Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

ASYA'DAN KAFKASYA VE ORTADOĞU'YA

Son dört yılda Asya kıtasının güneyinde sarsıcı bir tarih yeniden yazılıyor. Sri Lanka’dan Bangladeş’e, Nepal’den Endonezya’ya uzanan bu zincir, yalnızca bölgesel bir çalkantı değil; kapitalizmin derinleşen tarihsel krizine karşı emekçi sınıfların yükselen öfkesidir. Yoksulluğun, işsizliğin, eşitsizliğin ve ayrıcalıklı iktidarların tahakkümüne karşı ayağa kalkan halklar, artık yönetenlerin yönetemez hâle geldiği yeni bir dönemin habercisidir. Yaklaşık 22 milyonluk Sri Lanka, 2022 yılında patlayan büyük bir ayaklanmayla sarsıldı. Ülke, ağır ekonomik kriz, döviz rezervlerinin tükenmesi, dış borç batağı ve fahiş gıda-yakıt fiyatları altında eziliyordu. Gençlerin, işçilerin ve demokratik örgütlerin öncülük ettiği protestolar, kısa sürede kitlesel bir halk hareketine dönüştü. Halk sokakları, ardından da hükümet ve başkanlık saraylarını kuşattı. Bu hareket yalnızca bir ekonomik tepki değil, çürümüş hanedan iktidarına karşı tarihsel bir hesaplaşmaydı. Yıllardır ülkeyi yöneten Rajapaksa ailesinin sembolleşmiş otoritesi çöktü; cumhurbaşkanı istifa etmek zorunda kaldı. Halk, ekmek ve yakıt kadar “demokrasi” ve “hesap verebilirlik” talep ediyordu. Bu isyan, Sri Lanka halkının yalnızca yoksulluğa değil, yönetenlerin zenginliğine karşı ayağa kalktığı bir dönüm noktası oldu. Sri Lanka’nın ardından mücadele ateşi bu kez 174 milyonluk Bangladeş’te tutuşturdu. 2024 yazında öğrencilerin önderliğinde başlayan protestolar, kısa sürede ülkenin dört bir yanına yayıldı. Halkın öfkesi, yıllardır süren yolsuzluk, polis şiddeti ve otoriter yönetimin baskısıyla birikti. Güvenlik güçlerinin acımasız saldırıları sonucu 1400’den fazla insan yaşamını yitirdi. Bu katliam, Sheikh Hasina rejiminin sonunu getiren kıvılcım oldu. 15 yıllık iktidarını korumak için Hindistan’a kaçmak zorunda kalan Hasina, halkın öfkesinden kurtulamadı. Yerine Nobel ödüllü Muhammed Yunus’un başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. Ancak Bangladeş halkı henüz zincirlerinden kurtulmuş değil. Ekonomik çöküntü derinleşiyor, demokratikleşme vaatleri kâğıt üzerinde kalıyor. Emekçiler ve öğrenciler, iktidarın değişmesiyle değil, sınıf sisteminin değişmesiyle gerçek kurtuluşun geleceğini görüyor. 2006’da krallığı deviren Nepal halkı, bu kez kendi seçtikleri iktidarlara karşı ayakta. 30 milyonluk ülkede 25 Ağustos 2025’te başlayan gençlik öncülüğündeki protestolar, kısa sürede genel bir halk ayaklanmasına dönüştü. Yüksek enflasyon, yolsuzluk, işsizlik ve nepotizm, yani iktidar elitlerinin ayrıcalıkları, isyanın temel sebepleriydi. Gençler bu kez yalnızca ekmek değil, onur istiyordu. “Nepokids” adı verilen iktidar çocuklarının sosyal medyada sergilediği lüks yaşam görüntüleri, halkın öfkesini ateşledi. Hükümet, isyanı bastırmak için 36 sosyal medya platformunu yasakladı. Ancak yasaklar yangına benzin dökmekten başka işe yaramadı. Gençler sokaklara aktı, yolsuzlukla suçlanan bakanları kovdu, hükümet binalarını kuşattı. Polis saldırıları sonucu 51 kişi öldü, 1300’den fazlası yaralandı. Başbakan Khadga Prasad Sharma Oli istifa etti, parlamento feshedildi, 2026 Mart’ında erken seçim kararı alındı. Ordunun sıkıyönetim ilanı da halkın iradesini bastıramadı. İsyan, geçici hükümetin başına yolsuzluk karşıtı tutumuyla tanınan eski yargıç Sushila Karki’nin getirilmesiyle yeni bir aşamaya girdi. Ancak Nepal halkı artık biliyor: sorun bireylerde değil, sistemdedir. Kapitalizmin sömürü düzeni sürdükçe yolsuzluk, eşitsizlik ve baskı yeniden doğacaktır. Köylerden Katmandu’ya yayılan bu isyan, yalnızca bir hükümetin değil, bir çağın çöküşünün ilanıdır. Zenginlik ve iktidarın birkaç elde toplandığı, milyonların ise yoksulluğa mahkûm edildiği bu sistem artık taşımıyor. Nepal halkı, “artık yeter” diyerek yeni bir tarih yazıyor.

