktı. Bu süreçte milyonlarca Cezayirli savaş, açlık ve etnik temizlik politikalarıyla katledildi. 1954 yılına gelindiğinde, Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) öncülüğünde ulusal devrimci mücadele başladı. FLN’nin önderlik ettiği bu savaş, emperyalizmin kalbinde yankı bulacak bir anti-sömürgeci dalganın sembolü haline geldi. Direniş, kentlerdeki grevlerle, köylerdeki gerilla savaşlarıyla ve Avrupalı yerleşimcilere karşı yürütülen sabotaj eylemleriyle büyüdü. Bu süreçte, hem işçiler hem de köylüler devrime omuz verdi. Frantz Fanon, bu savaşın yalnızca bir gözlemcisi değil, aktif bir öznesi oldu. Cezayir’deki bir hastanede görevliyken, gündüzleri Fransız işkenceciler tarafından sakat bırakılmış devrimcileri tedavi ediyor, geceleri FLN’nin yayın organı El Moudjahid için yazılar kaleme alıyordu. Fanon, Fransa’nın ikiyüzlülüğünü —“özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarını— sömürgeciliğin en barbar biçimiyle çelişen bir gerçeklik olarak teşhir etti. Tunus’a geçtiğinde, Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti (GPRA) adına uluslararası alanda sözcülük yaptı. Fanon’un ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanan “Yeryüzünün Lanetlileri”, sömürge sonrası düzenin tehlikelerine dair keskin bir öngörüydü. Fanon, ulusal kurtuluşu yönetecek yeni Afrika burjuvazisinin, halkın mücadelesini gasp ederek sömürgecilerin yerini alma riski taşıdığını söylemişti. “Vurguncu bir kast” olarak nitelendirdiği bu sınıf, halkın ürettiği zenginliği yeniden yağmalayacak, emperyalizme kapılarını açacaktı. Cezayir, 1962’de bağımsızlığını kazandığında milyonlarca insanını yitirmişti. Ancak bağımsızlık, Fanon’un da uyardığı gibi, ekonomik ve sınıfsal bağımlılığın sonu olmadı. Sömürge düzeni dağılmış, fakat onun kurumları, bürokrasisi ve üretim ilişkileri yeni bir yönetim altında yeniden üretilmişti. Böylece “ulusal bağımsızlık”, emperyalizmin denetimindeki yeni-sömürgeci bir evreye dönüştü.

Batı Afrika’da Portekiz sömürgeciliğine karşı en örgütlü direnişi Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı İçin Afrika Partisi (PAIGC) yürüttü. Parti, 19 Eylül 1956’da Amílcar Cabral ve kardeşi Luís Cabral tarafından kuruldu. O yıllarda Portekiz Ginesi, Portekiz’in Afrika’daki en yoksul ve geri kalmış sömürgesiydi; fakat stratejik konumu nedeniyle Angola ve Mozambik’e askerî ikmal noktası olarak kullanılıyordu. 1959’da gerçekleşen Pijiguiti Katliamı, PAIGC’nin kitlesel tabanını güçlendirdi. Liman işçilerinin grevini bastırmak isteyen Portekiz askerleri 50 işçiyi katletti. Bu olay, örgütün barışçıl mücadele çizgisini terk etmesine yol açtı. 1961’de, Mozambik’teki FRELIMO ve Angola’daki MPLA ile birlikte Portekiz Sömürgelerindeki Ulusal Örgütler Konferansı kuruldu. Artık mücadele silahlı bir aşamaya geçmişti. 1962’de Gine’de başlayan gerilla savaşı, kısa sürede ülkenin üçte ikisine yayıldı. PAIGC, Sovyetler Birliği ve Küba’dan askeri destek alıyor, gerillaları bu ülkelerde eğitiliyordu. 1964’te Cassaca’da yapılan ilk parti kongresinde, örgütlenme biçimi yeniden düzenlendi ve Halkın Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARP) kuruldu. Portekiz ordusu, ABD’nin Vietnam’da kullandığı napalm ve biyolojik silahları kullanarak kıyım yaptı. 1973’te Cabral, Portekiz gizli servisi tarafından öldürüldü. Buna rağmen PAIGC, aynı yıl 24 Eylül 1973’te bağımsızlığını ilan etti. BM Genel Kurulu bu kararı 93’e karşı 7 oyla tanıdı ve Portekiz’in varlığını yasa dışı ilan etti. 1974’te Lizbon’daki Karanfil Devrimi, Portekiz faşizmini devirdiğinde, sömürgelerin bağımsızlığı da kabul edildi. Gine-Bissau’nun ilk başkanı Luís Cabral oldu. PAIGC’nin önderliğinde halk, on bir yıllık savaşta 10 binden fazla kayıp vermişti, ama sonunda kendi devletini kurdu. 1980’de askerî bir darbeyle Luís Cabral devrildi; ülke iç savaşlara sürüklendi, ancak PAIGC’nin devrimci mirası bölge halklarının belleğinde yaşamaya devam etti.

