Latin Amerika Devrimci Hareketi, tarih boyunca kendisini bir “özgünlük projesi” olarak sunmuştur. Bu söylem, kıtanın sosyalist ve anti-emperyalist geleneklerinin, Avrupa merkezli teorilerden farklı olarak kendi tarihsel ve kültürel köklerinden beslendiğini ileri sürer. Ancak bu özgünlük vurgusu, çoğu kez ideolojik bir savunma refleksine dönüşmüş; devrimci düşüncenin evrensel materyalist temellerinden çok, romantik ve kimlikçi bir siyasallığı beslemiştir. Latin Amerika devrimciliği, kapitalizme yönelik eleştirisini çoğunlukla emperyalizme karşı bir tepki biçiminde formüle etmiş, böylece sınıf mücadelesinin derinlikli çözümlemesini, dış düşmana yönelmiş bir söylemin gölgesinde bırakmıştır. Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımlayan tahlili, kıtanın devrimcileri için yalnızca bir kuram değil, yaşanan sömürünün maddi adıdır. Ancak bu tahlil, Latin Amerika’da sıklıkla indirgemeci bir biçimde yorumlanmıştır. Emperyalizm, kapitalizmin içsel çelişkilerinin diyalektik bir uzantısı olarak değil, “dışsal bir bela” olarak görülmüştür. Bu durum, kıtanın birçok devrimci hareketinde ulusal burjuvaziyi “bağımsız kalkınmanın olası müttefiki” olarak gören bir yanılsamaya yol açmıştır. Oysa tarih göstermiştir ki Latin Amerika burjuvazisi, her devrimci dönemeçte emperyalizmin yerli temsilcisi rolünü üstlenmiştir. Bu teorik yanılgının kökeni, devrimci hareketin sınıfsal temelleri yerine kültürel simgeleri öne çıkarmasında aranmalıdır. José Carlos Mariátegui gibi öncüler, Avrupa merkezli dogmalara karşı haklı bir başkaldırı olarak yerli toplulukların tarihsel deneyimlerine yöneldiler. Ancak bu yöneliş, zamanla üretim ilişkilerinin tahlilinden uzaklaşan, “yerli komünal gelenekleri” devrimin maddi temeli olarak idealize eden bir romantizme dönüştü. İnka komünizmi metaforu, bir yandan Avrupalı dogmatizme karşı bir kopuşu simgelerken, öte yandan materyalist analiz yerine kültürel nostaljiyi ikame etti. Böylece devrim, sınıf antagonizmasının çözülmesinden çok, kimliksel bir “yeniden doğuş” anlatısına dönüştü. Latin Amerika Devrimci Hareketi, bu noktadan sonra “halk”, “yoksullar”, “yerliler” gibi geniş ama sınıfsal bakımdan muğlak kavramlar etrafında biçimlendi. Devrimin öznesi, proletaryanın somut tarihsel konumundan ziyade, kültürel olarak mağdur edilmiş toplulukların ahlaki birliğinde aranır oldu. Marx’ın “tarihin motoru sınıf mücadelesidir” önermesi, bu coğrafyada çoğu zaman “tarihin motoru halkın direnişidir” biçiminde yeniden formüle edildi. Bu dönüşüm, devrimci söylemi ajitatif kıldı ama teorik olarak zayıflattı. Sonuçta Latin Amerika devrimciliği, bir yanda Leninist sınıf analizine atıflar yapan, öte yanda milliyetçi halkçılığı yücelten eklektik bir ideolojiye dönüştü. Stalin epigonluğu, bu karmaşayı kalıcı hale getirdi. Sovyet merkezli modeller, kıta hareketlerine evrensel reçeteler dayattı; devrimci özgünlük arayışı dogmatik kalıplara sıkıştırıldı. Sosyalizmin üretim artışıyla özdeşleştirildiği bu dönem, devrimci pratiği iktisadi planlamanın bürokratik taklidine dönüştürdü. Che Guevara’nın Sovyet sistemine yönelttiği eleştiri —“sosyalizm, sadece üretim değil, insanın devrimci dönüşümüdür”— bu çıkmazı sezgisel olarak görüyordu. Fakat Guevara’nın kendi “foco” teorisi de benzer bir öznelci sapmayı içeriyordu: devrim, nesnel koşulların ürünü değil, kahramanca iradenin sahnesi haline geldi. Bu bakımdan kıta devrimciliği, kolektif sınıf bilincinden çok bireysel fedakârlığın mitolojisine yaslandı. Devrimci hareketin bir başka temel açmazı, stratejik olarak aşamalı devrim şemasına bağlı kalmasıdır. “Önce