Güney Asya’nın ötesinde, dünyanın dördüncü en kalabalık ülkesi olan Endonezya da derin bir tarihsel eşikte duruyor. 280 milyonu aşkın nüfusuyla bölgesel bir dev olan ülke, uzun süredir neoliberal “istikrar” yalanının gölgesinde yönetiliyor. Ancak bu istikrar, yalnızca sermaye için geçerliydi; işçiler, köylüler ve gençler içinse yaşam koşulları giderek ağırlaştı. 2024 sonunda başlayan kitlesel grevler, Jakarta’dan Surabaya’ya kadar yayılan bir halk hareketine dönüştü. Hükümetin emeği ucuzlatan iş yasaları, ormansızlaşmayı hızlandıran maden politikaları ve sendikal hakları sınırlayan yasakları, emekçi sınıfların sabrını taşırdı. Üniversite gençliği, feminist örgütler ve çevre hareketleri bu mücadelede birleşti. Onlar için artık “reform” sözcüğü, iktidarın makyajlı yalanından başka bir şey ifade etmiyordu. Talepleri açıktı: insanca yaşam, adil ücret, özgür sendika, doğanın talanına son. Endonezya’daki hareketin önemi, yalnızca kendi ülkesini sarsmasında değil; aynı zamanda çevresindeki ülkelerde —özellikle Malezya ve Filipinler’de— gençliğe bir direniş ilhamı yaratmasındaydı. Bu, Asya kıtasında sınıf temelli mücadelenin yeniden sahneye çıkışının açık bir göstergesiydi. Sermaye, ucuz işgücü ve “istikrarlı otoriterlik” üzerine kurduğu modelin çatırdadığını hissediyordu. Artık halkın öfkesi, küresel tedarik zincirlerini bile tehdit eden bir güç hâline geliyordu. Doğu’dan Batı’ya uzanan bu toplumsal sarsıntının yankıları, bu kez Kafkasya’da duyuldu. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan hattı; Soğuk Savaş’tan kalma sınırların ötesinde yeni bir kriz bölgesi hâline geldi. Kafkasya, kapitalizmin en kırılgan biçimlerinden birini yaşıyor: yoksulluk, enerji bağımlılığı ve otoriterleşme arasında sıkışmış bir coğrafya. 2024–2025 yılları boyunca Gürcistan’da gençliğin öncülüğünde başlayan “Avrupa yanlısı” protestolar, kısa sürede otoriter iktidara karşı bir özgürlük hareketine dönüştü. Ancak bu hareketin özünde jeopolitik yönelimden çok, sınıfsal bir tepki yatıyordu. Halk, hem Rusya’nın emperyal baskısına hem de Batı’nın ekonomik dayatmalarına karşı üçüncü bir yol arıyordu: kendi kaderini tayin etme hakkı. Azerbaycan ve Ermenistan arasında yeniden alevlenen gerilimler ise sadece “toprak” değil, enerji hatları, jeopolitik çıkarlar ve küresel sermayenin paylaşım savaşıyla ilgilidir. Her iki ülke halkı da iktidarlarının milliyetçi söylemleriyle kandırılırken, asıl bedeli yoksullar ödemektedir. Savaş, her zaman olduğu gibi, sermayenin kârını; yoksulların ise kanını artırmaktadır. Sri Lanka’dan Bangladeş’e, Nepal’den Endonezya’ya, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya kadar görülen bu hareketlerin ortak paydası, kapitalizmin merkezinde biriken çürümenin artık çevre ülkelerde patlak veriyor