Angola, Portekiz’in doğrudan sömürgesi olarak 20. yüzyılın ortalarına dek ağır feodal ilişkilerle yönetildi. 1956’da devrimci aydınlar ve işçiler tarafından kurulan MPLA (Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi), ülkenin ulusal kurtuluş savaşına önderlik etti. Marksist-Leninist çizgiyi benimseyen MPLA, köylülüğe dayalı bir halk savaşı örgütledi. 11 Kasım 1975’te Angola, Portekiz emperyalizmini ülkeden kovduğunu ilan etti. Angola Halk Cumhuriyeti kuruldu; demokratik halk devrimi, sosyalizme yönelen bir sürece dönüştü. Ancak ABD emperyalizmi, Afrika’nın ortasında sosyalist bir iktidarı kabul etmedi. ABD’nin desteğiyle FNLA ve UNITA adlı gerici örgütler silahlandırıldı. Güney Afrika’daki ırkçı rejim ve Zaire’deki Mobutu diktatörlüğü de Angola’yı işgal ederek karşı-devrimci saldırılara katıldı. Bu saldırılara karşı Sovyetler Birliği ve Küba, Angola’nın yardımına koştu. Fidel Castro’nun devrimci ordusu, Angola’da faşistleri durdurmak için binlerce asker gönderdi. 1989’a kadar süren dayanışma, Namibya’nın bağımsızlığına da zemin hazırladı. Ancak 1991’de sosyalist kampın çöküşüyle birlikte MPLA büyük baskı altına alındı. UNITA’nın emperyalist destekleriyle yürüttüğü saldırılar, ülkeyi iç savaşa sürükledi. MPLA 1992’de Marksizm-Leninizm’den vazgeçtiğini açıkladı; “çok partili seçimler” dönemi başladı. Böylece Angola’da kapitalizme geri dönüş süreci başladı. Yine de halkın sosyalist bilinci tamamen yok olmadı. MPLA, ideolojik tavizler vermesine rağmen, halk nezdinde devrimci meşruiyetini büyük ölçüde korudu. Angola, bugün bile emperyalist güçlerin rekabet alanı olmayı sürdürmekte, özellikle Çin ve Batı sermayesi arasındaki çekişmenin merkezlerinden biri durumundadır.

