Türkiye’de devrimci hareket, dışarıdan ithal edilmiş bir olgu değildir. Bu topraklarda ortaya çıkan devrimci düşünce, ne Batı’daki ne de Doğu’daki örneklerle tamamen açıklanamaz; çünkü Türkiye, tarihsel ve toplumsal özgüllüğü ile kendi çelişkilerini üretmiştir. Bu çelişkiler, sınıf ilişkileri ve üretim biçimleri üzerinden okunmalıdır. Osmanlı dönemi, saltanat, hilafet ve feodal artıklara dayanan bir ekonomik ve toplumsal yapıyı temsil ediyordu. Halk, hem üretim süreçlerinde hem de toplumsal ilişkilerde derin bir sömürüye maruz kalmıştı. Bu bağlamda, devrimci fikirlerin ortaya çıkışı doğal olarak yavaş ve zor oldu; çünkü baskı ortamı sınıf bilincinin gelişmesini engelliyordu. Ancak tarihsel materyalizm bize gösterir ki, her baskı kendi direncini doğurur. Osmanlı’nın merkezi otoritesinin ve saray baskısının gölgesinde bile, adalet, eşitlik ve özgürlük talebi filizlenmeye başladı. Bu süreç, insanlığın ortak kurtuluş mücadelesinin yerel tezahürü olarak değerlendirilebilir. Burada Marksizm, kapitalist sömürünün ve sınıf çelişkilerinin bilimsel çözümlemesini sunarak, devrimci hareketin teorik çerçevesini sağlamaktadır. Marx’tan önce de, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı çıkan ve toplumsal adalet talep eden düşünürler vardı; ancak Marx, bu mücadeleyi maddi temellere dayandırarak bilimsel bir devrim teorisi geliştirdi. Ütopik sosyalistler, Sanayi Devrimi’nin yarattığı sefalet karşısında vicdanî bir tepki gösterirken, Marx bu çelişkilerin kaynağını çözerek proletaryanın devrimci eylemini somutlaştırdı. Osmanlı’ya Marksizm’in ulaşması gecikmişti; çünkü padişahlar ve saray çevresi, kendi iktidarını tehdit eden bütün dünyevi düşünceleri bastırıyordu. Ancak 19. yüzyıl ortalarında, Avrupa’daki sınıf mücadelelerinin yankısı İstanbul’a ulaştı. Tanzimat ve Islahat gibi reform hareketleri, merkezi otoritenin çürümüş yapısını kurtarma çabası olsa da, halkın yönetime katılma arzusunu da tetikledi. Bu dönemde Osmanlı aydınları, Batı’dan gelen fikirleri basitçe taklit etmek yerine, yerel toplumsal koşullarla ilişkilendirerek yorumlamaya çalıştı. Artık devletin bekası değil, halkın kurtuluşu gündeme gelmişti. Tanzimat, tepeden inme bir modernleşme girişimi olarak geniş halk kesimlerinde yenilenme bilincini uyandırdı; bu bilinç, ilerleyen yıllarda devrimci hareketin tohumlarını oluşturdu. Türkiye’nin tarihsel kültürü, Sümerlerden Orta Asya’ya kadar uzanan bir eşitlik anlayışını barındırıyordu. Kadınlar üretim, savaş ve toplumsal yaşamın öznesiydi. Ancak Arap, Bizans ve Pers etkileri ile İslamlaşma süreci, halkın özgün değerlerini baskıladı. Buna rağmen, tarihsel materyalizm perspektifiyle bakıldığında, Türkiye’de toplumsal adalet ve eşitlik fikri tamamen kaybolmamış, devrimci potansiyel olarak varlığını sürdürmüştür. Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Börklüce Mustafa gibi tarihsel figürler, henüz sosyalizm kavramı ortaya çıkmamışken, feodal ve merkezi otoriteye karşı halkın çıkarlarını savunmuş, devrimci mirasın öncüllerini oluşturmuşlardır. Bedreddin’in “Yarin yanağından gayri her şey ortak olacak” sözü, bu toprakların erken dönemdeki kolektif mülkiyet ve eşitlik özleminin simgesidir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, sanayileşmenin ilk belirtileriyle birlikte işçi sınıfı doğmaya başlamıştır. İlk fabrikalarda çalışan işçiler, çoğunlukla asker kökenliydi ve zorunlu çalıştırmalar, kömür ocaklarındaki ölümler ve sefalet içindeki yaşamları, sınıfsal çelişkilerin somut göstergeleriydi. Bu koşullar, halkın kendi çıkarlarını savunacak bir sınıfın doğuşunu hazırlamıştır. İşçiler, tarih sahnesine ilk olarak grevler ve iş bırakma eylemleriyle çıkmış; ücretlerin artırılması ve çalışma saatlerinin kısaltılması talepleriyle