Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

ORTADOĞU

Ortadoğu, modern kapitalist sistemin doğrudan ürünü olan emperyalist paylaşım savaşlarının laboratuvarı olarak tarihe geçmiştir. Bu coğrafya, yalnızca stratejik konumu nedeniyle değil, aynı zamanda küresel sermaye birikiminin sürekliliğini garanti altına almak için gerekli enerji kaynaklarının merkezinde yer alması nedeniyle de, emperyalizmin ekonomik ve askerî tahakkümünün en sert biçimlerinin uygulandığı sahadır. Kapitalizmin geçirdiği her kriz, Ortadoğu’da yeni bir müdahale, yeni bir yeniden paylaşım girişimi ve yeni bir “istikrarsızlaştırma stratejisi” doğurmuştur. 20. yüzyılın başında İngiliz ve Fransız emperyalizmleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesini, bölgeyi kendi çıkar alanlarına göre yeniden şekillendirme fırsatı olarak görmüşlerdir. Sykes–Picot Anlaşması yalnızca bir sınır haritası değil, aynı zamanda sömürgeci böl-paradigmalarının ilk kalıcı planıdır. Bu harita, halkları yapay ulus-devlet kalıplarına hapsetmiş; sınıfsal, etnik ve mezhepsel ayrımları emperyalizmin hizmetinde yeniden tanımlamıştır. Ortadoğu’nun bugünkü siyasal haritası, bu emperyalist mühendisliğin doğrudan mirasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin dünya hegemonyasının kurulmasıyla birlikte, İngiliz ve Fransız sömürgeciliği biçim değiştirirken özünde devam etti. Washington, kapitalist dünyanın yeni merkez üssü olarak Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını denetim altına almakla kalmadı; aynı zamanda bölge halklarının devrimci dinamiklerini bastırmak için yerel egemen sınıflarla organik ittifaklar kurdu. Bu ittifaklar, petrol zenginliğiyle palazlanmış komprador burjuvaziler ve Batı’ya bağımlı askerî-bürokratik kastlardan oluşuyordu. Emperyalizmin Ortadoğu’daki “istikrar” anlayışı, tam da bu sınıfsal bağımlılık ilişkilerine dayanıyordu. Soğuk Savaş yıllarında Ortadoğu, iki kutuplu dünyanın jeopolitik rekabetinin en keskin yaşandığı bölgeye dönüştü. Ancak bu rekabet, görünürde bir ideolojik çatışma gibi sunulsa da, özünde emperyalist yeniden paylaşımın farklı biçimlerinden ibaretti. ABD’nin “anti-komünizm” söylemi, aslında bölge halklarının devrimci örgütlenmelerine ve sosyalist eğilimlerine karşı yürütülen sistematik bir karşı-devrim stratejisiydi. Sovyetler Birliği’nin desteğini alan kimi ulusal kurtuluş hareketleri –örneğin Filistin, Mısır, Suriye ve Güney Yemen örneklerinde olduğu gibi– kısa vadede bir denge unsuru oluşturmuş olsa da, kapitalist dünya sistemi içindeki yapısal bağımlılığı kırmaya yetmemiştir. Çünkü ulusal bağımsızlık mücadeleleri, üretim ilişkilerini devrimci biçimde dönüştürmedikçe, emperyalizmin ekonomik ve askerî tahakkümünden kurtulmak mümkün olmamıştır. Ortadoğu’da emperyalist müdahalelerin sürekliliği, yalnızca enerji ve jeopolitik nedenlerle açıklanamaz. Bölge, aynı zamanda küresel sermayenin krizlerinin “soğurucu alanı” işlevini görmüştür. Kapitalizmin her yapısal bunalımı, yeni bir savaş, darbe veya bölgesel parçalanma sürecine zemin hazırlamıştır. Bu nedenle emperyalist sistem, Ortadoğu’yu sürekli bir “kontrollü kaos” alanı olarak yeniden üretmiştir: halkların devrimci birikimleri bastırılırken, mezhepsel ve etnik fay hatları emperyalist tahakkümün sürekliliğini sağlamanın ideolojik araçlarına dönüştürülmüştür. 21. yüzyıla gelindiğinde, ABD’nin Irak işgali ve “Arap Baharı” adı altında yürütülen karşı-devrimci süreçler, bu tarihsel sürekliliğin güncel biçimlerini oluşturmuştur. Neoliberalizmin bölgeye dayattığı serbest piyasa, özelleştirme ve borçlandırma politikaları, yalnızca ekonomik bağımlılığı derinleştirmekle kalmamış, aynı zamanda halk sınıflarını örgütsüzleştirerek emperyalizmin yeniden yapılandırma süreçlerine dirençsiz hale getirmiştir. Bugün Ortadoğu’daki savaşlar, iç çatışmalar ve rejim krizleri, kapitalizmin genel bunalımının bölgesel tezahürleridir. Bu genel çerçevede Ortadoğu’yu anlamak, yalnızca diplomatik veya etnik çatışmaların toplamını değil, kapitalist üretim tarzının küresel genişleme zorunluluğunun bölgesel yansımalarını çözümlemek anlamına gelir. Ortadoğu’nun tarihi, sermaye birikimi ile halkların özgürlük mücadelesi arasındaki kesintisiz çelişkinin tarihidir. Dolayısıyla bu çalışmada her ülke, kendi özgül tarihsel ve sınıfsal bağlamı içinde incelenecek; emperyalizmin ekonomik, askerî ve ideolojik aygıtlarıyla nasıl eklemlendiği kronolojik biçimde ortaya konacaktır.

Filistin meselesi, 20. yüzyıl emperyalizminin en çıplak biçimde görüldüğü tarihsel bir laboratuvardır. Burada yalnızca bir “uluslararası hukuk ihlali” değil, kapitalist dünya sisteminin sömürgeci genişleme mantığının somutlaşmış hali vardır. Filistin topraklarının gaspedilmesi, emperyalist merkezlerin ekonomik ve stratejik çıkarlarının doğrudan bir ürünüdür; bu süreçte Siyonizm, emperyalizmin bölgedeki kalıcı garnizonu haline getirilmiştir. 19. yüzyılın sonlarında Avrupa burjuvazisinin içinden filizlenen Siyonist hareket, temelde Avrupa emperyalizminin ideolojik uzantısı olarak ortaya çıktı. Bu hareketin hedefi, yalnızca Yahudilere bir “ulusal yurt” sağlamak değil, aynı zamanda Batı sermayesinin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyacak bir kolonyal üs kurmaktı. 1917 Balfour Deklarasyonu, bu ittifakın hukuki biçimiydi. İngiliz emperyalizmi, Filistin halkının iradesini hiçe sayarak topraklarını Siyonist yerleşimcilere açtı. Böylece Filistin’in geleceği, sömürgeci tahakküm ve yerli halkın topraksızlaştırılması üzerine kuruldu. Bu dönemde İngiliz mandası, Filistin toplumunu ikiye bölen bir sınıfsal mühendislik yürüttü. Bir yanda Siyonist göçlerle desteklenen yeni bir mülk sahibi sınıf, diğer yanda köylü Arap halkı, işsizleştirilen ve topraklarından sürülen bir emekçi yığını haline geldi. Filistinli köylüler, hem toprak mülkiyetinin yitirilmesi hem de işgücü pazarında marjinalleştirilme süreçleriyle çift yönlü bir sömürüye maruz kaldılar. Bu, ulusal çelişkinin sınıfsal temellerini oluşturdu. 1948’de İsrail devletinin kuruluşu, yalnızca bir ulus-devletin doğuşu değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihsel felaketi anlamına gelmiştir. Yüzbinlerce Filistinlinin sürülmesi, köylerin yakılması ve demografik yapının zorla değiştirilmesi, klasik sömürgecilikten farklı olmayan bir etnik temizlik biçimidir. Bu süreçte ABD, yeni İsrail devletini hızla tanıyarak onu Ortadoğu’daki emperyalist ön karakol haline getirdi. İsrail’in doğuşu, kapitalist dünya sistemi içinde bölgesel karşı-devrimci bir mekanizma olarak tasarlanmıştı: Filistin halkının devrimci potansiyeli bastırılacak, bölge halklarının birleşik anti-emperyalist hattı daha doğmadan parçalanacaktı. Nakba sonrası dönemde Filistinli mülteciler, yalnızca kimliklerinden değil, üretim araçlarından da koparılmış bir sınıf haline geldiler. Bu durum, Filistin meselesini klasik bir ulusal sorun olmaktan çıkarıp, sınıfsal bir yoksunluk sorunu haline getirdi. Filistinli işçiler, Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde yedek işgücü ordusuna dönüştüler; bu ülkelerdeki egemen sınıflar tarafından hem siyasal bir tehdit hem de ekonomik bir araç olarak kullanıldılar. 1960’lı yıllardan itibaren Arap dünyasında yükselen anti-emperyalist dalga, Filistin davasına devrimci bir yön kazandırdı. El-Fetih’in, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ve sol eğilimli örgütlerin (özellikle Filistin Halk Kurtuluş Cephesi - FHKC’nin) ortaya çıkışı, Filistin mücadelesini ulusal kurtuluşun ötesine taşıyarak sınıfsal bir devrim projesine dönüştürdü. Bu hareketler, yalnızca İsrail’e değil, aynı zamanda Arap gericiliğine, yani emperyalizmin bölgedeki yerel uzantılarına da karşı mücadele yürüttüler. FKÖ’nün ilk dönem stratejisi, devrimin merkezine silahlı direnişi koymakla birlikte, ulusal bağımsızlığın sosyalizmle birleşmediği sürece kalıcı olamayacağı bilincine dayanıyordu. Ancak bu çizgi, hem emperyalist baskı hem de bölgesel gericilik nedeniyle zamanla sulandırıldı. Arap devletleri, Filistin direnişinin bağımsız hattını kontrol altına almak için diplomatik, ekonomik ve askeri baskılar uyguladı. Lübnan’daki kamplar, bu gerilimin hem mekânsal hem de sembolik merkezleri haline geldi. 