ulusal kurtuluş, sonra sosyalizm” formülü, fiilen burjuva reformizminin ideolojik perdesine dönüştü. Böylece anti-emperyalist retorik korunurken, sınıf mücadelesi devlet aygıtı içinde yönetilebilir bir “ilerleme programı”na indirildi. Küba Devrimi’nin ardından gelişen popülist devlet sosyalizmleri —Venezuela’da Bolivarcı söylem, Bolivya’da And sosyalizmi— bu çizginin güncel tezahürleridir. Halkın iktidarını vaaz eden bu hareketler, halkın öz-örgütlenmesini değil, liderliğin merkezi gücünü kurumsallaştırmıştır. Bugün Latin Amerika Devrimci Hareketi, hâlâ bu tarihsel çelişkilerle yüzleşememektedir. Teorik olarak emperyalizmi mahkûm ederken, pratikte küresel sermaye ağlarıyla eklemlenen kalkınmacı projeleri savunur. Halkın iradesini yüceltirken, bu iradeyi karizmatik önderliğin retoriğine hapseder. Kültürel özgünlük adına yapılan her vurgu, sınıf bilincinin yerini alan bir ideolojik sis perdesine dönüşür. Bu nedenle, kıtanın devrimci mirası, çoğu kez kendi ütopyasının ağırlığı altında ezilir: romantik halkçılık ile devletçi pragmatizm arasına sıkışmış bir tarih. Latin Amerika Devrimci Hareketi’nin geleceği, bu çelişkiyle yüzleşip yüzleşemeyeceğine bağlıdır. Ya kendi mitlerini aşarak sınıf mücadelesinin evrensel diyalektiğine yeniden dönecek, ya da emperyalizme karşı öfkesini, kapitalist modernitenin sınırlarını aşamayan sonsuz bir milliyetçi direnişe dönüştürecektir.
Latin Amerika Devrimci Hareketi’nin tarihsel paradoksu, en görkemli zaferlerinin bile aynı zamanda çözülüşlerinin başlangıcı olmasıdır. Her devrimci patlama, kısa sürede ulusal kalkınma ideolojisinin bürokratik kalıplarına sığdırılmış; halkın öz-eylemi, liderliğin retoriği içinde yeniden biçimlendirilmiştir. 1959 Küba Devrimi bu diyalektiğin en çarpıcı örneğidir. Küba Devrimi, ilk yıllarında kıtanın yoksulları için bir umut kaynağıydı. Ancak devrimci hareketin kendi kitlesel dinamizmini siyasal biçime dönüştürememesi, süreci devlet merkezli bir devrim yönetimine evirdi. Bu dönüşümde ABD’nin ablukası kadar, Sovyet modelinin “kurtarıcı” olarak içselleştirilmesi de belirleyiciydi. Böylece devrim, halkın iktidarı olmaktan çok, devletin ideolojik yeniden doğuşuna dönüştü. Sosyalist iktidar, sınıfın kolektif öz-örgütlenmesi yerine, devrimci önderliğin yönetsel vesayetiyle tanımlandı. Che Guevara’nın ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü eleştiri, işte bu yabancılaşmayı sezmişti: Sosyalizm artık bir bilinç biçimi değil, bir üretim verimliliği programına indirgeniyordu. Nikaragua Sandinista deneyimi de aynı açmazın farklı bir versiyonudur. 1979’da Somoza diktatörlüğünün devrilmesiyle açılan dönemde, geniş halk kesimleri yeni bir siyasal özne olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Ancak devrimci momentin yarattığı öz-örgütlenme potansiyeli, kısa sürede “devrimci hükümetin” idari sistemine devredildi. FSLN, kitle hareketinin örgütlenme biçimi olmaktan çıkarak, devletin ideolojik temsilcisine dönüştü. Heterojen yapısı, zamanla popülist bir uzlaşmanın bahanesi haline geldi; devrim, halkın iradesinden çok, bürokratik merkezlerin kararlarına tabi kılındı. Emperyalist kuşatma ve iç savaş baskısı, bu dönüşümü hızlandırdı; Sandinismo, kendi köklerini besleyen taban inisiyatiflerinden koparak, kurumsal bir iktidar aygıtına evrildi. Venezuela’da Hugo Chávez’in önderliğinde gelişen Bolivarcı süreç, devrimci halk enerjisini yeniden uyandırmış görünse de, özünde benzer bir tarihsel hattı izledi. Chávez, ABD emperyalizmine karşı meydan okuyan karizmatik figürüyle, Latin Amerika’nın 21. yüzyıldaki “yeni devrimci” dalgasının