sınıf mücadelesinin ilk deneyimlerini yaşamışlardır. İkinci Meşrutiyet’in sağladığı kısmi özgürlük ortamı, işçi ve aydınların örgütlenmesine olanak tanımıştır. Bu dönemde, İştirakçi Hilmi öncülüğünde kurulan “Osmanlı Sosyalist Fırkası”, devrimci hareketin Osmanlı’daki ilk siyasal örgütlenmesini temsil etmektedir. İştirak gazetesi altına yazılan “Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar” ifadesi, dönemin sınıf çelişkilerini ve halkın öfkesini ortaya koymaktadır. İştirakçi Hilmi, halkın yoksulluğunu dile getirerek eşitliği savunmuş, padişahlığın baskısına karşı sosyalist bir propagandayı başlatmıştır. Ancak sınıf bilincinin henüz olgunlaşmamış olması ve İttihatçı diktatörlüğün baskısı, bu ilk örgütün etkisini sınırlamıştır. Hilmi, devrimci propagandayı genişletmek için İslam ile sosyalizmin ortak adalet anlayışına dayanarak halkla buluşmayı denemiş, fakat bu girişim sınırlı bir başarıya ulaşabilmiştir. 1913’te Mahmut Şevket’in öldürülmesi sonrasında İttihatçı diktatörlük, tüm muhalefeti ezmiş, Osmanlı Sosyalist Fırkası kapatılmış ve liderleri sürgüne gönderilmiştir. Bu dönemde devrimci hareket, geçici bir sessizliğe gömülmüş; ancak bu sessizlik, tarihsel olarak devrimci potansiyelin büyümesini engelleyememiştir. I. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında Anadolu, yeni bir devrimci uyanış için zemin hazırlamıştır.
1918’de I. Dünya Savaşı sona ermiş, Osmanlı çökmüş ve saltanatın gölgesi yıkılmıştır. Ülke, emperyalist işgal altında ezilirken, bu baskı halkın içinde biriken öfkeyi ve sınıfsal kini büyütmüştür. İşte bu ortam, devrimci fikirlerin yeniden filizlenmesine olanak sağlamıştır. İştirakçi Hilmi, sürgünden dönerek “Türkiye Sosyalist Fırkası”nı kurmuş ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın devamını sağlamıştır. Ancak dünya artık değişmiştir; 1917’de Bolşevik Devrimi’nin zaferi, tüm ezilen halklara yeni bir yol göstermiştir. Anadolu’da sosyalist fikirler, özellikle köylerde ve şehirlerin yoksul kesimlerinde yankı bulmuştur. Hilmi ve yoldaşları, Ekim Devrimi’nin ilhamıyla, halkın kurtuluşunun proletarya öncülüğünde olacağı bilincini taşımışlardır. Bu dönemde, Yeşilordu Cemiyeti doğmuştur. Bolşeviklerin Kızıl Ordusu’ndan esinlenerek kurulan bu örgüt, emperyalizme karşı devrimci bir direnişi temsil etmiş, halkın dinsel ve kültürel değerlerini dikkate alarak sosyalist propagandayı yaymayı hedeflemiştir. Yeşilordu, Yeni Dünya gazetesi etrafında örgütlenmiş, halkı sınıf bilinci ve sosyalist düşüncelerle buluşturmuştur. Yeşilordu’nun kurucuları arasında Tokat Mebusu Nâzım Resmor, Hakkı Behiç, Dr. Adnan, Yunus Nadi ve Çerkes Ethem’in ağabeyi Reşit Bey gibi dönemin hem siyasal hem devrimci figürleri yer almıştır. Başlangıçta gizli faaliyet yürüten Yeşilordu, kısa sürede Mustafa Kemal’in iktidarını tehdit edecek kadar güçlü bir halk gücü haline gelmiştir. Çerkes Ethem’in örgüte katılması, Yeşilordu’nun askeri kapasitesini artırmış; bu durum, Mustafa Kemal’in dikkatini çekmiş ve örgütün kontrol altına alınması gereğini doğurmuştur. 1920 Dahiliye Vekâleti seçimlerinde, Yeşilordu’nun adaylarının kazandığı zafer, mecliste devrimci güçlerin varlığını göstermiştir. Ancak Mustafa Kemal, bu güç dengesini kendi lehine çevirmiş; Ethem’i kullanarak liderleri Nâzım ve arkadaşlarına karşı stratejik bir manevra gerçekleştirmiştir. 6 Eylül 1920’de Yeşilordu’nun resmi olarak dağıtılmasıyla devrimci örgütler geçici bir darbe almış, ancak bu tasfiye, devrimci bilincin halk arasında yayılmasını engelleyememiştir. Türkiye Komünist Fırkası’nın kurulmasıyla devrimci hareket, kontrol altına alınmaya çalışılmış, fakat bağımsız partiler – Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gibi – kendi mücadelesini sürdürmüştür.