1970’lerde Ürdün’de “Kara Eylül” olayları, Filistin devrimci hareketinin Arap monarşileri tarafından nasıl ezildiğini gösterdi. FKÖ’nün Lübnan’a çekilmesi, kısa süreli bir nefes alanı sağladı, ancak bu da İsrail’in doğrudan müdahalesini tetikledi. 1982’de Beyrut’un bombalanması ve FKÖ’nün Tunus’a sürülmesi, emperyalizmin bölgedeki devrimci hareketleri tasfiye planının bir parçasıydı. 1993 Oslo Anlaşmaları, Filistin hareketinin devrimci karakterinin kurumsal düzeyde çözülüşünü simgeler. FKÖ, emperyalizmin “barış süreci” adı altında dayattığı çerçeveye razı olarak, ulusal kurtuluş mücadelesini bürokratik bir yönetime indirgedi. Filistin Yönetimi, bağımsız bir devletin nüvesi olmaktan ziyade, İsrail’in güvenlik aparatının taşeronu haline geldi. Filistin halkının talepleri –geri dönüş hakkı, toprak bütünlüğü ve ekonomik bağımsızlık– emperyalist diplomasi tarafından sistematik biçimde ertelendi. Bu süreçte Batı, Filistin ekonomisini “yardım programları” aracılığıyla bağımlı hale getirerek yeni bir neo-kolonyal mekanizma inşa etti. 2000’li yıllarda İkinci İntifada, Filistin halkının kitle seferberliğinin yeniden yükseldiği bir dönüm noktasıydı. Bu ayaklanma, sadece İsrail işgaline değil, aynı zamanda Oslo sonrası oluşan yozlaşmış bürokratik düzene karşı da bir isyandı. Hamas’ın yükselişi, bu boşluğu dolduran toplumsal bir tepkiydi. Ancak Hamas’ın sınıfsal temeli, ulusal kurtuluşu İslamcı bir söylemle sınırlandırdığı ölçüde, devrimci bir dönüşüm potansiyelini taşıyamadı. Buna rağmen, Gazze’nin emperyalist ablukaya rağmen ayakta kalması, halk direnişinin sürekliliğini simgelemektedir. Günümüzde Filistin direnişi, hem İsrail’in faşizan apartheid rejimiyle hem de Arap gericiliğiyle karşı karşıyadır. ABD’nin bölgedeki yeni ittifaklar stratejisi –özellikle Körfez ülkeleriyle İsrail arasındaki normalleşme politikaları– Filistin halkını yalnızlaştırmayı amaçlamaktadır. Ancak bu yalnızlaşma, halk direnişinin sönümlenmesi değil, sınıfsal ve toplumsal tabanının daha da netleşmesi sonucunu doğurmuştur. Filistin mücadelesi bugün, emperyalizme karşı verilen bölgesel anti-kapitalist savaşın merkezinde durmaktadır. Direnişin geleceği, yalnızca ulusal bağımsızlık hedefinin değil, sosyalist bir Ortadoğu ufkunun yeniden inşasıyla mümkündür. Çünkü Filistin halkının kurtuluşu, bölgedeki tüm ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesiyle diyalektik bir bütünlük içindedir. Emperyalizmin yüzyıllık kolonyal düzeni ancak bu tarihsel birleşmeyle yıkılabilir.

Lübnan, Ortadoğu’nun emperyalist yeniden paylaşım süreçlerinde yalnızca bir ülke değil, bir laboratuvar olmuştur. Küçük yüzölçümüne karşın, hem sınıfsal hem mezhepsel hem de bölgesel güç ilişkilerinin kesiştiği bir alan olarak, emperyalizmin bölge politikalarının yoğunlaştırılmış biçimini temsil eder. Lübnan’ın tarihsel gelişimi, sermaye birikiminin bölgesel eşitsizlikleriyle, sömürgeciliğin kurumsallaştırdığı mezhepçi yapının iç içe geçtiği bir sürecin ürünüdür. Fransız mandası dönemi, Lübnan’ın toplumsal yapısına derin bir sınıfsal ve mezhepsel hiyerarşi kazıdı. Fransız emperyalizmi, “Hristiyan azınlıkların korunması” bahanesiyle Marunî burjuvazisini güçlendirirken, bu kesimi bölgedeki Batı çıkarlarının yerel aracı haline getirdi. Üretim ve ticaret ilişkilerinin neredeyse tamamı bu komprador sınıfın elinde yoğunlaştı. Lübnan burjuvazisinin biçimlenişi, bağımsız bir ulusal sermaye yaratmaktan çok, emperyalist sermayenin taşeronu olma karakteri taşıyordu. Bu sınıfsal yapı, ülkenin siyasi sistemini belirleyen mezhep temelli kotalaşmanın toplumsal zeminini oluşturdu. 1943 Ulusal Paktı, Lübnan’ı mezhepler arasında dengeye dayalı bir cumhuriyet olarak tanımlasa da, gerçekte bu “denge” emperyalizmin çıkarlarını güvenceye alan bir sınıfsal istikrar formülüydü. Cumhurbaşkanlığının Marunî Hristiyanlara, başbakanlığın Sünnilere, meclis başkanlığının ise Şiilere verilmesi; sınıfsal eşitsizliklerin dini biçim altında yeniden üretiminden başka bir şey değildi. Lübnan’daki mezhepçi siyaset, üretim ilişkilerinin değil, kimliklerin belirleyici hale getirilmesiyle halkın devrimci özneleşme potansiyelini bastırdı. Böylece emperyalizm, halk sınıflarını birleştirecek olası sınıf mücadelesini “mezhep dengesi” adı altında etkisizleştirdi. 1975’te patlak veren Lübnan İç Savaşı, biçimsel olarak mezhepler arası bir çatışma gibi görünse de, özünde emperyalist bağımlılığın yarattığı sınıfsal çelişkilerin şiddetli bir ifadesiydi. Filistinli mültecilerin varlığı, ülke içindeki toplumsal dengeleri sarstı; zira Lübnan egemen sınıfları, Filistin direnişinin devrimci potansiyelinden korkarak emperyalizmin yanında saf tuttu. Bu durum, Lübnan’daki ilerici ve sosyalist güçlerin, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile dayanışma temelinde birleşmesine yol açtı. Ancak bu birlik, İsrail’in bölgeye doğrudan müdahalesini de beraberinde getirdi. 1982’de İsrail’in Beyrut’u işgali, yalnızca askeri bir saldırı değil, aynı zamanda bölgesel devrimci hareketlere karşı emperyalist karşı-devrim hamlesiydi. ABD ve İsrail’in hedefi, FKÖ’nün Lübnan’daki varlığını tasfiye ederek Filistin direnişini tecrit etmekti. Bu süreçte emperyalizmin Lübnan’daki varlığı yalnızca askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve ideolojik biçimlerde derinleşti. Lübnan ekonomisi, savaş sonrası dönemde yeniden inşa bahanesiyle uluslararası finans sermayesinin ve Körfez sermayesinin denetimine girdi. Rekonstrüksiyon projeleri, gerçek anlamda bir kalkınma değil, finans kapitalin genişleme alanı işlevi gördü. 1990’larda iç savaşın sona ermesiyle birlikte, Taif Anlaşması Lübnan’da görünürde bir “barış” getirdi; ancak bu barış, sınıfsal statükonun yeniden tesisi anlamına geliyordu. Hariri döneminin ekonomik politikaları, neoliberal finansallaşmanın bölgesel bir uzantısıydı. Lübnan ekonomisi üretken temelden koparılarak borç ekonomisine dönüştürüldü. Kamu borcu ve özelleştirmeler aracılığıyla ülke, uluslararası finans kurumlarının ve Körfez monarşilerinin mali kontrolüne girdi. Bu süreçte emekçi sınıflar ağır bir yoksullaşmaya mahkûm edilirken, komprador burjuvazi ile mezhepçi siyasi elit arasındaki simbiyotik ilişki derinleşti. Lübnan’da kapitalist kriz, toplumsal çürümeyle iç içe ilerledi. 2000’li yıllarda İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi, emperyalist hegemonyada kısa süreli bir sarsıntı yaratsa da, bu boşluk direnişin toplumsal meşruiyetini güçlendirdi. Hizbullah’ın yükselişi, salt bir mezhep örgütlenmesi değil, aynı zamanda anti-emperyalist direnişin halk içinde sınıfsal bir dayanak kazanması anlamına geliyordu. Ancak emperyalizm ve onun bölgedeki uzantıları, bu güç dengesini “terörle mücadele” söylemi altında hedef aldı. 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı, bu karşı-devrimci stratejinin bir devamıydı. Fakat bu saldırı, direnişin siyasal ve moral gücünü kırmak yerine pekiştirdi; emperyalizmin bölgedeki mutlak kontrol iddiasını ciddi biçimde sorgulanır hale getirdi. 2019’da patlak veren ekonomik çöküş, Lübnan’ın emperyalist finans sistemine bağımlılığının nihai sonucudur. IMF reçeteleri, halkın yoksulluğunu derinleştirirken, egemen sınıfların serveti korunmuştur. Lübnan lirasının değer kaybı, işçi sınıfını kitlesel bir sefaletin içine sürüklemiştir. Beyrut limanındaki patlama ise yalnızca bir “ihmal” değil, yozlaşmış kapitalist devlet aygıtının, emperyalizmin dayattığı üretim biçimlerine ve yağma ekonomisine ne kadar bağımlı hale geldiğinin trajik sembolüdür. Halkın sokaklara dökülmesi, mezhepçi duvarları aşarak sınıf bilincinin yeniden filizlenmesine yol açmıştır. Bugün Lübnan’daki kriz, emperyalizmin bölgesel stratejilerinin, neoliberal finans politikalarının ve komprador burjuvazinin yozlaşmış iktidarının ortak ürünüdür. Bu krizden çıkış, yalnızca yeni bir hükümet ya da reformla değil, üretim ilişkilerinin köklü dönüşümüyle mümkündür. Lübnan halkı için kurtuluşun yolu, emperyalizme ve onun yerel işbirlikçilerine karşı sınıfsal bir yeniden yapılanmadan geçmektedir.