Güney Afrika, stratejik konumu nedeniyle Avrupa sömürgeciliğinin erken hedeflerinden biri oldu. 15. yüzyıldan itibaren Avrupalılar tarafından “keşfedilen” bu topraklarda, Afrikalıların yanı sıra Asyalılar ve Avrupalılar da yaşıyordu. Ümit Burnu, üç kıtadan insanların umutlarını buluşturabileceği bir coğrafya olabilecekken, Avrupa burjuvazisinin sömürüsünün en acımasız biçimde uygulandığı bir laboratuvara dönüştü. İlk olarak Hollandalı Boerler bölgeye yerleşti, ardından 20. yüzyılın başlarında İngilizler Boer Savaşı’yla ülkenin kontrolünü ele geçirdi. 1910’da İngiliz İmparatorluğu’na bağlı Güney Afrika Birliği kuruldu. Toplumun %73’ünü oluşturan siyah halk, siyasi haklardan tamamen yoksun bırakıldı. Beyazlar, ülkenin toprağının ve servetinin %70’ini ellerinde bulunduruyordu. 1948’de iktidara gelen ırkçı Ulusal Parti, “apartheid” (ayrılık) rejimini resmileştirdi. Apartheid, beyaz ırkın üstünlüğünü yasal güvence altına alan, kapitalist üretimi ırk temelli işbölümüne göre yeniden örgütleyen bir sistemdi. Siyah emekçiler, beyazların zenginliği için ucuz işgücü olarak sömürülüyor; çalıştıkları işyerleri, bindikleri otobüsler, hatta yürüdükleri merdivenler bile “beyazlara özel” tabelalarla ayrılıyordu. Bu sistem yalnızca bir ırk ayrımcılığı değil, kapitalist üretim ilişkilerinin en çıplak biçimiydi. Siyahlar, kentlere giriş için izin kâğıdı taşımak zorundaydı; düşük ücretler ve yoksulluk, beyaz burjuvazinin birikim aracına dönüştürülmüştü. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar dahil herkes polis şiddeti, işkence, infaz ve tecavüzle karşı karşıyaydı.

Siyah halkın örgütlü direnişi, 20. yüzyılın başlarında Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin kuruluşuyla başladı. 1912’de kurulan ANC, ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalist bir perspektifle birleştiren en köklü örgütlerden biri haline geldi. Zamanla Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve sendikal hareketlerle birleşerek toplumsal bir güç kazandı. 1950’lerde başlayan grevler, boykotlar ve sivil itaatsizlik eylemleri, apartheid rejimini sarsmaya başladı. Bu dönemde ANC’nin genç liderlerinden Nelson Mandela, mücadelenin simgesi haline geldi. 1960’ların başında ANC ve SACP yasaklandı; binlerce devrimci tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü. Ancak baskı direnişi durduramadı — tersine, mücadele daha militan bir karakter kazandı. 1976’daki Soweto Ayaklanması, apartheid’in sonunu getiren süreci başlattı. Öğrenciler, eğitimdeki ırk ayrımına ve ekonomik sömürüye karşı ayağa kalktı; polis onlarca çocuğu katletti. Bu olay, siyah işçi sınıfının bilinçlenmesini hızlandırdı. Aynı dönemde bağımsız sendikalar yükseldi, grevler ülke çapına yayıldı. İngiltere’deki Apartheid Karşıtı Hareket (AAM) de uluslararası dayanışmayı örgütledi. 1970’lerde Güney Afrika’ya yönelik silah ambargosu ve Barclays Bank gibi şirketlere karşı boykotlar başlatıldı. Güney Afrika Hapistekiler Derneği (SATIS), siyasi tutukluların serbest bırakılması için kampanyalar yürüttü. Steve Biko’nun 1977’de polis işkencesiyle öldürülmesi, dünya çapında öfke yarattı. Bu yıllarda, Güney Afrika’nın kuzeyinde SWAPO gerillaları Namibya’da mevzilendi. Britanya’da ve dünyada dayanışma hareketleri büyürken, apartheidin yıkılmasının yalnızca zaman meselesi olduğu anlaşılmaya başladı.

