Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

GÖÇ

Küreselleşme, burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi “dünyanın küçülmesi” ya da “kültürlerin buluşması” değil; sermayenin dünya ölçeğinde yeniden yapılanmasının ideolojik maskesidir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalizmin yapısal krizine yanıt olarak geliştirilen neoliberal dönüşüm, üretim ve emek süreçlerini merkezden çevreye kaydırarak hem maliyetleri düşürmeyi hem de sınıf direncini kırmayı hedeflemiştir. Bu süreç, ulus-devletlerin biçimsel egemenliğini korurken, ekonomik kararların ulusötesi sermaye fraksiyonları tarafından belirlenmesine yol açmıştır. Böylece “küreselleşme”, aslında sermayenin uluslararası hareket serbestisini, emeğin ise sınırlarla zincirlenmesini ifade eden tarihsel bir yeniden yapılanmadır. Bu bağlamda göç olgusu, kapitalist dünya sisteminin eşitsiz gelişiminin hem sonucu hem de yeniden üretim aracıdır. Sermaye, bir yandan emeği coğrafi olarak yerinden ederken diğer yandan göçmen emeğini ucuz, güvencesiz ve örgütsüz biçimde yeniden işgücü piyasalarına dâhil eder. Göç, bu yönüyle sadece “insan hareketi” değil; sınıfsal bir yeniden konumlanma, sermaye için esnek emek rezervi yaratma sürecidir. Yani, küresel göç dinamikleri, üretim araçlarına sahip olanlarla emeğini satmak zorunda olanlar arasındaki tarihsel karşıtlığın yeni mekânsal biçimlerinden biridir. Emperyalist merkezlerde sermaye birikiminin sürekliliği, çevre ülkelerdeki yoksullaştırma, tarımın tasfiyesi, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve savaş politikalarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlamda göç, kapitalizmin kendi krizlerini ihraç etme biçimlerinden biridir. Üçüncü Dünya’da neoliberal yıkım politikaları, milyonları topraksız, işsiz ve umutsuz bırakırken; aynı sistem bu insanları, merkez ülkelerin artı-değer üretimini sürdürmek için ucuz işgücü olarak yeniden “kullanıma” sokar. Yani göçmenlik, bir “fırsat” değil, sermayenin küresel sömürü zincirinde zorunlu bir halkadır. Kapitalist küreselleşme çağında, devletlerin göç politikaları da sınıf çıkarları doğrultusunda biçimlenmiştir. Sermaye, ulusal sınırları “mallar, para ve yatırım için” kaldırırken, “emek” için daha kalın duvarlar örmüştür. Uluslararası işbölümü, emeği coğrafi ve hukuki olarak parçalarken, göçmen emeğini yerli işçiler karşısında “tehdit” olarak sunarak işçi sınıfının birliğini zayıflatır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve güvenlikçi söylemler, bu bölünmüşlüğün ideolojik aygıtlarıdır. Göçmen, bu sistemde hem ucuz emeğin kaynağı hem de içerdeki sınıfsal hoşnutsuzluğu yönlendirmek için kullanılan politik bir günah keçisidir. Sonuç olarak, küreselleşme çağında göçün toplumsal niteliği, kapitalist üretim ilişkilerinin derinleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Göç, sermayenin kriz dönemlerinde emeği yeniden disipline etmesinin, sınıf ilişkilerini yeniden kurmasının ve emek piyasasını “ucuzlatmasının” bir aracıdır. Bu nedenle, göçü anlamak; sadece sınır politikalarını değil, dünya kapitalizminin yapısal çelişkilerini, emperyalist işbölümünü ve sınıf mücadelesinin mekânsal biçimlerini çözümlemeyi gerektirir. Gerçekte “küreselleşme”, sermaye için sınırların kaldırıldığı, emek için ise yeniden çizildiği bir dönemin ideolojik adıdır.

Modern devlet aygıtı, sermaye birikiminin mekânsal düzenleyicisi olarak göçü sadece “insan hareketi” olarak değil, aynı zamanda yönetilmesi gereken bir “nüfus meselesi” olarak ele alır. Bu yönetim, hukuki kavramlar aracılığıyla işleyen bir ideolojik tahakküm biçimidir. “Mülteci”, “sığınmacı” ve “göçmen” gibi tanımlar, görünürde insani bir sınıflandırma gibi sunulsa da, aslında sermaye düzeninin işgücünü kategorilere ayırarak hangi bedenlerin korunmaya, hangilerinin sömürüye açık olacağını belirlediği birer araçtır. Uluslararası hukukun “tarafsız” dili, emperyalist düzenin çıkarlarına içkindir. 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü, soğuk savaşın politik dengeleri içinde şekillenmiş; “mülteci” statüsünü Batı’ya yönelen göçmenlere kapı aralarken, emperyalizmin sömürü alanı olan Asya, Afrika ve Ortadoğu halklarına sınırlı koruma getirmiştir. Türkiye’nin bu sözleşmeye koyduğu “coğrafi sınırlama” —yalnızca Avrupa’dan gelenleri mülteci sayma koşulu—, sadece hukuki bir detay değil; emperyalist işbölümünde Türkiye’nin konumunu belirleyen politik bir tercihtir. Bu sınırlama, Türkiye’yi Batı’nın “tampon bölgesi”, yani göçün tutulduğu bir sınır bekçisi haline getirmiştir. Burjuva hukukunun kavramları, göçmen emeğinin dolaşımını düzenleyen bir denetim rejiminin ideolojik zemini olarak işlev görür. “Yasal” ve “yasadışı” göç ayrımı, sermayenin ihtiyaçlarına göre değişken bir çizgidir. Sermaye, ihtiyaç duyduğu anda “kaçak işçiyi” görünmez kılarak onu en ucuz biçimde sömürür; ihtiyaç kalmadığında ise aynı emekçiyi “yasa dışı göçmen” ilan ederek kriminalize eder. Böylece hukuk, sermayenin döngüsel ihtiyaçlarına göre esneyen bir disiplin aracına dönüşür. Türkiye örneğinde bu süreç, neoliberal dönüşümle iç içe gelişmiştir. 2000’lerden itibaren göç, yalnızca bir insani mesele değil, devletin sermaye birikimi stratejisinin parçası haline gelmiştir. “Geçici koruma”, “uluslararası koruma”, “ikincil koruma” gibi statüler, hukuki belirsizlik üretir; bu belirsizlik, emek gücünün denetimini kolaylaştırır. Göçmen işçiler, hukuken “korunan” ama fiilen haklarından yoksun, sendikasız, güvencesiz ve pazarlık gücü olmayan bir sınıf fraksiyonu olarak yeniden inşa edilir. Burada “koruma” söylemi, gerçekte göçmen emeğinin metalaşmasını kolaylaştıran ideolojik bir kılıftır. Bu düzenin uluslararası boyutu da aynı sınıfsal mantıkla işler. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve uluslararası göç örgütleri, “insani yardım” ve “göç yönetimi” söylemiyle, sermayenin mekânsal düzenlemesini koordine eden kurumsal aygıtlardır. “Göç yönetimi” denilen şey, aslında emeğin coğrafi yeniden dağıtımı ve bu emeğin üretim sürecine ne ölçüde, hangi statüyle dahil olacağını belirleyen bir iktidar pratiğidir. Burjuva hukukunun insancıl yüzü, bu sınıfsal tahakkümün meşrulaştırma aracıdır. Sonuç olarak, göç hukuku “adalet” değil, sınıfsal seçiciliktir. Kim “mülteci” kim “kaçak” sayılacak, kim “geçici” kim “entegre” olacak; tümü, sermayenin yeniden üretim döngüsüne göre belirlenir. Bu nedenle hukuki tanımların ötesine geçmek, göç olgusunu kapitalist devletin ideolojik aygıtı olarak okumak gerekir. Çünkü “mültecilik”, bu düzende bir insanlık hâli değil, kapitalist üretim tarzının ürettiği bir sınıfsal konumdur.