Bu konuyu bazı önemli noktalarıyla tekrar etmekte fayda var. Lübnan, modern Ortadoğu’nun hem en kırılgan hem de en karmaşık toplumsal yapılarından biridir. Bu kırılganlık, yalnızca etnik ve mezhepsel çeşitlilikten değil, aynı zamanda ülkenin emperyalist sistem içinde biçimlenmiş bağımlı kapitalist yapısından kaynaklanır. Lübnan tarihini anlamak, aynı zamanda bölgedeki sınıfsal, mezhepsel ve emperyal ilişkilerin bütününü çözümlemek anlamına gelir. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte Lübnan, Fransız mandası altına girdi. Bu dönem, ülkenin toplumsal yapısına kazınan mezhepsel bölünmenin kurumsallaşma süreci oldu. Fransa, “azınlıkları koruma” bahanesiyle, aslında kendi çıkarlarına hizmet eden bir siyasal denge sistemi kurdu: Maruni burjuvazinin egemenliği altında, Müslüman nüfusun marjinalleştirildiği bir toplumsal düzen. Bu yapı, ekonomik olarak da Fransa’nın çıkarlarını koruyacak şekilde biçimlendirildi. Lübnan, bölgesel ticaret ve finans merkezine dönüştürülürken, üretim temeli zayıf bırakıldı. Finans kapitalin aracılık rolü, yerli sanayinin gelişimini engelledi. Böylece Lübnan, emperyalizmin bölgedeki hizmet ekonomisi modelinin öncülerinden biri haline geldi. Bu durum, sonraki on yıllarda patlayacak sınıfsal ve toplumsal çelişkilerin zeminini hazırladı. 1943’te bağımsızlığın ilanı, görünürde ulusal bir zaferdi; gerçekte ise Fransız modelinin yerel elitler tarafından devralınmasıydı. Bağımsız Lübnan, “ulusal pakt” adı verilen bir mezhepsel iktidar paylaşımı sistemine göre yönetildi. Cumhurbaşkanlığı Maruni Hristiyanlara, başbakanlık Sünni Müslümanlara, meclis başkanlığı ise Şii topluma verildi. Bu düzen, devlet aygıtını sınıfsal temelde değil, mezhepsel kimlikler üzerinden örgütledi. Sonuç olarak, Maruni burjuvazisi finans, ticaret ve bankacılık sektörlerinde güçlenirken, Müslüman nüfus –özellikle Şiiler– kırsal yoksulluğa ve kent varoşlarına mahkûm edildi. Lübnan kapitalizmi, mezhepsel bölünmeyi sınıfsal sömürünün aracı haline getirdi. Devlet, sanayileşmeyi desteklemediği gibi, toprak reformuna da gitmedi. Tarımsal üretim çökerken, köylüler işsiz kitlelere dönüştü. 1960’larda Beyrut bir finans merkezi haline gelirken, Güney Lübnan’daki Şii köylüler İsrail saldırılarına ve yoksulluğa terk edildi. Bu eşitsizlik, hem sınıfsal hem de siyasal bir birikim yarattı. Lübnan toplumu, görünürde refah içinde bir “Doğu’nun İsviçre’si” olarak lanse edilirken, aslında patlayıcı bir iç çelişkiyi içinde taşıyordu: zengin Hristiyan ve Sünni elitlerin karşısında dışlanmış bir Şii emekçi sınıf. 1975’te patlayan Lübnan İç Savaşı, yüzeyde mezhep çatışması gibi görünse de özünde sınıfsal ve siyasal bir hesaplaşmaydı. Filistinli mülteciler, sol örgütler ve yoksul Şii halk, statükoya karşı devrimci bir dalga oluşturdu. Buna karşılık Hristiyan milisler, emperyalizmin desteğiyle karşı-devrim cephesini kurdular. İç savaş, bölgesel ve küresel güçlerin müdahalesiyle emperyalist bir vekalet savaşına dönüştü. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Lübnan’da önemli bir devrimci merkez haline gelmişti. Ancak bu durum, İsrail ve Batı’yı doğrudan rahatsız etti. 1978’de ve 1982’de İsrail’in Lübnan’a saldırısı, sadece FKÖ’yü değil, aynı zamanda Lübnan’ın devrimci potansiyelini hedef aldı. 1982’de Beyrut’un bombalanması ve FKÖ’nün Tunus’a sürülmesi, emperyalizmin bölgedeki devrimci damarları tasfiye etme planının bir parçasıydı. Bu süreçte Suriye, kendi rejim çıkarları doğrultusunda Lübnan’a askeri müdahalede bulundu. Lübnan, 1980’ler boyunca hem iç savaşın hem de dış müdahalenin laboratuvarı haline geldi. Bu dönemin en önemli sonucu, direnişin yeni bir biçim altında yeniden doğuşuydu. Şii toplumu içinde şekillenen Hizbullah hareketi, yoksul emekçi kesimlerin, mezhepsel kimliği devrimci bir savunma hattına dönüştürdüğü tarihsel bir momentti. 1990 Taif Anlaşması, iç savaşı sona erdirirken, emperyalizmin dayattığı bir “barış düzenini” tesis etti. Bu düzen, savaşın galiplerinden ziyade, Batı’nın bölgesel çıkarlarını korumayı amaçlıyordu. Lübnan ekonomisi, yeniden “finansal aracılık modeli”ne dönüştürüldü. Rafik Hariri döneminde uygulanan neoliberal politikalar, ülkeyi borç batağına ve dışa bağımlılığa sürükledi. Bu süreçte sınıfsal uçurum derinleşti: bir yanda yeniden inşa edilen Beyrut’un gösterişli gökdelenleri, diğer yanda Güney Lübnan’ın yoksul mahalleleri. İşte bu yoksul mahalleler, Hizbullah’ın toplumsal tabanını oluşturdu. Hareket, yalnızca askeri bir örgüt değil, aynı zamanda yoksulların sosyal dayanışma ağlarını kuran alternatif bir kamusal yapı haline geldi. Sağlık, eğitim ve dayanışma kurumları aracılığıyla, neoliberal devletin bıraktığı boşluğu doldurdu. 2000’de İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi, emperyalizmin bölgedeki yenilgilerinden biridir. Bu zafer, yalnızca askeri değil, sınıfsal bir moral zaferdir: halkın öz direnişi, emperyalizmin yüksek teknolojili savaş makinesini bozguna uğratmıştır. Ancak 2006’daki İsrail saldırısı, Lübnan’ın bağımsızlığının hâlâ kırılgan olduğunu gösterdi. Hizbullah’ın direnişi, yalnızca İsrail’i değil, aynı zamanda bölgedeki neoliberal statükoyu da sorguladı. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Lübnan, “Direniş Ekseni”nin (İran, Suriye, Hizbullah, Filistin hareketleri) bir parçası haline geldi. Bu eksen, emperyalizmin bölgesel hegemonyasına karşı kurulan anti-kapitalist bir blok olma potansiyeli taşımaktadır. Ancak Lübnan’daki ekonomik yapı, hâlâ finansal bağımlılığa ve siyasi yozlaşmaya dayanmaktadır. Devlet, borç krizleri ve dış müdahalelerle felç olmuştur. 2019’daki halk isyanları, Lübnan kapitalizminin çöküşünün açık göstergesidir. Bankaların iflası, işsizliğin patlaması ve temel ihtiyaçların karşılanamaz hale gelmesi, halkın mezhepsel ayrımları aşarak sınıfsal temelde birleşmesine yol açtı. Ancak bu hareket, örgütsüzlük ve emperyal baskılar nedeniyle kalıcı bir devrimci hatta dönüşemedi. Bugün Lübnan, iki zıt eğilimin çatışma alanıdır: bir yanda emperyalizme karşı direnişin merkezlerinden biri olan Hizbullah’ın varlığı, diğer yanda neoliberal sistemin enkazı altında ezilen bir ekonomi. Gerçek kurtuluş, mezhepsel dengeleri aşan bir işçi sınıfı seferberliği ve bölgesel sosyalist dayanışmayla mümkündür. Lübnan halkının geleceği, emperyalizmin değil, devrimci dayanışmanın belirleyeceği bir yeni tarihsel döneme doğru yönelmektedir.