1990’da SSCB’nin çöküşüyle birlikte, beyaz Güney Afrika burjuvazisi ve ANC arasında görüşmeler başladı. Emperyalizmin küresel güç dengeleri değişmiş, “demokrasi” söylemi kapitalist restorasyonun aracı haline getirilmişti. 1994’te yapılan ilk demokratik seçimlerde, Mandela liderliğindeki ANC iktidara geldi. Bu tarih, apartheid’in resmen sona erdiği ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıl oldu. Siyahlar ilk kez oy kullandı; ulusal sorun biçimsel olarak çözülmüştü. ANC, seçim öncesinde radikal vaatlerle ortaya çıkmıştı:

Bankaların, madenlerin ve toprakların devletleştirilmesi,

Köylülere toprak dağıtımı,

Parasız ve zorunlu eğitim,

Asgari ücret ve çalışma saatlerinin düzenlenmesi,

Irk ve milliyet farkı gözetmeksizin eşit yurttaşlık.

Ancak iktidara gelindiğinde, ANC ve SACP, burjuvaziyle uzlaşmayı seçti. Mandela önderliği, kapitalist düzenin temellerine dokunmama karşılığında siyasal iktidarı aldı. Böylece, ırkçı bir rejimin yerine sınıfsal sömürünün sürdüğü bir “demokratik kapitalizm” kuruldu. Sonuç olarak, apartheidin biçimsel olarak yıkılması sınıf sömürüsünü ortadan kaldırmadı. Beyaz burjuvazinin yerini, onunla uzlaşmış bir siyah burjuvazi aldı. Fanon’un yıllar önce uyardığı “yeni egemen kast” doğmuştu. Beyazların elindeki sermaye, siyah elitlerle paylaşıldı; işçi sınıfı içinse yoksulluk, işsizlik ve sefalet kaldı. 21. yüzyıla gelindiğinde Güney Afrika, Afrika kıtasının en sanayileşmiş ama en eşitsiz ülkesi haline geldi. 2020’lerin başında işsizlik oranı %32,5’i aşarken, 12 milyon insan açlıkla karşı karşıya kaldı. Açlık, düşük ücretler ve artan gıda fiyatları emekçileri çaresizliğe itti. Siyah işçi sınıfının mücadelesi bastırılırken, kapitalizmin yarattığı sefalet ırkçılığın yeni biçimlerine dönüştü. Johannesburg ve Cape Town’da 2020’lerde yaşanan olaylarda, siyah Güney Afrikalılar yoksul siyah göçmen işçilere saldırdı; 50’den fazla göçmen katledildi. Bu trajik tablo, sömürünün rengine değil, sınıf karakterine sahip olduğunu acı biçimde gösterdi. Göçmen düşmanlığı, işsizlik ve sefaletin sonucu olarak emekçiler birbirine düşürülüyor; siyah burjuvazi ise emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Böylece, apartheidin kırbacı bitse de, kapitalizmin zincirleri daha da ağırlaştı. Bugün Güney Afrika’da işçi sınıfı hâlâ Mandela’nın vaat ettiği özgürlüğe ulaşabilmiş değil. Çünkü özgürlük, yalnızca ulusal egemenlik değil; üretim araçlarının toplumsallaşması ve emeğin iktidarıyla mümkündür.