Avrupa Birliği’nin göç politikaları, sıkça dile getirildiği gibi “insan haklarına dayalı” bir sistemin ürünü değil, kapitalist merkezlerin emeği uluslararası ölçekte yeniden disipline etme stratejisinin bir yansımasıdır. AB, 1990’lardan itibaren göçü, sermaye birikim rejiminin istikrarı için hem ekonomik hem de siyasal düzeyde yönetilmesi gereken bir olgu olarak ele almıştır. Bu süreç, Avrupa kapitalizminin kendi iç çelişkilerini çevre ülkeler üzerine ihraç etme mekanizması haline gelmiştir. Kapitalizmin yapısal krizi, merkez ülkelerde emek maliyetlerinin yükselmesine ve sanayi üretiminin giderek çevreye kaymasına neden olmuştur. Ancak bu kayış, Avrupa’daki sermaye için iki yönlü bir strateji doğurmuştur: bir yandan üretimi çevreye taşıyarak maliyetleri düşürmek, diğer yandan çevre ülkelerden göç eden ucuz işgücünü merkezde esnek sektörlerde kullanmak. Bu, Marx’ın tanımladığı anlamda “yedek sanayi ordusunun uluslararası ölçekte yeniden üretimidir. Göçmen emeği, bu bağlamda Avrupa kapitalizminin kriz yönetiminin sessiz dayanağı haline gelmiştir. Almanya örneği, bu sürecin en belirgin biçimde gözlemlenebildiği laboratuvardır. 1960’lardan itibaren “misafir işçi” (Gastarbeiter) politikasıyla başlayan göçmen emeği kullanımı, neoliberal dönemde “güvencesiz istihdam” modelinin kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Bugün Almanya’da göçmen kökenli işçiler, inşaat, temizlik, bakım, lojistik gibi sektörlerde düşük ücretli ve sendikasız koşullarda çalıştırılmaktadır. Bu durum, sermaye için iki yönlü bir fayda üretir: birincisi, emek maliyetlerini düşürür; ikincisi, yerli işçileri “göçmen tehdidi” söylemiyle bölerek sınıf bilincinin gelişmesini engeller. Böylece ırkçılık, yalnızca kültürel bir önyargı değil, sınıf mücadelesini bastıran bir ideolojik aygıt olarak işlev görür. Avrupa Birliği’nin “entegrasyon” söylemi, görünürde çokkültürlülük ve eşitlik vaat eder; gerçekte ise emeğin farklı statülerde bölünmesini meşrulaştırır. “Yasal” göçmenler, belirli sektörlerde istihdam edilerek kısmi haklar kazanırken, “belgesiz” göçmenler sürekli bir güvencesizlik ve korku içinde yaşamaya mahkûm edilir. Bu hiyerarşi, sermayenin ihtiyaç duyduğu “esnek işgücü havuzunu sürekli kılar. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, bu yapısal sömürünün kültürel biçimleridir. Avrupa’da “güvenlik”, “uyum”, “Avrupa değerleri” gibi söylemler, aslında sınıfsal bir ayrımcılığın ideolojik kılıfıdır. Almanya’da ırkçılığın kurumsallaşması, yalnızca aşırı sağ partilerin yükselişiyle açıklanamaz. Devlet politikaları, medya dili ve hukuk sistemi, bu yapısal ayrımcılığı sürekli yeniden üretir. Göçmen işçilerin sendikal örgütlenme alanları daraltılır; işsizlik, yoksulluk ve dışlanma, sistematik olarak “kültürel uyumsuzluğa” bağlanır. Böylece sınıfsal sömürü ilişkisi, kültürel bir farklılık olarak maskelenir. Burjuva ideolojisi, “entegrasyon sorunu” diyerek, kapitalizmin kendi yarattığı eşitsizlikleri göçmenlerin kimliklerine yükler. Avrupa Birliği’nin dış sınır politikaları —örneğin Frontex operasyonları, Akdeniz’deki militarize denetimler—, göçmenleri yaşamla ölüm arasında bir biyopolitik seçilim sürecine tabi tutar. Bu, Marx’ın “insan emeğinin meta haline gelmesinin günümüzdeki en çıplak biçimidir: sermaye, insan hayatını sınırın ötesinde değersizleştirirken, sınırın içinde üretim için yeniden “değerli” kılar. Bu çelişki, Avrupa kapitalizminin ahlaki krizi değil, sınıfsal karakteridir. Sonuç olarak Avrupa Birliği ve Almanya örneği, göçün kapitalist sistem içinde nasıl araçsallaştırıldığını gösterir. Göç politikaları, emeğin coğrafi hareketliliğini sınırlayarak, sömürüyü mekânsal olarak organize eder. Irkçılık ise bu sömürünün ideolojik çimentosudur. Avrupa’nın “insani değerleri”, sermayenin yeniden üretim sürecine tabi kılınmış; “Avrupa Kalesi” denilen yapı, aslında kapitalist merkezlerin sınıf kalesine dönüşmüştür. Göçmenler, bu kalenin dışında değil, tam da duvarlarının içinde —en alt katmanında, görünmeyen ama yaşamsal bir dişli olarak— var olurlar.