Lübnan, Fransız manda yönetiminden 1943’te bağımsızlığını kazandığında, devlet yapısı zaten çok katmanlı ve heterojen bir kapitalist düzenin yansımasıydı. Ülkenin farklı dini ve etnik gruplarına dayalı siyasi sistem, burjuva ve toprak sahiplerinin çıkarlarını güvence altına aldı. Kentlerdeki bankacılık ve ticaret elitleri, ekonomiyi kontrol ederken, kırsalda işçi ve köylü sınıfları kronik yoksulluk ve sömürü ile karşı karşıya kaldı. 1950–1960’larda Lübnan, bölgesel emperyalizmin merkezi bir aracı olarak işlev gördü; Batı ile işbirliği, yerel elitlerin ekonomik çıkarlarını güçlendirdi. Bu durum, sınıfsal eşitsizliğin kalıcılaşmasına ve toplumsal gerilimlerin birikmesine yol açtı. 1975’te başlayan Lübnan İç Savaşı, dış müdahale ve yerel elitlerin çıkar çatışmaları ekseninde şekillendi. ABD, Fransa ve İsrail’in müdahaleleri, yerel burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarlarını koruma stratejileriyle birleşti. Savaş, halkın alt sınıflarını en çok etkileyen bir sosyal yıkım süreciydi: işçiler işsiz kaldı, köylüler topraklarını kaybetti, şehirler harabeye döndü. Emperyalizm, Lübnan’daki iç çatışmayı, enerji ve finans kontrolü için bir araç olarak kullandı. Bu süreç, sınıfsal bir kurtuluş perspektifi olmadan direnişin parçalanacağını gösterdi. 1990’larda savaşın sona ermesiyle başlayan yeniden yapılanma süreci, Lübnan ekonomisini uluslararası finans sermayesine bağımlı hale getirdi. IMF ve Dünya Bankası politikaları, altyapı ve hizmetlerde sınırlı iyileşme sağlasa da, sosyal eşitsizlikleri derinleştirdi. Direniş hareketleri, özellikle Hizbullah üzerinden örgütlense de, çoğu zaman bölgesel güç dengeleri ve emperyalist müdahale ile sınırlandı. Bu, Lübnan işçi ve yoksul halkının kendi sınıfsal çıkarlarını bağımsız bir biçimde savunmasının önündeki engeli ortaya koydu. Filistin’de 1948 Nakba’sı, halkın topraklarından sürülmesi ve İsrail’in kuruluşu, bölgesel kapitalist ve emperyalist projelerin bir sonucuydu. Yerel burjuvazi etkisizleşirken, Filistin halkı toprak ve üretim araçlarından yoksun bırakıldı. Bu süreç, hem sınıfsal hem de ulusal bir sömürüyü beraberinde getirdi. 1967’deki Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria ve Gazze’yi işgal ederek, Filistin ekonomisini kendi kapitalist sistemine entegre etti. İşçi sınıfı, göçmenlik ve düşük ücretli işçilikle istihdam edilirken, direnişin örgütlenmesi sürekli baskı ve şiddetle engellendi. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve diğer direniş hareketleri, emperyalist müdahale ve yerel elitlerle mücadelenin kesişiminde şekillendi. Marksist perspektiften, bu direnişler genellikle ulusal bağımsızlık söylemleri ile sınıfsal talepler arasında sıkıştı. Oslo Antlaşmaları (1993) sonrası, Filistin bölgeleri ekonomik olarak İsrail kapitalizmine bağımlı hale geldi. Bu durum, sınıfsal kurtuluşun önünde önemli bir engel oluşturdu; halkın bağımsız ekonomik ve sosyal örgütlenmesi neredeyse imkânsızlaştı. Günümüzde Filistin, işgal, göç ve ekonomik ambargo altında yaşamaya devam ediyor. İşçi sınıfı, tarım köylüleri ve kent yoksulları sürekli olarak sömürülüyor. Direniş, mahalle ve sivil toplum odaklı küçük örgütlenmelerle sürüyor; ancak emperyalist müdahale ve yerel elitlerin işbirliği, bağımsız sınıfsal örgütlenmenin önünü kesiyor. Filistin ve Lübnan örnekleri, emperyalizmin ve yerel kapitalist sınıfların direnişi nasıl tıkadığını ve sınıfsal kurtuluşun ancak örgütlü sosyalist hareketlerle mümkün olduğunu gösteriyor.

İran, 20. yüzyıl boyunca Asya’nın en stratejik merkezlerinden biri olarak, emperyalist müdahalenin ve halk direnişinin sürekli çatıştığı bir toplumsal laboratuvar olmuştur. Petrolün küresel kapitalist ekonomideki belirleyici rolü, İran’ı yalnızca enerji kaynağı değil, aynı zamanda Batı sermayesinin hegemonik planlarının kilit halkası haline getirmiştir. Bu nedenle İran tarihi, emperyalizmin ekonomik tahakkümü ile halkın devrimci kalkışmalarının diyalektik bir mücadele tarihidir. 1905 Anayasa Devrimi, İran toplumunda feodal ilişkilerle emperyalist bağımlılığın iç içe geçtiği yapıya karşı bir tepkiydi. Bu hareket, kentli orta sınıfların, tüccarların ve ulemanın ortak tepkisi olarak doğdu; ancak burjuva karakteri nedeniyle, toplumsal dönüşümün köklü dinamiklerini yaratamadı. Devrim, bir anayasal rejim kurmayı başarsa da, üretim ilişkilerinde esaslı bir değişim yaratamadı. Emperyalist güçler –özellikle İngiltere ve Rusya– İran’daki iktidar ilişkilerini “dengeleme” bahanesiyle fiilen kontrol altına aldılar. Bu dönemden itibaren İran ekonomisi, petrol bağımlılığı üzerinden şekillenen yarı-sömürge bir yapı kazandı. 1908’de Anglo-Persian Oil Company’nin (daha sonra BP) kurulmasıyla birlikte, İran’ın enerji kaynakları doğrudan İngiliz sermayesinin kontrolüne geçti. Bu sömürü düzeni, işçi sınıfının yeni bir toplumsal güç olarak sahneye çıkmasına yol açtı. 1920’lerde kurulan ilk işçi sendikaları ve sol örgütlenmeler, İran’da proletaryanın bağımsız sınıf bilincinin ilk nüvelerini oluşturdu. 1951’de Musaddık’ın önderliğinde yürütülen petrolün millileştirilmesi hareketi, bu tarihsel sürecin doruk noktasıydı. Musaddık, emperyalist sömürüyü ulusal egemenlik temelinde sınırlamak istese de, hareketin sınırları burjuva reformculuğu çerçevesindeydi. Buna rağmen, 1953’te CIA ve MI6 işbirliğiyle gerçekleştirilen darbe, yalnızca Musaddık hükümetini değil, aynı zamanda İran halkının bağımsızlık umudunu da bastırdı. Darbe sonrasında Şah rejimi, emperyalist sermayenin en güvenilir müttefiki haline geldi. İran, ABD’nin Ortadoğu’daki anti-komünist kalesi olarak yeniden biçimlendirildi. Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin “Beyaz Devrim” adını verdiği reformlar, modernleşme adı altında kapitalist yeniden yapılanmanın ve köylü sınıfının çözülüşünün ideolojik örtüsüdür. Toprak reformu, tarım üreticisini özgürleştirmek yerine, onu borç batağına ve göçmen işçiliğe mahkûm etti. Bu süreç, köylü kitlelerin şehir proletaryasına katılmasını hızlandırdı. 1960’ların sonlarına doğru İran kentlerinde oluşan yeni işçi sınıfı, hem ekonomik sömürüye hem de siyasi baskıya karşı örgütlenmeye başladı. Bu dönemde sol hareketler –özellikle Tudeh Partisi ve çeşitli gerilla örgütleri– sınıfsal çelişkilerin devrimci bir odak haline gelmesini sağladılar. Ancak rejim, ABD desteğiyle kurduğu SAVAK istihbarat ağıyla bu hareketleri acımasızca bastırdı. Buna karşın, Marksist gelenek İran’da derin bir ideolojik miras bıraktı; bu miras, 1979 devriminde İslamcı söylemin arkasına gizlenen halk öfkesinin sınıfsal temelini oluşturdu. 1970’lerde artan petrol gelirleri, İran ekonomisinde sahte bir büyüme yarattı. Bu refah, geniş emekçi kitlelere değil, devlet burjuvazisi ve ona bağlı teknokrat sınıfa aktı. Üretim araçlarının mülkiyeti devlet tekellerinde yoğunlaştı, ancak bu mülkiyet biçimi, burjuva karakterini koruyarak işçi sınıfının taleplerini dışladı. Şah’ın modernleşme projesi, aslında emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını güvence altına alan bir devlet kapitalizmi modeliydi. 