Afrika’nın en geniş topraklarına sahip olan Sudan, yüzyıllardır süren böl-yönet politikalarının sonucu olarak iç savaşın ve bölünmenin simgesi haline geldi. Kuzey ve Güney arasındaki ayrım, İngiliz sömürge yönetiminin doğrudan eseriydi. 1900–1956 yılları arasında ülke, dini ve etnik farklılıklar üzerinden ikiye bölünerek yönetildi: Müslüman Arap çoğunluğun bulunduğu kuzey ve Hristiyan-animist Güney. İngiltere’nin bu politikası, bağımsızlık sonrası Sudan’ı sonsuz bir çatışmanın eşiğine sürükledi. 1956’da bağımsızlık ilan edildiğinde iç savaş zaten başlamıştı. 1972’de kısa süreli bir barış anlaşması imzalansa da, 1983’te kuzeydeki İslamcı rejimin baskıcı politikaları savaşı yeniden alevlendirdi. Yaklaşık 2 milyon insanın hayatına mal olan bu savaş, 2005’te Kapsamlı Barış Anlaşması ile son buldu. Anlaşma, Güney’in özerkliğini ve gelecekte referandum hakkını tanıdı. Ancak emperyalist güçler, bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdi. ABD, İngiltere ve Çin gibi ülkeler petrol kaynaklarını paylaşma mücadelesine girişti. 2011’de yapılan referandumla Güney Sudan bağımsızlığını ilan etti. Yeni devlet, emperyalist çıkar çatışmalarının ortasında, yoksulluk, açlık ve etnik kavgaların hüküm sürdüğü bir yapıya dönüştü. Nil sularının paylaşımı, petrolün çıkarıldığı yerlerin Güney’de; rafinerilerin ise Kuzey’de bulunması, iki ülke arasında yeni krizleri doğurdu. Halkın yoksulluğu derinleşirken, Fransa, ABD ve Çin arasındaki rekabet, Sudan’ı bir kez daha sermayenin savaş alanına çevirdi.

1910’da Fransız sömürgesi haline gelen Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC), 1960’ta biçimsel bağımsızlığını kazansa da, Fransa’nın askeri ve ekonomik kontrolünden hiç kurtulamadı. Ülkenin altın, elmas, uranyum, kereste ve petrol kaynakları, Fransa’nın tekelleri tarafından sömürüldü. 2000’li yıllarda emperyalist rekabet kızıştıkça, OAC Fransa, Çin ve ABD’nin karşı karşıya geldiği bir cepheye dönüştü. 2003’te François Bozizé’nin Fransa destekli darbesiyle yönetim değişti, ancak bu istikrar getirmedi. 2013’te Seleka adlı Müslüman ağırlıklı isyancı örgüt başkenti ele geçirerek Bozizé’yi devirdi; ardından Hristiyan Anti-Balaka milisleri karşı saldırıya geçti. Bu çatışmalar, emperyalistlerin “insani müdahale” bahanesiyle ülkeye girmesine zemin hazırladı. Fransa, 2013’te BM onayıyla askerî operasyon başlattı; ABD lojistik destek verdi. Ancak amaç “barış” değil, Çin’in artan ekonomik nüfuzunu frenlemekti. Fransa, aynı dönemde Libya ve Mali’ye de müdahale ederek Afrika’daki hegemonyasını yeniden tesis etmeye çalışıyordu. OAC’de bugün nüfusun %60’ı Hristiyan, %10’u Müslüman. Dinsel ayrımlar emperyalistlerce manipüle edilerek halk birbirine düşman edildi. Yaklaşık 2 milyon insan evlerini terk etti; yüzbinlercesi açlık ve hastalıkla boğuşuyor. Fransa’nın “koruma” bahanesiyle yürüttüğü operasyonlar, aslında Afrika’daki yeni-sömürgeci işgal stratejisinin parçası oldu.