oluşudur. Uzun yıllar “yükselen piyasalar” olarak pazarlanan bu coğrafyalar, aslında sömürülen emeğin ve talan edilen doğanın merkezidir. Artık kriz sadece ekonomik değil; ahlaki, kültürel ve siyasal bir nitelik kazanmıştır. Devletler meşruiyetlerini yitiriyor, gençlik geleceksizleşiyor, halklar örgütsüz öfkelerini sokağa taşıyor. Fakat bu öfke, bir bilinçle birleştiğinde, tarihsel bir devrimci imkâna dönüşebilir.

Ortadoğu, yüzyılı aşkın süredir kapitalizmin ve emperyalizmin en kanlı laboratuvarı olmayı sürdürüyor. Petrolün, stratejik geçiş yollarının, kutsal mekânların ve kültürel çeşitliliğin ortasında, sürekli yeniden üretilen savaş, işgal ve parçalanma politikaları, aslında tek bir amaca hizmet ediyor: sermayenin ve Batı hegemonyasının sürekliliğine. Bu bağlamda Ortadoğu’daki çatallanma, sadece dinî veya etnik temelli değildir; esas olarak sınıfsal ve siyasal bir bölünmedir. Halkların çıkarlarıyla işbirlikçi iktidarların çıkarları arasındaki uçurum, son yıllarda artık kapanmaz bir hâl almıştır. Filistin topraklarında kurulan İsrail devleti, 20. yüzyılın ortasında emperyalist sistemin bölgesel karakolu olarak inşa edildi. Siyonizm, başlangıçta Yahudi halkının güvenli bir yurt arayışı gibi sunulsa da, kısa sürede emperyalizmin Orta Doğu’ya yerleştirdiği militarist bir proje hâline geldi. 1948’den bu yana İsrail’in varlığı, halkların değil, sermayenin güvenliği üzerine kurulmuştur. Bugün işgal altındaki Filistin’de yaşananlar, sadece bir “çatışma” değil, açık bir sömürgeciliktir. Batı’nın demokrasi ve insan hakları söylemleri, İsrail’in apartheid rejimini örtmek için kullanılan ideolojik bir perdenin ötesine geçmez. Siyonist işgalciler bu cüreti ABD, İngiltere ve Almanya gibi emperyalist merkezlerin açık desteğinden alıyor. ABD’nin koşulsuz askeri yardımları, İngiltere’nin diplomatik koruması ve Almanya’nın “tarihsel borç” söylemiyle meşrulaştırdığı desteği; Filistin halkına karşı yürütülen sistematik imha politikasının arkasındaki üçlü omurgayı oluşturuyor. Bu destek yapısı, sadece askeri değil; ekonomik, kültürel ve ideolojik bir tahakküm sistemidir. Filistin halkı, yalnızca İsrail’in değil, aynı zamanda bölgedeki işbirlikçi rejimlerin de ihanetine uğramaktadır. Suudi Arabistan’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Mısır’dan Ürdün’e kadar birçok ülke yönetimi, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla kendi iktidarlarının bekasını birleştirmiş durumdadır. Bu rejimler, Filistin davasını tarihsel bir yük gibi görüp, onu emperyalizmin “normalleşme” planları içinde eritmeye çalışmaktadır. İsrail’le diplomatik ilişkilerin “bölgesel barış” olarak sunulması, aslında yeni bir tahakküm biçimidir. Halkların dayanışması yerine rejimlerin uzlaşması öne çıkarılmakta; direnişin meşruiyeti bastırılmaktadır. Oysa bölge halkları —özellikle Mısır, Lübnan, Ürdün ve İran’daki emekçi sınıflar— Filistin direnişiyle tarihsel bir ortak kader bilinci taşımaktadır. Bu halklar, kendi iktidarlarının sessizliğine rağmen, sokaklarda ve örgütlü yapılarda Filistin halkının yanında olduklarını defalarca göstermiştir. 