1979 Devrimi, emperyalizmin ve monarşinin karşısında birleşen geniş halk kesimlerinin tarihsel patlamasıydı. İşçiler, köylüler, öğrenciler, kadınlar ve alt sınıflar, hem ekonomik sömürüye hem de siyasi baskıya karşı ayağa kalktılar. Bu devrim, biçimsel olarak İslami bir söylem taşısa da, özünde anti-emperyalist ve sınıfsal bir kalkışmaydı. Fabrika komiteleri, işçi konseyleri (şuralar) ve mahalle örgütlenmeleri, devrimin taban dinamiklerini oluşturdu. Ancak kısa sürede devrimin öncü sınıfları ile dinci küçük burjuvazi arasındaki çelişkiler belirginleşti. Humeyni’nin önderliğindeki ulema sınıfı, işçi sınıfının öz yönetim organlarını tasfiye ederek devrimi karşı-devrime dönüştürdü. Bu süreç, İran’da teokratik bir devlet biçimiyle kapitalist ilişkilerin yeniden üretildiği bir tarihsel evreyi başlattı. Yeni rejim, emperyalizme tam teslim olmasa da, içsel bir sınıf diktatörlüğüne dönüştü. Devrim sonrası kurulan “İslam Cumhuriyeti”, anti-emperyalist söylemiyle halk desteğini korurken, ekonomik olarak yeni bir sermaye bloğu yarattı: devrim muhafızları, dini vakıflar ve devlet şirketleri aracılığıyla oluşan bu blok, yeni bir İslamcı burjuvaziyi temsil etti. Bu sınıf, hem uluslararası yaptırımlar hem de iç baskı koşulları altında kendi çıkarlarını koruyan otoriter bir yapıya evrildi. 1980’de Irak’ın saldırısıyla başlayan İran-Irak Savaşı, yalnızca iki ülke arasındaki çatışma değil, emperyalist sistemin İran Devrimi’ni boğma girişimidir. ABD ve Batı Bloku, Saddam Hüseyin’i destekleyerek İran’ı hem askeri hem ekonomik olarak yıpratmak istemiştir. Sekiz yıl süren savaş, milyonlarca insanın ölümüne ve ülkenin endüstriyel altyapısının çökmesine yol açtı. Buna rağmen İran halkı, direnişin moral üstünlüğünü elinde tuttu. Ancak savaş sonrasında rejim, devrimci kazanımları yeniden merkezileştirerek toplum üzerindeki denetimini artırdı. 1990’larla birlikte İran ekonomisi, savaşın yıkımı ve uluslararası izolasyonun baskısıyla neoliberal bir yeniden yapılanma sürecine girdi. Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde yürütülen reform politikaları, özel mülkiyeti ve sermaye birikimini teşvik etti. Böylece devrim sonrası oluşan “İslamcı kapitalizm”, hem iç sınıf eşitsizliklerini derinleştirdi hem de işçi sınıfının örgütlü gücünü zayıflattı. 21. yüzyılda İran, ABD’nin bölgesel stratejisinde “tehdit ekseni”nin merkezine yerleştirildi. Nükleer kriz, aslında enerji bağımsızlığını ve bölgesel nüfuzunu hedef alan emperyalist bir kuşatma politikasıdır. Buna karşı İran, hem diplomatik hem de askeri düzeyde direnç stratejileri geliştirdi. Hizbullah, Haşdi Şabi ve Husiler gibi hareketlerle kurulan dayanışma ağları, İran’ı bölgesel bir anti-emperyalist direniş merkezi haline getirdi. Ancak içeride durum farklıdır: devlet kapitalizmiyle dini otoritenin iç içe geçtiği mevcut yapı, işçi sınıfının, kadınların ve gençliğin taleplerine sistematik biçimde yanıt verememektedir. 2009’daki Yeşil Hareket’ten 2022 Mahsa Amini protestolarına kadar uzanan süreç, bu sınıfsal ve siyasal tıkanmanın halk isyanlarına dönüştüğünü göstermektedir. İran toplumu, hem emperyalizmin dış kuşatmasıyla hem de iç sınıf diktatörlüğüyle aynı anda mücadele etmektedir. Bugün İran’da çelişki keskinleşmiştir: bir yanda emperyalizme direnişin tarihsel meşruiyeti, diğer yanda sınıfsal sömürünün din kisvesi altında meşrulaştırılması. İran devriminin geleceği, bu ikili yapının çözülmesiyle belirlenecektir. Gerçek bir özgürleşme, yalnızca teokratik düzenin değil, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin de yıkılmasıyla mümkündür.

Irak, 20. yüzyıl boyunca emperyalizmin petrol politikalarının kalbinde yer alan bir coğrafya olmuştur. Mezopotamya’nın zengin enerji kaynakları, bölge halkının kaderini belirleyen temel ekonomik unsur haline gelmiştir. Bu nedenle Irak tarihi, petrolün sınıfsal karakterini en açık biçimde gösteren bir sömürü ve direniş tarihidir. I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte İngiltere, Irak’ı doğrudan işgal etti. 1920’lerde kurulan manda yönetimi, “bağımsızlık” görüntüsü altında klasik sömürgecilik biçimini sürdürdü. İngilizler, Irak Krallığı’nı yerel feodal unsurlarla işbirliği içinde kurarak halk üzerindeki denetimlerini kurumsallaştırdılar. Bu dönemde petrol, Irak ekonomisinin temelini oluşturdu ancak üretimin ve gelirin tamamı İngiliz sermayesinin elindeydi. 1927’de Musul’da bulunan petrol yatakları, British Petroleum’un öncülü olan Iraq Petroleum Company (IPC) tarafından işletilmeye başlandı. Böylece Irak halkı, kendi topraklarından çıkan servetin yalnızca kırıntılarına mahkûm edildi. Feodal toprak ağaları ve işbirlikçi burjuvazi, bu sömürge düzeninden nemalandı. Bu yapıya karşı ilk ciddi isyan, 1920 Devrimi olarak bilinen halk ayaklanmasıydı. Şiiler, Sünniler ve Kürtler, emperyalist tahakküme karşı geçici bir sınıfsal birlik oluşturmuşlardı. Ancak bu hareket, ulusal düzeyde örgütlü bir devrimci sınıfın eksikliği nedeniyle bastırıldı. 1940’ların sonunda ise Irak işçi sınıfı, özellikle petrol işçileri, grevlerle emperyalist şirketleri zorlamaya başladı. Bu grevler, Irak’ta proletaryanın siyasal bilincinin ilk somut tezahürleriydi. 1958 Devrimi, Irak monarşisini devirerek emperyalizmin bölgedeki en önemli dayanaklarından birini yıktı. General Abdülkerim Kasım’ın önderliğinde kurulan cumhuriyet, başlangıçta ulusal bağımsızlık ve sosyal reformlar hedefliyordu. Toprak reformu, petrol gelirlerinin millileştirilmesi yönünde adımlar ve işçi haklarının tanınması, halkta büyük bir umut yarattı. Ancak devrim, sınıfsal anlamda kararsız bir karakter taşıyordu. Ordu içindeki milliyetçi unsurlar ile devrimci hareket arasındaki çelişkiler, bu dönemin en temel zaafıydı. 1963’te Baas Partisi’nin CIA desteğiyle gerçekleştirdiği darbe, devrim sürecini kesintiye uğrattı. Baas ideolojisi, görünürde Arap birliği ve sosyalizm kavramlarını kullansa da, özünde burjuva devlet kapitalizmini temsil eden bir modeldi. 1968’de yeniden iktidara gelen Baas rejimi, petrolün millileştirilmesini 1972’de tamamladı. Bu adım, ekonomik bağımsızlık açısından tarihsel önemdeydi; ancak petrol gelirleri, halkın refahına değil, devlet aygıtının militarizasyonuna ve iktidar bloğunun zenginleşmesine hizmet etti. Saddam Hüseyin’in yükselişiyle birlikte Irak, bir modernleşme diktatörlüğüne dönüştü. Rejim, eğitim, sağlık ve altyapıda ilerlemeler sağlarken, aynı anda işçi hareketlerini ve devrimci muhalefeti bastırdı. 1970’lerin ortasında Irak Komünist Partisi, rejimin baskılarıyla büyük ölçüde tasfiye edildi. Bu süreç, Irak’ta devrimci sınıf bilincinin sistematik olarak yok edilmesi anlamına geliyordu. 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı, iki halkın emperyalist manipülasyonun kurbanı olduğu bir yıkım dönemidir. ABD ve Batı Bloku, İran Devrimi’ni bastırmak amacıyla Saddam rejimini dolaylı olarak destekledi. Bu destek, silah ticaretinden ekonomik kredilere kadar uzandı. Ancak savaş, Irak ekonomisini çökertti; milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Savaş boyunca Saddam rejimi, halkın seferberliğini sağlamak yerine baskı politikalarını artırdı. Şii ve Kürt bölgeleri ağır bir baskı altına alındı. Böylece Irak toplumunda mezhepsel bölünme, sınıfsal çelişkilerin üzerine örtülen yeni bir siyasal mekanizma haline geldi. Emperyalizm, bu bölünmeyi sonraki işgal sürecinde ustaca kullanacaktı. 