1980 sonrası Türkiye, yalnızca ekonomik modelini değil, toplumsal yapısını da kökten dönüştüren bir neoliberal yeniden yapılanma sürecine girdi. Bu dönüşüm, emperyalist sistemin çevresel halkalarındaki diğer ülkelerde olduğu gibi, bir “gelişme” projesi değil, sermayenin krizi aşmak için emeğe yönelik yeni bir tahakküm biçimiydi. 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi, bu dönüşümün siyasi ve kurumsal temellerini oluşturdu. Devletin baskı aygıtı, işçi sınıfının örgütlü direnişini bastırırken, Türkiye ekonomisi uluslararası sermayeye eklemlenecek biçimde yeniden yapılandırıldı. Neoliberal dönemle birlikte devletin toplumsal işlevi değişti: üretimi planlayan, refahı dağıtan bir aygıttan, sermayenin birikim koşullarını koruyan ve emeği “yönetilebilir” hale getiren bir güvenlik aygıtına dönüştü. Bu dönüşüm, yalnızca içerde işçi sınıfının kazanımlarını tasfiye etmedi; aynı zamanda göç rejiminin sınıfsal zeminini de yarattı. Türkiye, bir yandan kendi yurttaşlarını dış göçe iten, diğer yandan bölgesel sermaye birikimi açısından göçmen emeğini “çekici” hale getiren ikili bir rol üstlendi. 1990’lardan itibaren Türkiye, hem Ortadoğu’daki savaşların hem de küresel sermayenin işgücü ihtiyacının kesiştiği bir coğrafya haline geldi. Bu dönemde devletin göç politikası, görünürde “insani”, gerçekte ise ekonomik rasyonaliteye dayalıydı. 2000’li yıllarda AKP iktidarıyla birlikte neoliberal birikim rejimi derinleşti; taşeronlaşma, esnek istihdam, özelleştirme ve kentsel dönüşüm politikalarıyla emek piyasası parçalandı. Bu parçalanma, göçmen emeği için devasa bir “emek rezerv alanı” yarattı. Göçmen işçiler, Türkiye’de sermaye için hem ucuz hem disiplinsizleştirilmiş bir işgücü kaynağı oldu. Kayıt dışı ekonominin genişliği, sendikal örgütlenmenin zayıflatılması ve devletin göçmenlere “geçici” statüler tanıması, sermayeye tam esneklik sağladı. “Geçici koruma” rejimi, yalnızca bir insani mekanizma değil, sınıfsal bir esneklik rejimidir: göçmen, burada ne yurttaş ne de yabancıdır —yalnızca sömürülebilir bir beden olarak var olur. Bu süreçte devlet, göçü bir “güvenlik” meselesi olarak çerçeveleyerek, emek hareketliliğini kontrol altında tuttu. Emperyalist merkezlerle yapılan geri kabul anlaşmaları, Türkiye’yi Avrupa’nın sınır bekçisi konumuna yerleştirdi. Böylece Türkiye, hem Avrupa sermayesinin güvenlik ihtiyacını karşıladı hem de kendi sermayesinin ucuz işgücü talebini doyurdu. Göç yönetimi, bu anlamda hem dış politikada pazarlık aracı, hem de içerde sermaye birikiminin iktisadi dayanağı haline geldi. Neoliberal ideoloji, bu yapıyı “insani sorumluluk” ve “misafirperverlik” söylemleriyle meşrulaştırdı. Ancak bu söylem, gerçekte sömürünün kültürel bir maskesidir. Göçmen emeği, görünürde “yardım edilen” bir özne olarak tanımlanır; gerçekte ise işgücü piyasasının en alt katmanında, en ağır ve en güvencesiz koşullarda üretim yapan sınıf fraksiyonuna dönüşür. İnşaat, tarım, tekstil, temizlik gibi sektörler, göçmen emeğinin sömürüldüğü başlıca alanlardır. Türkiye’nin göç rejimi, yalnızca göçmenleri değil, yerli işçileri de etkiler. Göçmenlerin ucuz emeği, yerli emek piyasasında ücretleri aşağı çeker, sendikal mücadeleleri zayıflatır. Sermaye, bu durumu bilinçli biçimde kullanır; iki emek fraksiyonu arasında rekabet yaratarak sınıf dayanışmasını parçalar. Irkçılık, bu bölünmeyi ideolojik olarak pekiştirir. Göçmen karşıtlığı, ekonomik değil, sınıfsal bir manipülasyondur. Böylece sermaye, sömürüyü gizlemek için emeği kendi içinde böler. Sonuçta Türkiye’nin göç politikası, bir “insani kriz yönetimi” değil, neoliberal bir sınıf mühendisliği projesidir. Göçmen emeği, bu düzenin görünmeyen temelidir: kayıt dışı, sessiz, güvencesiz ama üretimin sürekliliği açısından vazgeçilmez. Bu yapı sürdükçe, göç ne “çözülecek bir sorun” ne de “bitirilecek bir kriz” olarak tanımlanabilir. Göç, sermayenin krizine verilmiş kalıcı bir yanıttır.