1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde, Anadolu halkı savaşın yorgunluğu ve yoksulluğu içinde umutluydu. Emperyalizme karşı verilen mücadele, halkın örgütlü gücünün büyüklüğünü göstermişti. Ancak bu zafer, halkın kendi iktidarını kurmasıyla değil, askerî-sivil bürokrasinin elinde şekillenen bir devletle sonuçlandı. Cumhuriyet’in kuruluşunda devrimci hareketin en canlı unsurları tasfiye edilmiş, Yeşilordu ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın öncü kadroları zindanlarda susturulmuştur. Devlet, halkın değil, yeni burjuva sınıfın ve bürokrasinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Toprak ağaları, askerî elitler ve şehirli burjuvazi, Cumhuriyet’in ilerici maskesi altında kendi iktidarlarını pekiştirmiştir. Bu yeni düzende emekçiler, artık sultanların değil, “devlet” adıyla örgütlenmiş yeni efendilerin denetimi altındadır. Ancak tarih, devrimci sürekliliğin izlerini silmez. Anadolu devrimciliği, Bedreddin’den Yeşilordu’ya, Mustafa Suphi’den Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na kadar uzanan damarıyla varlığını sürdürmüştür. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi, bu bastırılmanın en acı sembolüdür; ama onların kanı, Anadolu devrimciliğinin topraklarına karışmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında komünizm “tehlike” ilan edilmiş, işçi hareketleri “anarşi” olarak damgalanmıştır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) yeraltına çekilmiş, tüm sendikal örgütlenmeler devlet denetimi altına alınmıştır. Resmî ideoloji “halkçılık” adını kullanmakla birlikte halkı yönetime dâhil etmemiştir. Devletçi halkçılık, devrimci halkçılığı baskı altında tutmuştur. 1920’lerin sonları ve 1930’ların başında, bazı aydın çevrelerde sosyalist fikirler yeniden gündeme gelmiş, ancak rejimin sınırlarını aşamamıştır. Kadro Hareketi gibi akımlar, sınıfsız bir toplum iddiasını burjuva devletin denetiminde, “planlı kalkınma” ve “milli ekonomi” söylemleriyle harmanlamıştır. Bu, devrimci hareketin özünü, sınıf mücadelesini ve iktidar sorununu sistem içine hapsetme çabasıdır. 1929 Büyük Buhranı ve dünya kapitalizminin krizleri, emperyalist sistemin çelişkilerini görünür kılmıştır. Avrupa’da faşizm yükselirken, Sovyetler Birliği sosyalizmi güçlendirmiştir. Türkiye’de ise devlet, işçilerin değil, sermayenin yanında saf tutmuş, sendikalar yasaklanmış ve grev hakkı kaldırılmıştır. Devrimci halkın sesi bastırılmıştır. Resmî ideoloji, devrim sözünü kullanırken, devrimci enerjiyi sistem içinde kontrol altında tutmuştur. 1940’lara gelindiğinde II. Dünya Savaşı’nın gölgesinde sıkıyönetim ve sansür, devrimci hareketi baskı altında tutmuştur. Nazım Hikmet ve yoldaşları, işçilerin ve köylülerin kurtuluşu için kalemleriyle savaşmış, ancak “halkı isyana teşvik” suçlamasıyla zindanlara atılmıştır. Nazım’ın dizelerinde yankılanan ses, Cumhuriyet’in bastırdığı devrimci ruhun haykırışıdır: halkın devrimci geleceğine dair bir çağrıdır.