1990’da Kuveyt’in işgali, emperyalizmin Irak’ı doğrudan hedef almasının bahanesini oluşturdu. 1991 Körfez Savaşı, ABD’nin yeni dünya düzeninin ilk askeri gösterisiydi. Savaş sonrasında uygulanan Birleşmiş Milletler ambargosu, tarihin en yıkıcı ekonomik yaptırımlarından biriydi. On yıl boyunca süren bu kuşatma, Irak toplumunu yoksulluğa, açlığa ve ilaçsızlığa mahkûm etti. Emperyalist yaptırımlar, rejimi zayıflatmak bir yana, halkı cezalandırdı. Yüz binlerce çocuk yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle öldü. Bu süreç, emperyalizmin “insan hakları” söyleminin ikiyüzlülüğünü en çıplak biçimde ortaya koydu. 1990’ların sonunda Irak, çökmüş bir altyapı, dağılmış bir orta sınıf ve çaresizleşmiş bir işçi sınıfıyla tam anlamıyla bir toplumsal enkaza dönüştü. 2003’te ABD öncülüğündeki işgal, 21. yüzyılın en açık emperyalist saldırılarından biridir. “Kitle imha silahları” yalanı, dünya kamuoyuna sunulan meşruiyet perdesiydi. Oysa asıl amaç, Irak petrolünü doğrudan Amerikan tekellerinin denetimine almak ve bölgeyi yeniden dizayn etmekti. İşgal sonrasında Irak ordusu dağıtıldı, kamu sektörü özelleştirildi, devlet aygıtı tamamen çöktü. Bu yıkım, yalnızca Irak halkının egemenliğini değil, toplumsal dokusunu da hedef aldı. Şii, Sünni ve Kürt nüfus arasındaki tarihsel farklılıklar, emperyalizmin “böl ve yönet” politikasıyla yeniden alevlendirildi. ABD, işgali “demokrasi getirmek” olarak pazarlarken, fiilen ülkeyi mezhepçi milisler, özel güvenlik şirketleri ve işbirlikçi siyasetçiler eliyle yönetti. Ancak işgal, aynı zamanda bir direnişin doğuşuna da yol açtı. 2004–2007 yılları arasında Sünni direniş grupları, Şii milisler ve ulusalcı unsurlar, ABD ordusuna karşı farklı biçimlerde mücadele yürüttüler. Bu hareketler ideolojik olarak heterojen olsa da, ortak paydaları emperyalizme karşı ulusal direnişti. ABD, bu direnişi bastırmak için etnik ve mezhepsel ayrımları daha da derinleştirdi. ABD’nin 2011’deki çekilmesi, Irak’ta bir “bağımsızlık” değil, boşlukta kalmış bir devletin mirasını bıraktı. Bu boşluk, 2014’te IŞİD’in yükselişiyle dramatik biçimde doldu. IŞİD, ABD işgalinin yarattığı toplumsal yıkımın ve mezhepçi yönetimlerin ürünüdür. Bu örgüt, Batı’nın “terörle mücadele” bahanesiyle Irak’a yeniden müdahalesine zemin hazırladı. Buna karşın, Irak’ta halk direnişi bitmedi. 2018’den itibaren emekçiler, gençlik ve işsizler, hem emperyalist nüfuzun hem de yozlaşmış yerli elitlerin iktidarına karşı sokağa çıktılar. Bu yeni dalga, sınıfsal temelli bir yeniden uyanışın işaretlerini taşıyordu. Ancak emperyalist müdahale, bu sefer “yumuşak güç” yöntemleriyle –NGO’lar, medya ağları, finansal manipülasyonlarla– sürdürüldü. Bugün Irak, görünürde bağımsız bir devlet olsa da, ekonomik olarak IMF politikalarına, siyasal olarak ABD-İran çekişmesine bağımlı bir yarı-sömürge durumundadır. Direniş hareketleri, özellikle Haşdi Şabi gibi örgütlenmeler, emperyalizme karşı tutarlı bir güç odağı oluşturmuş olsa da, devrimci bir programdan yoksun olduklarında sistemi yıkmak yerine dengelemeye hizmet etme riski taşımaktadır. Irak’ın kurtuluşu, yalnızca işgalin son bulmasıyla değil, petrolün kamusal mülkiyetinin ve sınıfsal iktidarın halk lehine yeniden örgütlenmesiyle mümkündür. Irak işçi sınıfının tarihsel deneyimi, emperyalizme karşı direnişin kalıcı bir biçim alabilmesi için devrimci bir örgütlenme ve sosyalist bir program gerekliliğini açıkça göstermektedir.

Suriye, Ortadoğu’da emperyalist müdahalelerin ve bölgesel hegemonya mücadelelerinin en çarpıcı örneklerinden birini sunar. Tarih boyunca Arap milliyetçiliği ve sosyalist söylemlerle meşrulaştırılmış iktidarlar, özünde burjuva devlet kapitalizminin yerel bir biçimini temsil etmiştir. Suriye toplumu, sınıfsal olarak feodal unsurlar, orta tabaka ve işçi sınıfı ekseninde parçalanmış, bu da emperyalizmin müdahalesine açık bir zemin yaratmıştır. Fransız manda yönetiminin 1946’da sona ermesiyle Suriye resmi bağımsızlığını kazandı. Ancak bağımsızlık, emperyalizmin ekonomik ve siyasi etkilerinden bütünüyle kopmak anlamına gelmiyordu. Ülke, yarı-sömürge bir ekonomik yapı ile karşı karşıyaydı; tarım topraklarının büyük kısmı küçük bir toprak sahibi sınıfın elinde yoğunlaşmış, şehirlerde burjuvazi ve bürokrasi etkin konumdaydı. 1950’lerde Suriye’de askeri darbeler ve kısa ömürlü hükümetler, halkın sosyal taleplerine yanıt veremedi. Bu dönemde tarım reformları ve işçi hakları sınırlı bir biçimde tartışıldı ancak pratikte feodal ve burjuva çıkarlar korunmaya devam etti. 1958–1961 arasında Mısır ile kurulan geçici birleşik Arap Cumhuriyeti deneyimi, devlet kapitalizminin sosyalist söylemlerle meşrulaştırılabileceğini gösterse de, gerçek güç dengesi burjuva sınıfların lehineydi. 1970 yılında Hafız Esad’ın iktidara gelmesi, Suriye’de uzun süreli bir otoriter düzen kurdu. Devlet, petrol gelirlerini ve sanayiyi kontrol ederek merkezi bir kapitalist devleti inşa etti. Modernleşme politikaları, sağlık, eğitim ve altyapıda bazı ilerlemeler sağlasa da, toplumsal eşitsizlikler derinleşti; işçi sınıfı örgütlenmeleri baskılandı, siyasi muhalefet ve devrimci hareketler susturuldu. Bu dönemde Suriye, bölgesel düzeyde ABD ve Sovyetler arasındaki vekâlet çatışmalarında stratejik bir oyuncu haline geldi. Hafız Esad rejimi, dış müdahalelere karşı görece bağımsız görünse de, yerli burjuvazi ve bürokratik elitlerin çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında sürekli bir uzlaşma söz konusuydu. Hafız Esad’ın ölümünden sonra Beşar Esad’ın iktidara gelmesi, başlangıçta reform beklentileri yaratmış olsa da, uygulamada neoliberal politikaların uygulanmasıyla sonuçlandı. Petrol ve gaz gelirleri özel şirketlere açıldı, kentlerde gelir eşitsizliği arttı. Bu süreç, işçi sınıfı ve yoksul köylüler arasında derin bir hoşnutsuzluk yarattı. 2010’a gelindiğinde, Suriye toplumu ekonomik olarak kırılgan bir yapıya sahipti. Tarımın çökmesi, işsizliğin artması ve altyapı eksiklikleri, halkın öfkesini tetikledi. Bu öfke, bölgesel Arap Baharı dalgasıyla birleşerek 2011’de kitlesel halk isyanlarına dönüştü. 2011’de Suriye’de başlayan gösteriler, başlangıçta demokratik ve sosyal talepler ekseninde örgütlendi. Ancak rejim, tank ve top ile yanıt vererek halk hareketini bastırmayı hedefledi. Bu noktada emperyalist güçler, İsrail destekli Körfez monarşileri ve ABD, gösterileri kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye başladı. Böylece halk isyanı, kısa sürede bir vekalet savaşına dönüştü. IŞİD ve El-Nusra gibi cihatçı gruplar, bölgesel ve küresel güçlerce silahlandırıldı. Suriye işçi sınıfı ve yoksul köylüler, hem rejim baskısı hem de cihatçı terörün hedefi haline geldi. Bu durum, sınıfsal bilincin gelişmesini engelleyerek, mezhep ve etnik çatışmaları derinleştirdi. 