Ortadoğu’daki göç krizini anlamak, sadece savaşları, etnik çatışmaları ya da otoriter rejimleri analiz etmekle mümkün değildir. Bu kriz, emperyalist müdahalenin doğrudan bir sonucu, kapitalist dünya sisteminin çevre halkalarındaki yeniden yapılanma sürecinin somut bir tezahürüdür. Göç, burada bir “insani dram” değil, emperyalizmin politik ekonomisinin ürünüdür. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD öncülüğündeki emperyalist blok, Ortadoğu’yu hem enerji kaynaklarının denetimi hem de sermaye birikimi için stratejik bir alan olarak yeniden şekillendirdi. 1991 Körfez Savaşı’ndan itibaren başlayan askeri müdahaleler, sadece rejimleri değil, bölgenin toplumsal dokusunu da hedef aldı. Irak, Afganistan, Libya ve Suriye örneklerinde görüldüğü üzere, “demokrasi ihracı” söylemi, aslında sermaye için yeni pazarlar ve ucuz işgücü rezervleri yaratma operasyonlarının ideolojik maskesidir. Bu müdahaleler, bölgedeki üretim ilişkilerini yıkarak yeni bir birikim rejimi tesis etti: savaş, yıkım ve yeniden inşa üzerinden işleyen bir döngü. “İnsani yardım” ve “yeniden yapılandırma” söylemleri altında, Batılı şirketler savaşın tahrip ettiği coğrafyaları yeniden inşa ederken, milyonlarca insan yerinden edildi. Bu süreçte göç, emperyalist merkezlerin birikim modelinin yan ürünüdür; sermaye, hem yıkımın hem göçün kazananıdır. Ortadoğu’daki savaşların doğrudan sonucu olarak milyonlarca insan zorunlu göçe maruz kalırken, bu hareketlilik emperyalist ülkeler açısından ikili bir işlev gördü. Bir yandan çevredeki ülkeler —özellikle Türkiye, Ürdün ve Lübnan— göçmen emeğiyle sermaye birikimini destekleyen “tampon bölgeler” haline getirildi; diğer yandan Avrupa merkezleri, bu göçü sınırlandırmak adına “güvenlik duvarları” örerek kendi iç işgücü piyasalarını disipline ettiler. Böylece göç, emperyalist zincirin farklı halkaları arasında emeğin yeniden dağıtımını sağlayan yapısal bir mekanizmaya dönüştü. Suriye örneği bu yapının en çıplak biçimde görüldüğü laboratuvardır. 2011’de başlayan iç savaş, emperyalist müdahalenin yerel iktidar mücadeleleriyle iç içe geçtiği bir süreçtir. ABD, Rusya, Türkiye, İran ve Körfez ülkeleri arasındaki rekabet, Suriye’yi bölgesel bir yeniden paylaşım alanı haline getirdi. Savaş, sadece siyasi bir iktidar mücadelesi değil; aynı zamanda enerji koridorlarının, inşaat sermayesinin ve yeniden yapılanma yatırımlarının yeniden düzenlenmesi anlamına geliyordu. Bu yıkımın ardından ortaya çıkan devasa göç dalgası, kapitalist sistemin krizine yeni bir “çözüm alanı” sundu. Avrupa ve Türkiye, bu göçü yönetme biçimleriyle sermaye birikimini sürdürdü. Avrupa, göçü “insani kriz” olarak çerçeveleyip sınırlarını kapatırken, Türkiye bu krizi ucuz işgücü kaynağına dönüştürdü. Böylece Ortadoğu halklarının zorunlu göçü, hem emperyalizmin hem yerel burjuvazilerin ekonomik yeniden üretiminin temel dayanaklarından biri haline geldi. Emperyalizmin “insani müdahale” ideolojisi, bu sömürü zincirini görünmez kılmanın aracıdır. Göçmenler, medya söyleminde “mağdur” olarak temsil edilirken, onları yerinden eden ekonomik ve askeri ilişkiler sistematik olarak gizlenir. Bu, Marx’ın “meta fetişizmi” kavramının çağdaş bir biçimidir: savaşın ve göçün maddi nedenleri gizlenir, sonuçlar duygusal bir insani hikâyeye indirgenir. Böylece sistem, kendi suçlarını görünmez kılar. Ortadoğu’daki göç olgusunu anlamak, bu nedenle yalnızca trajediye değil, sınıf ilişkilerine bakmayı gerektirir. Göç, burada sömürünün yeni mekânsal biçimidir; sermaye, savaşla yıktığını göçle yeniden inşa eder. Emperyalist müdahale, bir ulusun egemenliğine değil, bölgesel emeğin bütününe yöneliktir. Göçmenler, bu sürecin “artık nüfusu” değil, sermayenin ihtiyaç duyduğu yedek işgücü ordusunun yeniden üretim biçimidir. Sonuç olarak, Ortadoğu’daki göç krizi, kapitalizmin insani değil, sınıfsal bir krizidir. Her bomba, her sınır kapısı, her “yardım kampanyası”, bu sistemin yeniden üretim halkalarından biridir. Emperyalizm, göçü yaratır; göçü yöneten aygıtlar da emperyalizmin sürekliliğini sağlar. Göçmenler, kapitalist düzenin çelişkilerini taşıyan sessiz tanıkları değil, onun en açık sömürü alanıdır.

Suriye iç savaşı, liberal yorumlarda sıkça iddia edildiği gibi “otoriterliğe karşı demokratik bir halk ayaklanması” değil, emperyalist yeniden paylaşımın ve kapitalist yeniden yapılanmanın iç içe geçtiği çok katmanlı bir sınıf mücadelesidir. Bu savaşın altında yatan dinamik, yalnızca siyasal iktidar değişimi değil; bölgesel emeğin, enerji hatlarının ve sermaye birikim alanlarının yeniden düzenlenmesidir. 2000’li yılların başında Beşar Esad yönetimi, küresel kapitalizme eklemlenme arayışının bir parçası olarak “ekonomik reform” adı altında neoliberal dönüşüm sürecini başlattı. Tarım sübvansiyonlarının kaldırılması, kamu sektörünün özelleştirilmesi, devlet destekli istihdamın daraltılması ve serbest bölgelerin yaygınlaşması, kırsal nüfusu hızla yoksullaştırdı. Binlerce köylü toprağını terk ederek şehirlere göç etti; ancak kentlerde onları bekleyen şey, işsizlik, yoksulluk ve barınma kriziydi. 2011’deki halk isyanının toplumsal zemini işte bu sınıfsal yıkım süreciydi. Ancak bu isyanın seyrini belirleyen, halkın talepleri değil, emperyalist müdahale mekanizmaları oldu. ABD, AB ve Körfez monarşileri, Suriye’deki sınıfsal hoşnutsuzluğu kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda manipüle etti. Silahlı muhalefet hareketleri hızla emperyalist blokların desteklediği vekil güçlere dönüştü. Bu noktada savaş, içsel bir toplumsal çatışma olmaktan çıkarak, uluslararası sermaye blokları arasındaki rekabetin yerel biçimine dönüştü. Savaşın yıkımı, ülkenin toplumsal yapısını paramparça etti. Suriye nüfusunun yarısından fazlası yerinden edildi; milyonlarca insan Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldı. Ancak bu devasa yıkım, aynı zamanda sermaye için yeni bir “yeniden yapılanma fırsatı” yarattı. Yıkımın ardından gelen “yeniden inşa” söylemi, emperyalist ülkelerin ve yerel burjuvazilerin sermaye birikim stratejisinin parçası haline geldi. Uluslararası finans kurumları, altyapı projeleri, inşaat ve enerji ihaleleri üzerinden Suriye’yi bir kâr alanına dönüştürme planlarını devreye soktu. Savaşın ortasında yükselen