21. yüzyılın Filistin direnişi, artık sadece ulusal değil; küresel bir anti-emperyalist eksene oturmuştur. Gazze’de, Batı Şeria’da ve mülteci kamplarında süren direniş, neoliberal sömürünün tüm dünyadaki mağdurlarıyla ortak bir tarihsel zeminde buluşuyor. Lübnan’daki Hizbullah’tan Yemen’deki Ensarullah hareketine, Irak’taki milis güçlerden küresel dayanışma ağlarına kadar uzanan bu hattın merkezinde, “anti-emperyalist özsavunma” fikri vardır. Bu direniş, yalnızca askeri değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir mücadelenin de ifadesidir. İsrail’in “güvenlik” söylemi, aslında Batı’nın sermaye güvenliğinin başka bir adıdır. Filistin halkı, kendi yaşam hakkını savunarak, bu sistemin tüm yalanlarını ifşa etmektedir. Batı’nın askeri tahakkümü kadar tehlikeli olan bir diğer boyut, dijital ve kültürel sömürüdür. İsrail, yüksek teknoloji, siber güvenlik ve yapay zekâ sektörlerinde küresel bir merkez hâline getirilmiştir. Bu teknoloji ihracatı, aslında işgalin altyapısını oluşturmaktadır: yüz tanıma sistemleri, gözetleme dronları, veri tabanlı nüfus kontrol mekanizmaları Filistin’de denenip dünyaya satılmaktadır. Kısacası, Filistin bugün sadece coğrafi olarak değil, dijital olarak da işgal altındadır. Bu durum, modern sömürgeciliğin yeni biçimidir: gözetim kapitalizmi. İsrail’in teknoloji sektörüne yapılan her yatırım, Filistin’in görünmez zincirlerini daha da sıkılaştırmaktadır.

Dünya kapitalizmi, yirmi birinci yüzyılın çeyreğini tamamlarken kendi çelişkileriyle yeniden boğuşuyor. Artık krizler, döngüsel olmaktan çıkmış; sistemin yapısal doğasına içkin bir nitelik kazanmıştır. Pandemiyle hızlanan üretim tıkanıklığı, iklim felaketleriyle sarsılan enerji dengeleri, finansal spekülasyonların belirlediği bir ekonomi düzeni… Bunların hepsi, emperyalizmin yeni bir evresine işaret ediyor: krizlerin kalıcılaştığı çağ. Bugün dünya ekonomisi, devasa bir finans balonuna dönüşmüş durumda. Sermaye, üretimden çok borç ve veri üzerine kâr üretmekte; işçi sınıfı ise esnekleşmiş, güvencesizleşmiş, geleceksizleştirilmiştir. Dijitalleşme, emeği özgürleştirmek yerine, emeğin üzerindeki denetimi derinleştirmiştir. Kapitalizm, artık yalnızca fabrika değil, algoritma aracılığıyla da sömürü düzeni kurmaktadır. Ancak bu yeni biçim, eski çelişkiyi değiştirmiyor: üretim araçlarının mülkiyeti hâlâ azınlığın elinde. Yani Marx’ın saptadığı temel yasa hâlâ yürürlüktedir — ve her yeni kriz, bu yasanın görünür hâl almasıdır. Günümüzün