simgesi haline geldi. Ancak onun iktidarı, devrimin toplumsal ilişkileri dönüştürmesinden çok, devletin rant ekonomisi üzerinden yeniden dağıtım yapan bir sosyal programına dayandı. “Halkın iktidarı” kavramı, çoğu zaman seçim zaferlerinin retoriğine sıkıştırıldı. Halk meclisleri ve komünal örgütlenmeler, başlangıçta iktidarı aşağıdan kurmanın araçları olarak görülürken, zamanla merkezî kontrolün uzantısına dönüştü. Bolivarcılık, anti-emperyalist bir söylemle süslenmiş devlet kapitalizminin yeni biçimiydi. Bolivya’da Evo Morales deneyimi, bu süreci daha karmaşık bir biçimde yeniden üretti. Yerli halkların tarihsel ezilmişliğine karşı geliştirilen “And sosyalizmi”, kültürel kimlikleri devrimci özne konumuna yükseltti. Ancak ulusal sembollerin ve etnik aidiyetin bu kadar merkezde olduğu bir siyasal söylem, sınıf ilişkilerinin görünürlüğünü zayıflattı. Yerli kimliği, sınıfsal antagonizmanın yerini aldı. Morales’in hükümeti, başlangıçta anti-neoliberal bir kırılma yaratmış olsa da, kısa sürede doğal kaynakların devlet tekeliyle kontrolünü “halk mülkiyeti” olarak pazarlayan bir kalkınmacı modele evrildi. Bu model, emperyalist bağımlılığı azaltmadığı gibi, sermaye birikiminin devlet eliyle yeniden üretimini meşrulaştırdı. Bu örneklerin ortak paydası, devrimci hareketin iktidar sorununu toplumsal özne sorunu olmaktan çıkarıp, yönetim biçimi sorununa indirgemesidir. Devrim, bir iktidar yapısının el değiştirmesi değil, toplumsal ilişkilerin kökten dönüşümüdür; ancak Latin Amerika’da devrimci hareket, bu farkı çoğu zaman unuttu. Halkın iktidarı, devletin gücüne tercüme edildi; devrimci bilinç, bürokratik rasyonaliteye emanet edildi. Böylece devrim, kendi öznesine yabancılaştı. Zapatista hareketinin 1990’larda ortaya koyduğu “aşağıdan demokrasi” denemesi, bu yabancılaşmaya bir yanıt olarak okunabilir. Chiapas’ta doğan EZLN, klasik Maoist stratejiden koparak, iktidarı ele geçirmek yerine, iktidarın mantığını sorgulayan bir çizgi izledi. Bu yönüyle Zapatismo, Latin Amerika devrimci geleneğinde nadir görülen bir öz-eleştiri pratiğidir. Ancak onun da sınırları vardır: kapitalist toplumsal ilişkilerin köklü dönüşümünü hedefleyen bir strateji yerine, yerel öz-yönetim biçimlerinin savunusuna sıkışmıştır. Devrimin “demokratikleşmesi” hedefi, devrimin toplumsallaşmasının yerini almıştır. Sonuç olarak Latin Amerika Devrimci Hareketi’nin tarihinde, halkın eylemi her zaman devrimci momenti yaratmıştır; ama o momenti kalıcı kılacak sınıfsal örgütlenme biçimleri inşa edilememiştir. Popülizm, ulusalcılık ve devletçilik, devrimci enerjinin sürekli biçimde sisteme yeniden entegre olmasının araçları olmuştur. Her yükseliş, kaçınılmaz biçimde kendi geri çekilişini içinde taşımıştır. Latin Amerika devrimciliği, emperyalizmin baskısını teşhir etmede güçlü, ancak kapitalizmin iç çelişkilerini çözmede zayıf kalmıştır. Bu zayıflığın teorik adı, devlet fetişizmidir; politik adı ise devrimden yönetim üretmedir. Oysa devrim, yönetim biçimi değil, bir özgürleşme sürecidir — sınıfların, mülkiyetin ve iktidarın yeniden üretimini kesintiye uğratmadıkça, devrimci olmaktan çıkar. Latin Amerika’nın yüzyıllık tecrübesi, bu gerçeğin en somut kanıtıdır.