yeni sermaye grupları, devlet-özel sektör işbirliğiyle “yıkım kapitalizminin” temsilcileri haline geldi. Yıkılan kentlerin yeniden inşası, konut projeleri ve özel ekonomik bölgeler üzerinden “sermayenin yeniden doğuşu” örgütlendi. Bu süreçte göçmen emeği —hem Suriye içinde yerinden edilmişler hem de komşu ülkelere sığınanlar— sermaye birikiminin en ucuz kaynağı olarak görüldü. Savaş, emeği değersizleştirdi; yeniden inşa, bu değersizleşmeyi kâr haline getirdi. Emperyalist güçlerin rekabeti, bu yeniden yapılanma sürecini daha da derinleştirdi. Rusya, İran ve Çin, Suriye’nin yeniden inşasında yatırım ve enerji anlaşmalarıyla yer alırken; Batı blokunun yaptırım politikaları, bu alanı yeni bir sermaye paylaşım savaşına çevirdi. Bu durum, Marx’ın “ilkel birikim” kavramının güncel bir biçimidir: yıkım yoluyla birikim. Toplumsal yıkım, sermaye için bir başlangıç sermayesi işlevi görür; insanlar göç ettirilir, topraklar el değiştirir, şehirler yeniden metalaştırılır. Türkiye de bu sürecin dış halkasında yer alarak kendi sermaye fraksiyonlarını devreye soktu. İnşaat, altyapı ve taşeron sektörlerindeki Türküye şirketleri, hem Suriye’deki yeniden yapılanma ihalelerinden pay aldı hem de Türkiye içindeki göçmen emeğini düşük maliyetli üretimin dayanağı haline getirdi. Bu, Türkiye burjuvazisinin emperyalizme bağımlı ama bölgesel düzeyde hegemonya arayan ikili karakterini ortaya koydu. Suriye savaşı, bu yönüyle sadece ulusal egemenliğin yıkımı değil, bölgesel sınıf yapısının yeniden kuruluşudur. Emeğin yerinden edilmesi, göçmen emeğin ucuzlaştırılması, mülkiyet ilişkilerinin yeniden tanımlanması —tüm bunlar, kapitalist yeniden yapılanmanın somut halkalarıdır. Emperyalizm, burada sadece askeri güç değil; finans, inşaat, enerji ve “yardım” sektörleri aracılığıyla işleyen bütünsel bir sınıf tahakkümüdür. Sonuç olarak, Suriye’deki iç savaş bir “kaos” değil, sistematik bir birikim rejimidir. Bu rejim, yıkım ile yeniden inşa, göç ile sömürü, yardım ile kâr arasında kurulan diyalektik bir döngüye dayanır. Göçmenler bu döngünün en alt halkasında yer alır: yerinden edilen, emeği değersizleştirilen, aynı anda hem görünmez hem vazgeçilmez olan bir sınıf konumunda. Emperyalist sistemin Suriye’de yaptığı şey, yalnızca devletleri değil, toplumun sınıfsal dokusunu yeniden tasarlamaktır.

Küresel kapitalizmin son kırk yılı, emeğin yapısal olarak parçalanmasına ve yeni bir emek rejiminin doğuşuna tanıklık etti. Bu rejim, yalnızca üretim süreçlerindeki teknik dönüşümle değil, emeğin coğrafi, hukuki ve sınıfsal yeniden bölünmesiyle inşa edildi. Göçmen emeği, bu yeni düzenin hem ekonomik hem de ideolojik eksenini oluşturur: uluslararası ölçekte ucuz, güvencesiz ve disipline edilmiş bir işgücü rezervi. Neoliberal dönemde sermaye, kâr oranlarının düşme eğilimine karşı emeğin maliyetini düşürmek ve üretimi esnekleştirmek için yeni yollar geliştirdi. Bu süreç, klasik sanayi proletaryasının parçalanmasıyla birlikte, “güvencesiz çalışma” ve “esnek istihdam” biçimlerini yaygınlaştırdı. Göçmen emeği, bu yeni üretim tarzının en uygun taşıyıcısı olarak yeniden keşfedildi. Zira göçmen, ne vatandaşlık hakkına tam anlamıyla sahiptir, ne sendikal korumaya, ne de toplumsal temsile; bu durum, onu sermaye açısından “mükemmel işgücü” haline getirir. Göçmen emeği, Marx’ın “yedek sanayi ordusu” kavramının çağdaş biçimidir. Kapitalist sistem, göçmenleri hem üretim fazlalarını emmek hem de yerli işçi sınıfını disipline etmek için kullanır. Her ekonomik durgunlukta göçmen emeği “fazlalık” ilan edilir; kriz bittiğinde ise “zorunlu” hale gelir. Bu döngü, emeğin piyasa değerini aşağı çeken yapısal bir baskı mekanizmasıdır. Göçmen işçiler, bu nedenle kapitalist birikimin görünmeyen ama sürekli yenilenen basınç vanasıdır. Sermaye, emeğin küresel hareketliliğini teşvik ederken, bu hareketliliği devlet aygıtı aracılığıyla sıkı biçimde denetler. Devlet, burada hem kapitalist hem polisiye bir işlev görür: emeğin dolaşımını yasalarla kısıtlar, ama sömürülebilir hale getirir. “Geçici koruma”, “çalışma izni”, “ikamet belgesi” gibi statüler, hukuki değil, sınıfsal kategorilerdir. Bu statüler, emeğin ne ölçüde sömürülebileceğini belirler. Böylece göçmen emeği, hukuken “korunuyor” görünürken, fiilen örgütsüzleştirilmiş bir üretim rezervine dönüştürülür. Yeni emek rejimi, aynı zamanda mekânsal bir rejimdir. Göçmen emeği, kentlerin en görünmez alanlarına, en düşük maliyetli işlere, en yoksul mahallelere sıkıştırılır. İnşaat şantiyeleri, tarlalar, tekstil atölyeleri, depo ve bakım alanları, bu rejimin görünmeyen emek mekânlarıdır. Burada emek, yalnızca ucuz değil, sessiz kılınır. Konuşma, örgütlenme, direnme hakkı yoktur; çünkü geçicidir, misafirdir. Sermaye, bu geçicilik ideolojisini kalıcı hale getirerek sömürünün sürekliliğini sağlar. Göçmen emeği, yalnızca ekonomik değil, ideolojik bir aygıt olarak da işlev görür. Egemen ideoloji, göçmenleri “yardım edilen mağdurlar” ya da “ulusal tehdide dönüşen yabancılar” olarak tanımlar; her iki söylem de onları özne olmaktan çıkarır. Bu söylem, göçmenleri siyasetin dışına iterken, kapitalist sistemin sorumluluğunu görünmez kılar. Gerçekte “yardım” da “tehdit” de aynı yapının iki yüzüdür: biri göçmen emeğini meşrulaştırır, diğeri onu disipline eder. Yeni emek rejimi, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ulusötesi karakterini derinleştirmiştir. Göçmen işçiler, artık tek bir ulusun değil, küresel sermaye zincirinin emek halkasıdır. Ancak bu durum, aynı zamanda uluslararası sınıf dayanışması potansiyelini de içerir. Zira göçmen emeğiyle yerli emek arasındaki karşıtlık, yapay bir bölünmedir; her ikisi de aynı sömürü mekanizmasının farklı biçimleridir. Bu bölünmenin aşılması, yalnızca göçmenlerin hak mücadelesiyle değil, işçi sınıfının bütününün ortak çıkarlarının yeniden tanımlanmasıyla mümkündür. Sonuç olarak, göçmen emeği, kapitalizmin krizine verilmiş geçici bir yanıt değil, yeni birikim modelinin kalıcı unsuru haline gelmiştir. Göç, artık üretim sürecinin dışsal bir unsuru değil, bizzat üretim ilişkilerinin yeniden yapılanma biçimidir. Kapitalizm, emeğin mekânsal parçalanması üzerinden kendini yeniden üretirken, göçmen emeği bu yeniden üretimin en alt ama en temel halkası olmuştur.