en belirgin jeopolitik gerilimi, ABD ile Çin arasındaki hegemonya mücadelesidir. Ancak bu rekabet, klasik bir Soğuk Savaş’tan çok, kapitalist sistemin iki kutbunun aynı pazar için kavgasıdır. İki taraf da küresel sermayenin devamlılığı için mücadele ediyor; yalnızca yöntemleri farklı. ABD, askeri üsler ve NATO genişlemesi üzerinden hegemonyasını korumaya çalışırken; Çin, altyapı yatırımları, kredi mekanizmaları ve “Kuşak-Yol” projesiyle ekonomik bir yayılma stratejisi izliyor. Fakat her iki model de aynı mantığa dayanıyor: çevre ülkelerin emek gücü ve doğal kaynakları üzerinden merkezî birikim. Bu rekabet, aslında sistemin canlı kalma çabasının belirtisidir. Kapitalizm, kendi krizini dışsallaştırarak ayakta kalmaya çalışıyor: savaşla, borçla, yapay refahla… Ancak bu strateji sürdürülebilir değildir. Krizin yükü yine Güney Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan çevre halkların omuzlarındadır. Bir zamanlar “refah modeli” olarak sunulan Avrupa Birliği, bugün ekonomik durgunluk, aşırı sağın yükselişi ve iç çelişkilerle boğuşuyor. Ukrayna savaşı, Avrupa burjuvazisinin ABD ekseninden bağımsız bir yol geliştiremediğini açıkça gösterdi. Almanya, Fransa ve İtalya gibi merkez ülkeler, kendi iç krizlerini dışa ihraç etmeye çalışırken; Doğu Avrupa ve Balkanlar, yeni bir sömürü periferisi hâline getirildi. Göçmen emeği, bu sistemin görünmez motoru. Avrupa’nın “demokratik değerleri” söylemi, aslında ucuz emek sömürüsünü örtmek için kullanılan bir ideolojik zırh. Bu yüzden Avrupa, Filistin’in bombalanmasına sessiz kalırken, kendi sınırlarında mültecilere karşı duvar örmekte tereddüt etmiyor. Bu ikiyüzlülük, emperyalizmin kültürel yüzüdür. Türkiye, bu küresel tablonun en kritik ara halkalarından biridir. Ne tam merkez, ne de klasik anlamda çevre; bir “yarı-sömürge kapitalizmi” örneğidir. Hem Batı’nın güvenlik zincirinin parçası, hem Doğu’nun enerji koridoru… Bu konum, ülkeyi sürekli çelişkiler içinde tutmaktadır. Bir yandan NATO’nun askeri yapısına entegre; öte yandan Rusya ve Çin’le ekonomik ilişkiler kurmak zorunda. İçeride otoriter bir neoliberalizm hüküm sürerken, dış politikada pragmatik bir denge siyaseti izleniyor. Ancak bu denge, sınıfsal krizin derinleşmesiyle her geçen gün kırılganlaşıyor. Türkiye’de işçi sınıfı, uzun süredir düşük ücret, borç kıskacı ve güvencesiz istihdam sarmalında yaşamaktadır. Kent yoksulluğu, artık salt ekonomik değil, varoluşsal bir olguya dönüşmüştür. Gençliğin gelecek algısı parçalanmış, orta sınıf çözülmüş, sermaye sınıfı ise finans ve inşaat rantına sıkışmıştır. Bu tablo, Türkiye’nin küresel sistemdeki yerini açıklar: üretimin değil, ara montajın ve taşeronluğun ülkesi. Emperyalizmle tam kopuş yaşanmadan, ulusal bağımsızlık da sınıfsal kurtuluş da mümkün değildir.