Afrika’nın Batı’sında son yıllarda, uzun yıllar emperyalist uşaklık yapan rejimlere karşı halk destekli askeri devrimler gerçekleşti. Mali, Nijer, Burkina Faso ve son olarak Gabon’da iktidarlar devrildi; Fransa’nın yüzyıllardır süren sömürge tahakkümüne meydan okundu. Fransa, 16. yüzyıldan bu yana Kuzey, Batı ve Orta Afrika’da —Cezayir, Fas, Senegal, Mali, Fildişi Sahili, Nijer, Gabon, Kamerun ve daha birçok ülkede— milyonlarca insanın emeğini, altınını, petrolünü ve kanını sömürdü. Bugün hâlâ 14 eski sömürgesinin döviz rezervlerinin %85’i Fransa Merkez Bankası’nda tutuluyor. Fransa’nın kendisi bir gram bile altın üretmezken, yalnızca Mali’de yılda 50 ton altın çıkarılıyor. Bu çelişki, Batı Afrika’daki öfkenin temel nedenlerinden biridir. 1954–1962 arasında Cezayir’de 1 milyondan fazla insanı katleden aynı Fransa, bugün de “demokrasi” adına Afrika’yı yeniden sömürgeleştiriyor. Ancak yeni kuşak Afrikalı subaylar —tıpkı Osmanlı’daki Jön Türkler gibi— bu düzeni reddediyor. Burkina Faso’nun 34 yaşındaki lideri Yüzbaşı İbrahim Traoré ve Mali’nin Albay Assimi Goita, Thomas Sankara’nın devrimci mirasını sahipleniyor. Bu genç liderler, halkın üretici gücünü yeniden canlandırmayı, emperyalist askeri üsleri kapatmayı ve Afrika’nın birliğini kurmayı savunuyorlar. Bu politik devrimler, kıtada yeniden şekillenen sınıf mücadelesinin ilk kıvılcımlarıdır. Halk, bir kez daha kendi kaderini eline almaya yönelmiştir.

21. yüzyılda Afrika, emperyalist güçlerin yeniden paylaşım savaşlarının merkezinde. ABD, Fransa, Çin ve Rusya; Sudan’dan Nijerya’ya, Güney Afrika’dan Kenya’ya kadar tüm kıtada ekonomik ve askerî varlıklarını genişletiyorlar. Çin, yıllık 100 milyar doları aşan ticaret hacmiyle kıtada başlıca rakip haline gelirken, Batı ülkeleri bu yükselişi askeri müdahalelerle dengelemeye çalışıyor. Emperyalist rekabetin bedelini ise yine emekçiler ödüyor: Ruanda’da 1994’te yalnızca üç ayda 1 milyon insan katledildi; Kongo, Sierra Leone, Somali, Kenya, Nijerya ve Güney Sudan hâlâ iç savaşlarla sarsılıyor. Afrika toprakları, iki yüzyıldır olduğu gibi bugün de milyonlarca kara derilinin kanıyla sulanıyor. Dünya Mutluluk Raporu’na göre, dünyanın en mutsuz ülkeleri yine Afrika’da: Togo, Benin ve Orta Afrika Cumhuriyeti listenin başında. Yoksulluk, hastalık, savaş ve emperyalist yağma, kıtayı sistematik bir sefalet coğrafyasına dönüştürdü. Ancak aynı topraklarda, tarihin her döneminde olduğu gibi, direnişin de mayası vardır.

Afrika halklarının yaşadığı sefalet, kıtanın geri kalmışlığıyla değil, kapitalizmin yapısal sömürüsüyle açıklanabilir. Afrika, yüzyıllardır Batı’nın sermaye birikiminin kaynağı olmuştur. Kölelik zincirlerinden “bağımsızlık” yalanına, askeri darbelerden insani müdahalelere kadar her tarihsel dönem, aynı sınıfsal özü taşımaktadır. Bugün emperyalistler, Afrika’yı “jeopolitik istikrar” adı altında yeniden paylaşırken, kıta halkları özgürlüğün yalnızca ulusal değil, sınıfsal bir mesele olduğunu bir kez daha deneyimlemektedir. Gerçek kurtuluş, burjuvazinin hangi renginden geldiğine bakmaksızın, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı, halkın kendi kaderini kolektif biçimde tayin ettiği bir devrimle mümkündür. Afrika’nın tarihsel trajedisi, aynı zamanda insanlığın en büyük direniş mirasıdır. Cezayir’den Gine-Bissau’ya, Angola’dan Güney Afrika’ya kadar uzanan bu mücadele, hâlâ sürmektedir. Yeryüzünün lanetlileri, kendi elleriyle kurdukları zincirleri yine kendi elleriyle kıracaklardır.