Kapitalist sistem yalnızca üretim ilişkileriyle değil, bu ilişkileri meşrulaştıran ideolojik aygıtlarla da işler. Göç olgusu, bu ideolojik mekanizmaların en yoğun biçimde devreye sokulduğu alanlardan biridir. Zira sermaye, göçmen emeğini ekonomik olarak sömürürken, toplumsal düzeyde bu sömürüyü ırkçılık ve milliyetçilik ideolojileri aracılığıyla gizler ve normalleştirir. Göçmen karşıtlığı, kapitalist devletlerin doğrudan bir “halk tepkisi” değil, bilinçli olarak üretilmiş bir hegemonya stratejisidir. Bu strateji, işçi sınıfının kendi içindeki dayanışmayı parçalamak, sınıf bilincini ulusal kimlik bilinciyle ikame etmek için işlev görür. İşsizliğin, yoksulluğun ya da konut krizinin nedeni olarak göçmenlerin gösterilmesi, sermayeyi aklayan ve sınıf mücadelesini bastıran ideolojik bir manevradır. Böylece, emekçilerin öfkesi üretim ilişkilerine değil, “öteki” olarak tanımlanan göçmenlere yöneltilir. Irkçılık bu bağlamda yalnızca “ön-yargı” değil, ekonomik bir işlevi olan ideolojik bir üretim biçimidir. Marx’ın “sınıf bilincinin yanılsamalı biçimleri” olarak adlandırdığı olgunun güncel örneğidir. Göçmen emeğini hem ucuz hem itaatkâr hale getiren koşullar, ırkçılık sayesinde doğal ve kaçınılmaz gösterilir. Bu ideoloji, emeğin piyasada serbestçe dolaşabildiği, ancak emekçilerin kendilerinin sınırlara hapsedildiği çelişkili durumu meşrulaştırır. Milliyetçilik de benzer bir işlev görür. Ulusal egemenlik söylemi, kapitalizmin ulus-devlet formu üzerinden kurduğu tahakkümün ideolojik taşıyıcısıdır. Devlet, bir yandan “ulusal çıkar” adına sınırlarını koruduğunu ilan ederken, öte yandan küresel sermayeye emeği sınırsız biçimde sunar. Bu ikili hareket —sınırların politik olarak kapanması ama emeğin ekonomik olarak açılması— neoliberal dönemin temel çelişkilerinden biridir. Milliyetçilik, bu çelişkiyi gizleyerek devletin kapitalist karakterini perdelemektedir. Medya, eğitim, kültür ve popüler söylem alanlarında göçmenlerin temsili, bu ideolojik yönetimin en görünür biçimidir. Göçmenler ya “tehdit” olarak (suç, işsizlik, güvenlik riski) ya da “yardıma muhtaç mağdur” olarak sunulur. Her iki temsil biçimi de onları özne olmaktan çıkarır. “Tehdit” söylemi göçmen emeğini kriminalize ederken, “mağduriyet” söylemi onu pasifleştirir. Böylece göçmenler, ya bastırılması ya da acınması gereken nesneler haline getirilir — her iki durumda da sermaye ilişkilerinin faili olmaktan uzaklaştırılır. Irkçılığın ve milliyetçiliğin bu ideolojik işlevi, aynı zamanda sınıf mücadelesinin bilinç düzeyinde bastırılması anlamına gelir. Egemen söylem, sınıf çelişkilerini kimlik çelişkilerine dönüştürür: “yerli” ve “yabancı”, “vatandaş” ve “göçmen” gibi ayrımlar, emeğin gerçek ortak çıkarlarını görünmez kılar. Bu ideolojik bölünme, işçi sınıfını savunmasızlaştırır ve sermaye karşısında parçalar. Göçmen emeği sömürülürken, yerli emek onunla rekabete sokulur; bu durum, her iki kesimin de ücretlerini ve haklarını aşağı çeker. Burada devletin ideolojik aygıtları (Althusser’in tanımıyla medya, eğitim, din, hukuk vb.) aktif bir rol oynar. Devlet, bir yandan “insani yardım” politikalarıyla ahlaki meşruiyet üretirken, diğer yandan “güvenlik” söylemiyle baskı mekanizmalarını güçlendirir. Göçmenler hem yardım edilen hem denetlenen, hem korunup hem dışlanan bir nüfus haline getirilir. Bu çelişkili konum, sermayenin ihtiyaç duyduğu esnek emek rejiminin ideolojik zeminidir. Sonuçta ırkçılık ve milliyetçilik, göç sürecinde yalnızca kültürel ön-yargılar değil, sınıf tahakkümünün yeniden üretim araçlarıdır. Kapitalizm, emeğin küresel sömürüsünü sürdürebilmek için bu ideolojik biçimleri sürekli yeniden üretmek zorundadır. Göçmen karşıtlığı, bu anlamda bir “halk tepkisi” değil, sermaye düzeninin kendi iç mantığının dışavurumudur. Emperyalist çağda ideoloji, yalnızca “yanıltıcı bilinç” değil, maddi bir güçtür. Irkçılık ve milliyetçilik, üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan kültürel altyapı işlevi görür. Bu altyapı kırılmadıkça, göçmen emeğinin sömürüsü de, sınıf dayanışmasının parçalanması da sona ermez. Gerçek özgürleşme, bu ideolojik zincirlerin kırıldığı, emeğin ortak çıkarları etrafında yeniden birleştiği bir tarihsel momentin yaratılmasıyla mümkündür.