1950’ler, Türkiye’de çok partili hayatın başladığı, siyasal atmosferin değiştiği yıllardır. Demokrat Parti (DP) iktidara geldiğinde, Anadolu’da halk arasında bir özgürleşme beklentisi doğmuştu. Ancak kısa süre sonra bu özgürlük, sermaye ve patronların çıkarları doğrultusunda sınırlandırılmış, işçiler ve köylüler üzerindeki baskılar artmıştır. Bu yıllarda, işçi sınıfının bilinçlenmesi ve sendikal hareketler yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır. 1952’de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) güçlenmesi, işçilerin örgütlenme isteğini simgeler. Ancak DP hükümeti, işçi sınıfının taleplerini sürekli baskı ve yasaklarla karşılamıştır. Bu durum, devrimci hareketin tohumlarını tekrar yeşertmiştir. 1960 darbesi, Türkiye’de devrimci hareketin yeniden görünür hâle gelmesinin dönüm noktasıdır. 27 Mayıs 1960, bürokrasinin ve askerî elitin müdahalesiyle gerçekleşmiş olsa da, genç aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında sosyalist fikirler hızla yayılmaya başlamıştır. Türkiye’deki işçi ve köylü hareketleri, Sovyetler Birliği ve Çin’deki sosyalist başarıları takip ederek kendi örgütlenmelerini güçlendirmiştir. 1961 Anayasası, görece demokratik haklar ve sendikal özgürlükler getirse de, devrimci hareketin önünü tamamen açmamıştır. Devletin “sınırlı demokrasi” anlayışı, devrimci örgütleri sürekli denetim altında tutmuş, baskı ve gözaltılar devam etmiştir. Buna rağmen, İstanbul, Ankara ve İzmir’de işçi grevleri, köylü eylemleri ve gençlik hareketleri, 1960’ların Türkiye’sinde sosyalist fikirlerin yayılmasına yol açmıştır. Bu dönemde, Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi partiler, işçi sınıfını siyasete katma çabası göstermiştir. Ayrıca üniversitelerde Marksist düşünce hızla yayılmış, devrimci öğrenciler ve öğretim üyeleri arasında kadrolar oluşmaya başlamıştır. Bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bastırılmış olan devrimci enerjinin yeniden canlanmasıdır. Özellikle gençlik hareketleri, kültürel ve politik alanlarda devrimci bir dil geliştirmiş, edebiyat, şiir ve tiyatro yoluyla halkın bilincini uyandırmaya çalışmıştır. Nazım Hikmet’in dizeleri, 1960’larda yeni bir kuşağın ilham kaynağı olmuştur. Devrimci hareket, artık sadece işçi ve köylü sınıfıyla sınırlı kalmamış, aydın ve öğrenci kuşaklarıyla bütünleşmeye başlamıştır. 1960’ların sonlarına doğru, devrimci hareket hızla radikalleşmiş, Türkiye’deki sınıf çelişkileri daha görünür hâle gelmiştir. Bu süreç, 1970’ler boyunca toplumsal mücadelenin sertleşmesine ve devletin baskı aygıtının güçlenmesine zemin hazırlamıştır.