2015’ten itibaren Suriye’de Rusya ve İran, rejimi korumak ve bölgesel nüfuz sağlamak için doğrudan müdahaleye başladı. Bu, ülkenin bir kısmının yeniden kontrol altına alınmasını sağladı, ancak aynı zamanda sivil kayıpları, yıkımı ve göçü katlanılmaz boyutlara taşıdı. Bu dönemde Suriye halkı, hem iç savaştan hem de emperyalist müdahalelerden zarar gören bir sınıf haline geldi. Kentlerin bombalanması, altyapının tahribi ve ekonomik çöküş, ülkenin uzun vadeli kalkınmasını engelledi. Emperyalizm, vekâlet savaşlarını bir araç olarak kullanarak, hem enerji koridorlarını kontrol etti hem de bölgedeki rejimlerin bağımsız hareket etmesini engelledi. Suriye, görünürde rejim kontrolünde bir devlet olarak varlığını sürdürse de, ekonomik olarak IMF politikalarına ve uluslararası kapitalist ağlara bağımlıdır. Halkın büyük kısmı yoksulluk, işsizlik ve temel ihtiyaç yetersizlikleriyle mücadele etmektedir. Direniş, bu dönemde sivil toplum hareketleri, yerel kooperatifler ve işçi örgütlenmeleri üzerinden yeniden biçimlenmektedir. Ancak emperyalist güçlerin sürekli müdahalesi ve bölgesel vekâlet savaşlarının kalıntıları, Suriye’de sınıfsal kurtuluşun önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Suriye’nin özgürleşmesi, yalnızca rejim değişimiyle değil, ekonomik bağımsızlık ve sınıf temelli örgütlenme ile mümkündür. İşçi sınıfı ve köylülerin tarihsel deneyimi, bölgesel emperyalizme karşı kalıcı direnişin ancak sosyalist programla mümkün olduğunu göstermektedir.

Irak ve Yemen, Ortadoğu’daki kapitalist sömürü ve emperyalist müdahalenin en görünür ve yıkıcı örneklerini sunar. Her iki ülkede de yerel burjuvazi ile uluslararası sermaye işbirliği yaparken, işçi ve köylü sınıfları savaş, yoksulluk ve göç ile tahrip edilmiştir. Marksist eleştiri, bu süreçleri sadece etnik veya mezhepsel çatışmalar üzerinden değil, sınıfsal sömürü ve kapitalist çıkarlar çerçevesinde yorumlar. 1958’de monarşinin devrilmesi, Irak’ta yeni bir kapitalist elitin yükselişini işaret etti. Ancak bu elit, halkın çıkarlarından ziyade petrol gelirlerini ve bölgesel stratejik avantajları korumaya odaklandı. 1970–1980’lerde Saddam Hüseyin’in yükselişi, devlet aygıtını merkezileştirip işçi ve köylü sınıflarını baskı altında tuttu. 1980–1988 arasında İran-Irak Savaşı, bu sınıfların en çok acı çektiği bir süreç oldu; savaş, emperyalist güçlerce hem silah hem ekonomik destek sağlanarak uzatıldı ve petrol gelirleri yerel elitlerin kontrolünde kaldı. 1990’daki Irak Kuveyt işgali sonrası başlayan Körfez Savaşı, ABD ve müttefiklerinin doğrudan müdahalesini tetikledi. Savaş, Irak’ın altyapısını ve halkın yaşam koşullarını tahrip etti. Yoksul halk, işsizlik, açlık ve sağlık krizleri ile yüzleşirken, petrol gelirleri hala elit ve emperyalist çıkarlar için kullanıldı. 1991 sonrası uygulanan ambargolar, işçi ve köylü sınıflarını sistematik olarak ezdi. Marksist eleştiri, bu dönemi emperyalist kapitalizmin savaş ve yaptırımlar aracılığıyla sınıf tahakkümünü sürdürmesi olarak değerlendirir. 2003’teki ABD işgali, Irak’ta neo-liberal politikaların uygulanmasının yolunu açtı. Petrol ve ekonomik kaynaklar uluslararası sermayeye açılırken, yerel işçi sınıfı ve yoksul köylüler işsizliğe ve sosyal güvencesizliğe mahkûm edildi. Direniş hareketleri, çoğu zaman mezhepsel veya etnik bölünmelerle parçalandı; Marksist perspektife göre bu, emperyalist işgalin ve kapitalist çıkarların işçi sınıfının örgütlenmesini engelleme stratejisiydi. Yemen’de 1962 devrimi, monarşiyi devirdi ancak yeni yönetimler, yerel burjuvazi ve uluslararası sermaye ile işbirliği yaptı. Ülke ekonomisi büyük ölçüde tarım ve dış yardımlara bağımlı hale geldi, işçi ve köylüler yoksulluk içinde kaldı. 1990 sonrası Yemen, birleşme sonrası yeni kapitalist düzenin etkisiyle daha da parçalandı. Ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde çatışmalar, hem yerel elitler arası çıkar mücadeleleri hem de Suudi Arabistan ve ABD gibi emperyalist güçlerin müdahaleleriyle derinleşti. 2011’de Arap Baharı ile başlayan halk hareketleri, Yemen’de büyük umutlar yarattı ancak yerel elitlerin ve dış güçlerin müdahalesi, süreci sınıfsal bir trajediye dönüştürdü. Hadi rejimi ve Husiler arasındaki çatışmalar, işçi ve köylü sınıflarının maruz kaldığı açlık, sağlık krizleri ve kitlesel göç ile sonuçlandı. Marksist perspektif, Yemen örneğinde, emperyalist müdahale ve kapitalist sömürü mekanizmalarının halk üzerindeki yıkıcı etkisini net bir biçimde ortaya koyar. Direniş, çoğu zaman ulusal veya mezhepsel söylemlerle sınırlı kalmış, sınıfsal kurtuluş perspektifi geri planda kalmıştır.

Suriye, Ortadoğu’nun emperyalist müdahalelere en açık sahalarından biri olarak tarihe geçti. Esad rejimi, uzun yıllar boyunca baskı, yolsuzluk ve korkuya dayalı bir devlet aygıtıyla iktidarda kalmıştı. Bu durum, halkın örgütlenme ve direniş potansiyelini kısmen bastırmıştı; ancak tek bir hamle bile devletin bütün yapısını sarsmaya yetebilirdi. 2011’de başlayan halk ayaklanması, otoriter rejimin zayıflığını ve halkın sabrının tükenmiş olduğunu gözler önüne serdi. ABD ve diğer emperyalist güçler, Suriye’yi parçalamak, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu sınırlamak ve İsrail lehine jeopolitik avantaj sağlamak için müdahalelerde bulundu. Bu süreçte çeşitli cihatçı örgütler, özellikle IŞİD ve El Kaide’den türeyen HTŞ, rejime karşı sahnelenen emperyalist oyunların taşeronları olarak öne çıktı. Ancak bu örgütlerin toplumsal tabanı sınırlıydı ve kendi diktatoryal hedeflerini gerçekleştirmek için sürekli halkın çıkarlarıyla çatıştılar. Esad rejiminin hapishanelerinde yıllarca tutulan komünistler ve sosyalistler, rejimin çöküşüyle birlikte serbest bırakıldı. Bu durum, Suriye’de yeniden aşağıdan mücadele için olanaklar yarattı. Elbette bu potansiyelin başarıya ulaşması garanti değil; HTŞ gibi örgütler kendi baskıcı rejimlerini tesis etmeye çalışabilir. Ancak asıl mesele, Suriye halkının örgütlenerek özgürlüklerini pekiştirip pekiştiremeyeceğidir. Suriye’deki kriz, yalnızca iç dinamiklerle açıklanamaz; bölgesel ve küresel güçlerin çatışmasının da bir sonucu olarak ortaya çıktı. Türkiye, ABD ve Rusya, Kürt hareketini ve Rojava’nın özerkliğini farklı amaçlarla hedef aldı. ABD’nin Türkiye’ye Rojava’nın kabulünü dayatması ve Kürt sorununun stratejik önem kazanması, bölgedeki dengeleri daha da kırılgan hâle getirdi. Kürt hareketi, Kuzey Suriye’deki kontrolüyle önemli bir güç unsuru olarak öne çıkarken, Türk devleti bu güç üzerinde nüfuzunu artırmaya çalıştı. Emperyalist müdahaleler ve bölgesel güçlerin çatışmaları, Suriye’deki halkın yaşam alanlarını daraltırken, aynı zamanda toplumsal mücadelenin de önünü açtı. Emperyalistlerin çıkarları için kurulan işbirlikçi güçler geçici ve çıkarcıdır; bu nedenle halkın özgürleşme mücadelesi yalnızca kendi öz örgütlenmesine dayanabilir. Suriye’de yaşanan süreç, Ortadoğu’daki halkların bağımsız ve antiemperyalist bir mücadele yürütmesinin ne kadar hayati olduğunu göstermektedir.