Türkiye, coğrafi konumu ve emperyalist hiyerarşideki rolü nedeniyle göç yönetiminde stratejik bir geçiş noktasıdır. Devlet, göçmenleri hem neoliberal sermayenin esnek işgücü kaynağı hem de ulus-devlet sınırlarını meşrulaştıran toplumsal kontrol aracı olarak görür. Bu ikili rol, Türkiye’nin göç politikalarının sınıfsal ve ideolojik karakterini ortaya koyar. Suriye iç savaşı sonrası kitlesel göç dalgası, Türkiye’de neoliberal devletin göçmen yönetim stratejilerini görünür kıldı. Göçmenler, yasal statülerine ve sınıf pozisyonlarına göre ayrıştırılır: Kimi “mülteci” olarak kayıt altına alınır ve sınırlı haklarla piyasaya sürülür, kimi ise kayıt dışı bırakılarak ucuz ve denetimsiz işgücü haline getirilir. Bu ayrım, sınıf çelişkilerini derinleştirir ve emeğin farklı kesimlerini birbirine karşı kışkırtır. Neoliberal devlet, göçmenleri iş piyasasına esnek biçimde dahil ederken, aynı zamanda toplumsal huzursuzluğu milliyetçi ve güvenlik söylemleriyle yönetir. Medya ve siyasi söylem, göçmenleri hem “yük” hem de “tehdit” olarak temsil eder. Bu temsil, işçi sınıfının gözünde göçmenleri rekabet unsuru ve devletin işbirlikçisi olarak konumlandırır. Sınıf dayanışması, bu ideolojik kurguyla parçalanır. Göçmen emeğinin sömürüsü özellikle inşaat, tarım, hizmet sektörü ve düşük ücretli sanayi alanlarında yoğunlaşır. Devlet, bu sömürüyü hukuki ve bürokratik düzenlemelerle meşrulaştırır. Çalışma izinleri, kayıt ve sosyal haklar gibi mekanizmalar, sermayeye esnek ve ucuz emek sağlarken, göçmenlerin örgütlenmesini ve toplumsal taleplerini sınırlar. Bu durum, Türkiye’deki sınıfsal tahakkümün en somut göstergesidir. Aynı zamanda Türkiye, uluslararası emperyalist ilişkilerin bir parçası olarak göç politikalarını şekillendirir. AB ile yapılan geri kabul anlaşmaları, göçmenlerin sınırlandırılması ve taşınması, Türkiye’nin emperyalist güçlerce göç yönetiminde bir “taşeron” haline gelmesine yol açar. Bu süreç, hem ulusal çıkar söylemleri hem de neoliberal sermaye politikalarıyla örtülür. Göçmenler, bu ikili stratejide hem bir esnek emek kaynağı hem de bir siyasi pazarlık malzemesi olarak kullanılır. Türkiye’de göçmenlerin toplumsal ve ekonomik entegrasyonu, büyük ölçüde piyasanın ihtiyaçları tarafından belirlenir. Neoliberal politikalar, işçi haklarını erozyona uğratırken, göçmenleri ucuz ve kuralsız işgücü olarak piyasaya sunar. Bu durum, yerli emekçilerle göçmenler arasında rekabeti artırır ve sınıf mücadelesini parçalar. Böylece devlet, hem sermaye çıkarlarını güvence altına alır hem de sınıf bilincinin oluşmasını engeller. Sosyal hizmetler ve yardım programları da ideolojik bir araçtır. Devlet, göçmenlere sağlanan sınırlı destekle hem ahlaki meşruiyet üretir hem de göçmenleri bağımlı ve denetimli bir pozisyonda tutar. Bu politika, kapitalizmin hem sömürü hem disiplin işlevlerini birlikte yürüttüğünü gösterir. Göçmenler, üretim süreçlerinin öznesi olmaktan çok, piyasa ve devletin denetlediği bir nesneye dönüştürülür. Türkiye’nin göç rejimi, neoliberal kapitalizmin sınıf ve ideoloji ilişkilerini mikro düzeyde somutlaştıran bir örnektir. Burada milliyetçilik, güvenlik söylemleri ve neoliberal işgücü politikaları iç içe geçerek, göçmen emeğini sömürürken toplumsal kontrol sağlar. Devlet, göçmenleri hem üretim ilişkilerinin hem de ideolojik manipülasyonun merkezi bir aracı olarak kullanır. Sonuç olarak, Türkiye’deki göç politikaları, kapitalist devletin sınıf tahakkümünü ve ideolojik yönetimini sürdürebilmesinin somut bir örneğidir. Göçmenler ucuz emek olarak piyasaya sürülürken, toplumsal algı milliyetçi ve güvenlikçi söylemlerle yönlendirilir. Sınıf dayanışması zayıflatılır, emeğin kolektif çıkarları görünmez hale getirilir ve neoliberal sermaye, hem ulusal hem uluslararası düzeyde çıkarlarını garanti altına alır.

Kapitalist sistem, sadece üretim ilişkilerini değil, aynı zamanda mekânsal düzenlemeleri ve toplumsal yerleşimleri de biçimlendirir. Kentler, sermaye birikiminin yoğunlaştığı alanlar olarak ortaya çıkar ve bu süreç, sınıfsal ayrımların mekânsal temsillerini beraberinde getirir. Göç, bu bağlamda hem ekonomik hem de politik bir olgu olarak anlaşılmalıdır; işgücü piyasasının ihtiyaçlarına göre şekillenen göç hareketleri, kapitalist kentleşmenin vazgeçilmez bir aracıdır.Neoliberal politikaların etkisiyle şehirler, sermaye yatırımlarının ve emlak spekülasyonlarının öncelendiği alanlara dönüşür. Bu dönüşüm, düşük gelirli ve göçmen nüfusların marjinal bölgelerde yoğunlaşmasına yol açar. Toplumsal hizmetlerin ve altyapının yetersizliği, bu kesimlerin yaşam koşullarını ağırlaştırırken, kent mekânı üzerindeki sınıfsal kontrolü de görünür kılar. Göçmen emek, kapitalist üretim sürecine entegre edilirken, yaşam alanları üzerinde de sömürü ve ayrımcılık mekanizmaları işlemeye devam eder.Öte yandan, göç ve kentleşme, kültürel ve sosyal etkileşimleri de yeniden şekillendirir. Farklı sınıfsal ve etnik grupların karşılaşmaları, hem toplumsal dayanışma ağlarını hem de gerilimleri yaratır. Ancak bu gerilimler çoğunlukla devlet ve sermaye tarafından, mekânsal ve politik ayrımcılığı meşrulaştıracak biçimde yönetilir. Kapitalist kentleşme, böylece sadece ekonomik bir süreç değil, aynı zamanda ideolojik ve politik bir araç olarak işlev görür; mekân, sınıfsal tahakkümün ve toplumsal kontrolün bir göstergesi haline gelir.