1970’ler, Türkiye’de toplumsal çelişkilerin en keskin biçimde ortaya çıktığı yıllardır. Sanayileşmenin hız kazanması, kentlerde işçi sınıfının büyümesi ve köylülerin yoksullaşması, toplumu patlamaya hazır bir kazan hâline getirmiştir. Aynı zamanda emperyalizme bağımlı bir ekonomi ve devletle bütünleşmiş burjuvazi, işçi ve köylülerin mücadelesini bastırmak için hazırlıklarını artırmıştır. Bu dönemde devrimci hareket, yalnızca fikirlerde değil, fiili eylemlerde de somutlaşmıştır. 1968 gençliği artık sadece üniversitelerde değil, fabrikalarda, köylerde ve kent sokaklarında da aktif hale gelmiştir. “Tam bağımsız Türkiye” sloganı, emperyalizmin ve işbirlikçi sermayenin karşısında bir mücadele çağrısına dönüşmüştür. Üç büyük devrimci damar öne çıkmıştır: THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) ve TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu). Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 1968 gençliğinin en kararlı önderleri olarak, devrimi yalnızca bir fikir değil, bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerdir. Marksizm-Leninizm’in ilkelerini Türkiye gerçekliğiyle buluşturarak, emperyalizme karşı bağımsız bir ülke hedeflemişlerdir. THKO’nun eylemleri, Amerikan üslerine saldırılar ve halkın kendi kaderini eline alabileceğini göstermek için yapılan girişimlerle somutlaşmıştır. Ancak devletin tepkisi acımasız olmuştur. 1971’de 12 Mart muhtırası ile devrimci hareket ciddi bir baskıyla karşılaşmış, Deniz, Yusuf ve Hüseyin, 6 Mayıs 1972’de idam edilmiştir. Bu idamlar, devrimci hareketi susturmamış; aksine halkın bilincinde ders ve ilham kaynağı hâline gelmiştir. Mahir Çayan ve yoldaşları, parlamenter hayallerin sona erdiğini ilan etmiş ve kent gerillası stratejisini savunmuştur. Mahir’in geliştirdiği “Kesintisiz Devrim Teorisi”, demokratik devrim ile sosyalist devrimin ayrılmaz olduğunu vurgulamış, Türkiye devriminin tek ve sürekli bir süreç olarak yürütülmesi gerektiğini ortaya koymuştur. 1972’de Kızıldere’de Mahir ve yoldaşlarının ölümleri, Türkiye devrimci hareketinin ölümsüzleşmiş simgeleri haline gelmiştir. Aynı dönemde İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devrimci hareketi içinde en keskin Marksist-Leninist çizgiyi savunmuş; Milli Demokratik Devrim tezini revizyonist bulmuş, köylülerin silahlı mücadelesi ile proletaryanın davasını birleştirmiştir. Kaypakkaya, Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge yapısına karşı halk savaşı stratejisini benimsemiş, Dersim’de yakalanıp işkenceyle katledilmesine rağmen devrimci çizgisini korumuştur. 1974 affı sonrası binlerce devrimci cezaevlerinden çıkmış; üniversitelerde, fabrikalarda, sendikalarda yeniden örgütlenmeler başlamıştır. DİSK’in grevleri, köy komiteleri ve öğrenci birlikleri devrimci hareketin toplumsal gücünü göstermiştir. Mahir, Deniz ve İbrahim’in isimleri halkın dilinde direnişin simgeleri hâline gelmiştir. Ancak devlet, NATO’nun Gladio örgütlenmeleri, kontrgerilla ve faşist çeteler aracılığıyla devrimci hareketi kana boğmayı hedeflemiştir. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarıyla halkın direniş ruhu kırılmak istenmiştir. Fakat devrimci hareket, her baskıya rağmen yeniden örgütlenmiş, 1977 1 Mayıs’ında Taksim Meydanı’nda yüz binlerce işçi bir araya gelmiş ve burjuvaziyi korkutmuştur. 1970’lerin sonunda silahlı mücadele, işçi ve köylü direnişleri, öğrenci hareketleri ve sendikal faaliyetler bir bütün hâline gelmiş; Türkiye devrimci hareketi hem şehirlerde hem de kırsalda fiili mücadeleye geçmiştir. Bu dönem, 12 Eylül faşist darbesi öncesi devrimci hareketin doruk noktasıdır.