Dünya tarihi, her büyük kriz döneminde yeniden yazılır. Bugün yaşadığımız dönem de böylesi bir eşiğe dayanmıştır. Güney Asya’daki halk ayaklanmalarından Ortadoğu’daki direniş cephelerine, Latin Amerika’daki yerli hareketlerinden Avrupa’daki işçi grevlerine kadar uzanan bu zincir, tek bir gerçeğe işaret ediyor: kapitalizmin artık kendisini yeniden üretemediği çağdayız. Bu sistem, ne toplumsal refahı sağlayabiliyor ne de doğayı koruyabiliyor. Sermaye birikimi, insan yaşamının tüm alanlarını metalaştırırken, insanlık tarihsel bir eşikte duruyor: ya çürümenin içinde batmak ya da özgürleşmenin yeni biçimlerini yaratmak. Bugün artık ulusal sınırların dar çerçevesi içinde kalmış bir mücadele anlayışı, küresel sömürü düzenine karşı yeterli değildir. Kapitalizm küreselleştikçe, direniş de küresel olmak zorundadır. Ancak bu yeni enternasyonalizm, 20. yüzyılın bürokratik modellerinin basit bir tekrarı değil; halkların, emekçilerin, kadınların ve gençliğin doğrudan özneleştiği bir dayanışma biçimidir. Dijital ağlardan, göçmen dayanışma örgütlerine; iklim adaleti hareketlerinden feminist mücadelelere kadar uzanan bu geniş cephe, aslında yeni bir “alt sınıflar enternasyonalizmi” inşa ediyor. Sri Lanka’daki genç işçiyle, Gazze’deki direnişçi; Paris’teki grevciyle, Dhaka’daki öğrenci artık aynı tarihsel hikâyenin parçası. Bu hikâyenin adı: yaşanabilir bir dünya mücadelesi. Her tarihsel dönüşüm, yalnızca maddi krizlerle değil, bilinç sıçramalarıyla da başlar. Bugün dünyanın dört bir yanında yükselen öfke, eğer örgütlü bir bilinçle buluşursa, yeni bir çağın temelini atabilir. Bu nedenle devrim fikri, artık nostaljik bir geçmişin değil, yaşanabilir bir geleceğin zorunlu koşuludur. Yeni kuşaklar, önceki yüzyılın yenilgilerinden ders alarak, özgürlüğü sadece siyasal iktidar değişimiyle değil; üretim ilişkilerinin, toplumsal cinsiyet rollerinin, doğayla ilişkinin dönüşümüyle birlikte düşünmektedir. Bu, “devrim” kavramının yeniden toplumsal bir anlam kazanmasıdır — salt yıkım değil, yeniden inşa iradesi olarak. Ortadoğu, bu yeni çağın hem acısını hem direncini en çıplak biçimde temsil ediyor. Filistin’de, Gazze’de, Lübnan’da direnen halklar; emperyalizmin en ağır saldırısı altında bile diz çökmedi. Bu direniş, yalnızca bölgesel değil, insanlığın ortak onuru hâline gelmiştir. Çünkü her yıkımın ardından yeniden inşa edilen bir bilinç doğar — bu bilincin adı, dayanışmadır. Ortadoğu halklarının mücadelesi, Güney Asya’daki yoksul köylülerle, Latin Amerika’daki yerli hareketleriyle, Afrika’daki anti-neokolonyal direnişlerle birleştiğinde; insanlık yeniden özneleşecektir. Bu birlik, tarihin dip akıntısıdır: bastırıldıkça güçlenen, unutturulmak istendikçe kök salan bir hafıza. Kapitalizm, kendi çelişkilerinin ağırlığı altında çökerken; insanlık yeni bir tarihsel çağın eşiğinde duruyor. Bu çağın adı, Direniş Çağıdır — emeğin, doğanın ve özgürlüğün yeniden buluştuğu bir tarihsel moment. Artık hiçbir ülke, hiçbir halk, hiçbir ezilen sınıf yalnız değil. Sri Lanka’nın aç işçileri, Bangladeş’in isyancı öğrencileri, Nepal’in genç kadınları, Gazze’nin çocukları, Türkiye’nin işçileri — hepsi aynı zincirin halkalarıdır. Bu zincir, bir gün sömürüye, emperyalizme ve her türlü tahakküme karşı kopacaktır. Ve o gün geldiğinde, insanlık yeniden kendi tarihini yazmaya başlayacaktır — bu kez efendiler olmadan, sınırlar olmadan, savaşsız ve adil bir dünyada.