Suriye, 21. yüzyılın başından itibaren küresel kapitalist sistemin ve emperyalist müdahale politikalarının keskin bir sahnesi haline gelmiştir. İç savaş, salt etnik veya dini bir çatışma olarak sunulsa da, marksist perspektiften bakıldığında, bu süreç esas olarak kapitalist yeniden yapılanmanın ve bölgesel hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır. Emperyalist güçler, stratejik ve ekonomik çıkarlarını korumak amacıyla farklı grupları silahlandırmış, desteklemiş ve yönlendirmiştir. Bu müdahaleler, yerel üretim ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürerek, kapitalist yeniden yapılanmanın altyapısını yaratmıştır. Kapitalist yeniden yapılanma, savaşın yarattığı yıkım üzerinden sermaye birikimi süreçlerini hızlandırır. Yıkılan altyapı, yeniden inşa edilirken özel şirketlerin ve uluslararası sermayenin çıkarına göre planlanır. Kırsal alanların ve sanayi bölgelerinin yeniden yapılandırılması, mülksüzleştirme ve işgücü sömürüsü ile eş zamanlı olarak yürütülür. Bu süreç, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir yeniden düzenlemeyi de içerir; savaşın etkileri, toplumsal hafızada ve yerel politik kültürde sermayenin lehine bir dönüşümü pekiştirir. Öte yandan, göç ve mülteci krizleri, bölgesel kapitalist dinamiklerle iç içe geçer. Suriye’den Türkiye’ye ve diğer komşu ülkelere göç eden milyonlarca insan, hem ucuz işgücü piyasasının bir parçası haline gelir hem de sermayenin mekânsal ve sosyal kontrol stratejilerine hizmet eder. Bu göç hareketleri, neoliberal kentleşme ve sınıfsal ayrımların yeni biçimlerle yeniden üretildiği bir sahneyi ortaya çıkarır. İç savaş ve emperyalist müdahale aynı zamanda, uluslararası ve bölgesel güçler arasında hegemonya mücadelesini de derinleştirir. Enerji hatları, doğal kaynaklar ve stratejik geçiş noktaları, sadece askeri değil, ekonomik ve politik rekabetin de odak noktası olur. Böylece Suriye, kapitalist yeniden yapılanmanın ve küresel emperyalist stratejilerin bir laboratuvarı haline gelir; savaş, sermaye birikimi ve hegemonya mücadelesiyle iç içe geçen bir süreç olarak görünür. Bu analiz, bölgedeki çatışmanın dinamiklerini marksist-eleştirel bir çerçevede anlamak için temel bir çerçeve sunar: İç savaş, sadece yerel bir trajedi değil, kapitalist sistemin krizlerini ve yeniden yapılanma stratejilerini ortaya koyan bir araçtır.

Orta Doğu, tarih boyunca emperyalist müdahalelerle şekillenen bir coğrafya olmuştur; günümüzde ise kapitalist güçlerin ve yerel elitlerin çıkar çatışmaları, bölgesel hegemonya mücadelesini daha da keskinleştirmiştir. Marksist perspektifle bakıldığında, bu hegemonya mücadelesi salt siyasi değil, ekonomik ve ideolojik bir tahakküm biçimidir. Emperyalist devletler, bölgedeki enerji kaynaklarını ve stratejik konumları kendi sermaye birikimleri için kontrol ederken, yerel egemen sınıflar bu süreçte işbirlikçi bir rol üstlenmiştir. Bu durum, bölgesel krizleri sürekli yeniden üretir ve halkların emek gücünü meta haline getirir. Kapitalist yeniden yapılanma süreçleri, savaş ve müdahale ortamında şekillenir; yerel ekonomiler, dış sermayeye bağımlı hâle gelir ve üretim ilişkileri, yerel ihtiyaçlardan ziyade küresel kapitalin çıkarlarına göre dizayn edilir. Suriye örneğinde görüldüğü gibi, iç savaş ve dış müdahale sadece siyasi sınırları değil, üretim ilişkilerini ve emek süreçlerini de yeniden yapılandırmıştır. Bu yeniden yapılanma, sınıfsal uçurumları derinleştirir; küçük bir azınlık servetini katlarken, çoğunluk yoksullaşır ve hayatta kalma mücadelesi verir. Bölgesel hegemonya mücadelesinin geleceği, sermaye birikimi ve emperyalist stratejilerle şekillenecektir. ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçler, bölgedeki vekâlet savaşlarını ve ekonomik işbirliklerini kendi çıkarlarına göre yönetmeye devam edecektir. Ancak Marksist analiz, bu sürecin kaçınılmaz olarak çelişkiler üreteceğini gösterir: Yerel halkların direnişi, sınıf bilinci ve kolektif mücadele olanakları, kapitalist hegemonya ilişkilerini sarsma potansiyeline sahiptir. Bölgede ekonomik ve politik krizler, sadece yerel egemen sınıfları değil, aynı zamanda emperyalist aktörleri de kırılgan hâle getirir. Böylesi bir çerçevede, Orta Doğu’nun geleceği, kapitalist çıkarların dayattığı karanlık bir istikrarsızlık sarmalında şekillense de, halkların kolektif eylemi ve sınıfsal dayanışması, bu döngüyü kırma olanağı sunar. Marksist eleştiri, bölgesel hegemonya ilişkilerinin geçici ve tarihsel olarak sınırlı olduğunu, esas belirleyicinin üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi olduğunu vurgular. Kapitalist sistemin krizleri derinleştikçe, bu krizler Orta Doğu halklarının kolektif direnişi için fırsat alanları yaratabilir; ancak bu, ancak halkların örgütlenmesi ve emperyalist müdahalelere karşı somut bir mücadele ile mümkün olacaktır. Sonuç olarak, bölgesel hegemonya ve kapitalist ilişkilerin geleceği, tek bir güç tarafından belirlenmeyecek, çatışma ve direnişin diyalektiği içinde şekillenecektir. Orta Doğu’nun tarihsel deneyimi, emperyalist müdahalenin ve kapitalist yeniden yapılanmanın halkları baskı altında tutsa da, Marksist analiz, kolektif direnişin ve sınıf mücadelesinin tarihsel olarak belirleyici olacağını ortaya koyar. Kapitalist güçler kendi çıkarlarını sürdürmeye çalıştıkça, bu sistemin çelişkileri ve krizleri derinleşecek, bu da bölgesel halkların özgürlük ve eşitlik mücadelesi için yeni olanaklar yaratacaktır.