12 Eylül 1980, Türkiye devrimci hareketi için kara bir dönemdir. Askeri cunta, ülkeyi fiilen olağanüstü bir duruma sokmuş; tüm siyasi partiler, sendikalar ve devrimci örgütler yasaklanmıştır. Binlerce devrimci gözaltına alınmış, işkence görmüş ve zindanlara atılmıştır. Bu dönemde devlet, halkın devrimci bilincini kırmayı hedeflemiş, kontrgerilla ve işbirlikçi güçler aracılığıyla korku iklimi yaratmıştır. Ancak zindanlar, devrimciler için teslimiyet yeri değil, aksine direnişin simgesi hâline gelmiştir. 1981–1984 yılları arasında devrimciler, cezaevlerinde açlık grevleri, ölüm oruçları ve kitlesel direnişlerle mücadele etmişlerdir. Bu direnişler yalnızca kendi yaşamlarını savunmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin ruhunu canlı tutmuştur. Mahir, Deniz ve İbrahim’in mücadelesi, bu dönemde zindan direnişlerine ilham kaynağı olmuştur. Zindanlarda yaşanan bu direnişler, devrimciler arasında güçlü bir dayanışma kültürü oluşturmuştur. Kürt, Alevi, işçi ve öğrenci devrimciler bir araya gelerek etnik, mezhep ve sınıf farklılıklarını aşmış; ortak devrimci kimliği güçlendirmişlerdir. Özgürlük için yapılan ölüm oruçları, “Ya özgürlük ya ölüm!” sloganını somut bir mücadeleye dönüştürmüştür. 1980’lerin ikinci yarısında Türkiye devrimci hareketi, baskıya rağmen yeniden örgütlenmeye başlamıştır. Yurt dışında kurulan devrimci dernekler, Türkiye’ye fikir ve strateji taşımış; cezaevinde eğitim ve örgütlenme faaliyetleri artmıştır. Marksist-Leninist çizgi, Kürt özgürlük hareketi ve halkçı devrimci örgütler, Türkiye’nin sosyal ve sınıfsal çelişkilerini birleştirerek yeni bir mücadele zemini yaratmıştır. Bu dönemde devrimci hareket, geçmişten ders alarak stratejilerini değiştirmiştir. Kent gerillası ve köylü mücadelesi, kitlesel örgütlenme ve sendikal faaliyetlerle desteklenmiş; halkın içinde kök salan bir direniş biçimi benimsenmiştir. 12 Eylül, Türkiye devrimci hareketinin fiziksel olarak ağır kayıplar vermesine yol açsa da, ideolojik ve moral olarak hareketi güçlendirmiştir. 1980 sonrası devrimci mücadele, yalnızca silahlı eylemlerden ibaret değildir. Zindan direnişleri, kültürel faaliyetler, eğitim çalışmaları ve halkla temas, devrimci hareketin Türkiye toplumunda kalıcı bir etki bırakmasını sağlamıştır. Bu dönem, Türkiye devrimci hareketinin hem acı hem de onur dolu bir dönemi olarak tarihe geçmiştir.
12 Eylül sonrası baskıya rağmen Türkiye devrimci hareketi, 1990’lı yıllarda yeni bir biçimde ortaya çıkmıştır. Zindanlarda filizlenen direnç, sokaklara, köylere ve sendikalara taşınmış; legal ve illegal kanallar aracılığıyla örgütlenmeler güçlenmiştir. Bu dönemde Türkiye, emperyalizmin neoliberal politikaları ve yerli işbirlikçilerin ekonomik baskıları altında yoğun bir sınıfsal gerilim yaşamaktadır. 1990’larda Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bileşeni hâline gelmiştir. HEP, DEP, HADEP ve daha sonra BDP aracılığıyla Kürt hareketi, yerli ve ulusal baskılara karşı demokratik ve sosyalist talepleri temsil etmiştir. Bu süreçte, işçi sınıfı ve köylü mücadelesiyle Kürt özgürlük hareketi arasında somut bir dayanışma şekillenmiştir. Marksist-Leninist örgütler — DHKP-C, MLKP, TKP/ML, TKİP, TDKP ve Devrimci Yol’un devamcıları — Kürt halkıyla ortak mücadeleyi güçlendirmiştir. 1990’lar, aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin legal-sosyalist kanallarının yeniden ortaya çıktığı bir dönemdir. STP, EMEP, ÖDP gibi partiler, işçi sınıfının demokratik bilincini parlamenter alanda temsil etmeye çalışmıştır. Bu legal mücadele, devrimci hareketin farklı damarlarını birleştirme potansiyeli taşımış, halkın sokak ve meclisteki mücadelesine ideolojik destek sağlamıştır. 