Ortadoğu, emperyalist kapitalist sistemin hegemonik mücadelelerinde en kritik sahalardan biri olmuştur. ABD, II. Dünya Savaşı sonrası bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn etmeye başladı. İngiltere ve Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrası çizdiği yapay sınırlar, bölge halklarının özgür iradesini hiçe sayarak emperyalist güçler için savaş alanı yarattı. Petrol zengini ülkeler, dünya kapitalist sisteminde yalnızca enerji kaynağı değil, aynı zamanda stratejik üsler olarak işlev gördü. ABD, bu ülkelerdeki hegemonyasını sürdürebilmek için doğrudan müdahalelerden, vekâlet savaşlarından ve askeri işbirliklerinden faydalandı. ABD’nin Ortadoğu stratejisi, yalnızca petrolü kontrol etmekle sınırlı değildi; bölgeyi Kafkasya, Orta Asya ve Pasifik’e açılan bir üs olarak kullanmak da temel amaçlardan biriydi. ABD, İsrail’i birincil müttefik olarak konumlandırırken, Türkiye, Suudi Arabistan ve bazı Körfez monarşileriyle stratejik askeri anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar, bölgedeki Amerikan çıkarlarını güvence altına almayı ve olası rakip güçleri sınırlamayı hedefliyordu. Alman emperyalizmi, Avrupa Birliği içinde ekonomik gücünü pekiştirerek ABD’ye karşı bölgesel nüfuz arayışına girdi. AB’nin genişlemesi, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin sisteme dahil olması, Almanya’nın stratejik etkisini artırdı ve ABD’nin bölgedeki tek egemenlik iddiasını sınırladı. Bu, emperyalist rekabetin sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve askeri boyutunu da gözler önüne serdi. Rusya, Soğuk Savaş sonrası yeniden dünya politikasında görünür oldu. ABD’nin Ortadoğu’daki tek taraflı hamlelerini sınırlamak, kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü Kafkasya ve Orta Asya’yı korumak için bölgeye müdahil oldu. Irak ve Suriye ile ilişkilerini kullanarak ABD’nin tek taraflı uygulamalarına direnç gösterdi. Ortadoğu’daki güç dengesi, bu üç büyük emperyalist aktör (ABD, AB/Almanya ve Rusya) arasında giderek daha karmaşık bir hâl aldı. ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) stratejisi, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra hız kazandı. Bu strateji, bölgedeki mevcut devletleri parçalayarak yeni yapılar kurmayı, İsrail lehine jeopolitik üstünlük sağlamayı ve İran gibi rakip bölgesel güçleri zayıflatmayı amaçlıyordu. ABD, Ortadoğu’daki bu planını gerçekleştirirken, Türkiye’yi hem müttefik hem de bölgesel denge unsuru olarak kullanmayı hedefledi. Batılı emperyalist güçler, “insan hakları” ve “demokrasi” söylemlerini, kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırdı. İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlar ve toprak gaspı, ABD, Almanya ve İngiltere gibi güçlerin örtülü veya açık desteğiyle devam etti. Böylece emperyalist devletler, bölgede sürdürülen şiddetin ve sömürünün baş sorumluları hâline geldi. Ortadoğu’daki halkların bağımsız ve antiemperyalist mücadeleleri, bu güçlerin çıkarlarıyla doğrudan çelişiyor. ABD ve Batılı müttefiklerinin politikaları, yalnızca bölgedeki halkları ezmekle kalmıyor, aynı zamanda emperyalist rekabetin acımasız sınavlarını da ortaya koyuyor. Bu durum, antiemperyalist mücadelenin önemini ve aciliyetini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Ortadoğu, yalnızca büyük emperyalist güçlerin değil, bölgesel aktörlerin de çıkar çatışmalarının kesişim noktası hâline gelmiştir. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, ABD ve Avrupa emperyalistlerinin yanında veya karşısında konumlanarak bölgedeki güç dengelerini kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Bu ülkelerin politikaları, yalnızca bölgesel nüfuz elde etme çabası değil, aynı zamanda kapitalist yeniden yapılanmanın ve hegemonik denklemlerin bir parçasıdır. Türkiye, hem NATO üyesi hem de ABD’nin stratejik müttefiki olarak bölgeye müdahil oluyor. Ancak ABD ile Türkiye arasındaki çıkar çatışmaları, Ortadoğu’daki güç dengelerini karmaşıklaştırıyor. Rojava’nın özerkliği, Kürt hareketinin güçlenmesi ve Suriye’deki iç savaşın seyri, Türkiye’nin emperyalist hedefleriyle doğrudan çelişiyor. AKP-MHP iktidarının Kürt hareketine yönelik baskıları, bölgedeki kapitalist ve emperyalist stratejilerle iç içe geçmiş bir şekilde ilerliyor. İran, Ortadoğu’da ABD ve İsrail’e karşı bir denge unsuru olarak öne çıkıyor. Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye ile kurduğu ittifak, İran’ın bölgesel nüfuzunu pekiştiriyor. İran’ın desteği sembolik ve ölçülü olsa da, ABD ve İsrail’in bölgedeki hegemonya hamlelerini sınırlama gücü yaratıyor. Bölgesel güçlerin bu tür karşılıklı denge stratejileri, Ortadoğu’daki çatışmaların sürekliliğini sağlayan temel etkenlerden biri. Rusya, ABD’nin Ortadoğu’daki hamlelerini sınırlamak ve kendi stratejik etkisini korumak için bölgeye yeniden müdahil oldu. Ukrayna savaşı ve bölgedeki yeni güç dengeleri, Rusya’nın Ortadoğu politikalarını şekillendirdi. ABD, Ukrayna savaşında Rusya’yı yıpratarak Ortadoğu’daki hamlelerini kolaylaştırırken, Rusya hâlâ bölgesel güçler ve ABD’ye karşı dengeleyici bir rol oynuyor. Ortadoğu’daki antiemperyalist mücadele, bu büyük ve bölgesel güçlerin tüm çelişkilerine rağmen devam ediyor. Emperyalist savaşlar, vekâlet çatışmaları ve iç savaşlar, halkların kendi özgürlük mücadelesini zorlaştırsa da, Suriye’de Esad rejiminin çöküşü gibi ani gelişmeler, halklara örgütlenme ve yeni politik deneyler için alan açıyor. Suriye’de serbest kalan komünistler ve sosyalistler, aşağıdan mücadeleye yeni bir umut ışığı sağlayabilir. Ortadoğu’da yükselen krizler, hem iç hem de jeopolitik boyutlarda yoğunlaşıyor. Petrol ve doğalgaz rezervlerinin zenginliği, stratejik konum, etnik ve mezhepsel çeşitlilik, emperyalist ve bölgesel güçler için cazip bir müdahale alanı yaratıyor. Bölgede halkların sefalet içinde yaşaması, zengin azınlıkların şatafatıyla kontrast oluşturuyor ve kapitalist sistemin eşitsizliklerini çıplak hâliyle ortaya koyuyor. Antiemperyalist mücadele, yalnızca yabancı güçlere karşı değil, bölgesel despotik rejimlere, yerli işbirlikçilere ve kapitalist sömürüye karşı da sürdürülmelidir. Kürt hareketinin demokratik haklarının savunulması, Filistin halkının özgürlüğü ve halkların kendi kaderini tayin hakkı, bölgedeki antiemperyalist mücadelenin ana eksenlerini oluşturuyor. Emperyalist ve kapitalist güçler arasındaki çatışmalar, halklar için hem tehdit hem de fırsat anlamına geliyor; bu fırsatları değerlendirmek, örgütlenme ve dayanışma ile mümkün olabilir. Böylece Ortadoğu’nun geleceği, halkların kendi mücadeleleriyle, bölgesel güçlerin çıkar dengeleriyle ve büyük emperyalist aktörlerin rekabetiyle şekillenecek. Antiemperyalist, sosyalist ve demokratik bir perspektif, bölgenin özgürleşmesi için hâlâ tek gerçek çıkış yoludur.