2000’ler, Türkiye devrimci hareketinin yeni bir toplumsal dinamizm kazandığı dönemdir. F-Tipi cezaevlerine karşı yürütülen Ölüm Orucu Direnişleri, devrimci hareketin bedel ödeyen karakterini bir kez daha göstermiştir. “Tecrit teslimiyet değildir!” sloganı, yalnızca zindandaki devrimcilere değil, dışarıdaki toplumsal mücadeleye de moral ve yön vermiştir. Kadın, gençlik, çevre ve ekoloji hareketleri, devrimci hareketin stratejisine entegre edilmiş; patriarkaya, doğa talanına ve kapitalist sömürüye karşı mücadele, sınıfsal mücadelenin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. HDP ve devamı olan Yeşil Sol Parti, bu yüz yıllık devrimci mirası güncel siyasete taşımış, emekçi, kadın ve ezilen halkların birleşik mücadelesini temsil etmiştir. Bugün Türkiye devrimci hareketi, yüz yıllık mücadele mirasını taşıyan bir örgütler ağı olarak varlığını sürdürmektedir: TKP, TKP/ML, MLKP, DHKP-C, TKİP, TİKKO, EMEP, TÖP, SOL Parti ve diğerleri. Her biri, Bedreddin’den Mustafa Suphi’ye, Deniz, Mahir’den İbrahim’e kadar uzanan devrimci tarih çizgisini yaşatmaktadır. Halkın mücadelesi; işçi grevleri, kadın yürüyüşleri, öğrenci boykotları, ekolojik direnişler ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile devam etmektedir. Tarih, devrimci hareketin sürekliliğini ve halkla kurduğu derin bağı kanıtlamıştır: hiçbir baskı, hiçbir darbe, hiçbir infaz, devrimci fikri yok edemez. Her yenilgi, yeni bir hazırlığın ve örgütlenmenin fırsatıdır. Bugün Türkiye’de devrimci hareketin hedefi değişmemiştir: halkın kendi iktidarını kurması, emekçilerin sömürüsüz bir yaşamı inşa etmesi ve eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum yaratmaktır. Bu mücadele, yüz yıllık tarihsel birikim üzerine inşa edilmiş ve halkın öz gücüne dayanan bir direniş olarak devam etmektedir.
Türkiye’de devrimci hareketin tarihi, yenilgilerle dolu bir zincir değil; aksine, her yenilgiden sonra yeniden doğan bir iradenin tarihidir. Bedreddin’in eşitlikçi köylü isyanından, Mustafa Suphi’nin enternasyonalist örgütlenmesine; Deniz, Mahir ve İbrahim’in silahlı direnişinden, 12 Eylül zindanlarının sessiz ama inatçı direnişine kadar uzanan bu çizgi, bir halkın özgürlük arayışının kesintisiz tarihidir. Devrim, Türkiye’de hiçbir zaman yalnızca teorik bir fikir olarak var olmadı — o, her dönemde somut biçimlere büründü: işçi grevlerinde, köylü ayaklanmalarında, öğrenci yürüyüşlerinde, kadın direnişlerinde ve halkların dayanışmasında. Her bastırılan hareket, bir son değil; yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Çünkü devrimci tarih, yalnızca örgütlerin değil, halkın kendi bilincinin tarihidir. Marksist perspektiften bakıldığında, Türkiye’deki devrimci hareketin en büyük kazanımı, sınıf mücadelesinin ulusal, kültürel ve toplumsal tüm çelişkilerle birleşmesi olmuştur. Devrimci fikirler, Kürt halkının özgürlük arayışıyla, işçi sınıfının sömürüye karşı direnişiyle, kadınların patriarkaya karşı mücadelesiyle bütünleşmiştir. Bu, Türkiye devrimci sürecinin en ileri tarihsel bilincidir: devrim, artık yalnızca bir sınıfın değil, ezilenlerin ortak davasıdır. Bugün ise mücadele biçimleri değişmiştir. Dijital çağ, emek biçimlerini ve baskı yöntemlerini dönüştürmüştür. Fakat kapitalizmin özü — sömürü, eşitsizlik ve tahakküm — aynı kalmıştır. Bu nedenle, devrimci hareketin görevi de aynıdır: üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmak, halkın iktidarını kurmak, toplumu sömürüsüz ve özgür bir düzene taşımak. Yüz yıllık mücadele bize şunu göstermiştir: hiçbir zindan, hiçbir darağacı, hiçbir cunta halkın devrimci bilincini yok edemez. Çünkü tarih, yalnızca galiplerin değil, direnenlerin eseridir. Türkiye devrimci hareketi bugün geçmişinden aldığı derslerle, geleceğe dönük yeni bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Bu sorumluluk, ideolojik netlik ve örgütsel kararlılıkla birleştiğinde, halkın yeniden ayağa kalkmasını sağlayacaktır. Ve belki de en önemlisi: Devrim, bir gün değil; her gün yeniden başlar.