Yirminci yüzyılın sonundaki yenilgiler ve dağılmaların ardından, Latin Amerika Devrimci Hareketi 2000’lerin başında yeniden kıpırdanmaya başladı. 1990’ların neoliberal yıkım programları, işsizliği, yoksulluğu ve eşitsizliği derinleştirmiş; kitlelerin gündelik hayatını bir hayatta kalma savaşına indirgemişti. Bu koşullar altında biriken öfke, önce dağınık patlamalar hâlinde, ardından koordineli halk isyanlarına dönüşerek kendini gösterdi. 1989 Venezuela Caracazo ayaklanması, 1997 Ekvador isyanı, 2000 Bolivya su savaşları ve nihayet 2001 Arjantin halk patlaması, kıta genelinde yeni bir toplumsal dalganın ilk işaretleriydi. Bu eylemler, sistemin meşruiyetini temelinden sarsmış, “ulusal kalkınma” ve “demokratik temsil” gibi kavramların içinin boşaldığını göstermişti. Halk, artık ne devrimci bir partiye ne de burjuva demokrasisinin kurumlarına güven duyuyordu; kendi sokak örgütlenmelerini, mahalle meclislerini, işsizler hareketlerini yaratıyordu. 2001 Arjantin isyanı, bu öfkenin doruk noktasıydı: birkaç hafta içinde dört başkanın devrilmesi, Latin Amerika tarihinde nadir görülen bir devrimci durumdu. Ancak bu büyük tarihsel moment, devrimci bir özneye dönüşemedi. Sorun, tıpkı önceki yüzyılda olduğu gibi, devrimci enerjinin örgütsel ve politik bir biçime kavuşamamasıydı. İşçi sınıfı ve yoksul halklar iktidarı zorlayacak eylemlilik düzeyine ulaşmıştı, fakat onları siyasal bir hedef doğrultusunda birleştirecek devrimci bir önderlik yoktu. Bu boşluk, kısa sürede sistem içi reformist akımlar tarafından dolduruldu. Arjantin’de Néstor Kirchner’in yükselişi, halk hareketinin enerjisinin bürokratik temsil mekanizmaları aracılığıyla soğurulmasının tipik örneğiydi. Kirchner, bir yandan neoliberalizme karşı görünür bir mesafe koyarken, öte yandan sermaye düzeninin yeniden istikrara kavuşmasını sağladı. Halkın öfkesi, “ilerici” bir devlet reformu retoriğiyle dizginlendi. Benzer bir süreç, Venezuela’da Chávez’in liderliğinde yaşandı. 1998’de seçimle iktidara gelen Chávez, 2002’deki ABD destekli darbeyi yoksul kitlelerin seferberliğiyle püskürterek, anti-emperyalist bir sembole dönüştü. Ancak bu başarı, Bolivarcı süreci devrimci bir iktidar biçimine dönüştürmek yerine, liderin karizmasına dayalı bir “devlet sosyalizmi” modeline yöneltti. Halkın iktidarı, seçim sandığının periyodik onayına indirgenirken, sosyalizm giderek “petrol gelirinin yeniden dağıtımı” anlamına geldi. Üretim ilişkileri dönüştürülmedi; yalnızca rantın sahipliği değişti. Bu nedenle Venezuela örneği, emperyalizme meydan okuyan ama kapitalizmin temel mekanizmalarını yeniden üreten bir “devrimci devlet” deneyimi olarak kaldı. Bolivya’da Morales’in yükselişi, benzer bir umut dalgası yarattı. Yerli halkların yüzyıllık ezilmişliği, ilk kez iktidarın merkezine taşınmıştı. Ancak “And sosyalizmi” olarak tanımlanan bu model, kısa sürede etnik temsilin devletleştirilmesine dönüştü. Kimlik temsili, sınıfsal mücadelenin yerini aldı. Morales yönetimi, doğal kaynakları “kamulaştırma” adına devlet tekeline aldı, fakat bu, üretim araçlarının toplumsallaştırılması değil, devlet kapitalizminin yerli renklerle yeniden üretimiydi. Böylece halkın iktidarı, sembolik bir kapsayıcılıkla sınırlı kaldı. Brezilya’da Lula’nın İşçi Partisi (PT), işçi sınıfının tarihsel mücadelesinden doğmuş olsa da, iktidara geldiğinde devrimci bir dönüşüm gücü olmaktan çıkmıştı. PT, neoliberal düzeni hafifleten sosyal yardım programlarıyla kitlelerin yaşamını geçici olarak iyileştirdi, ama sermaye egemenliğine dokunmadı. “Yoksulluğu yönetmek” ile “yoksulluğu ortadan kaldırmak” arasındaki fark, Brezilya’nın on yıllık deneyiminde bütün açıklığıyla görüldü. PT’nin yükselişi, işçi sınıfı bilincinin kurumsal politikaya soğurulmasının klasik bir örneğiydi: sınıf mücadelesi, devletin sosyal politikalarına dönüştü. Son olarak, Kolombiya’da Gustavo Petro’nun zaferi, Latin Amerika’nın tarihsel döngüsünü yeniden gündeme getirdi. Yarım yüzyıldır sağın egemenliği altındaki bir ülkede bir “eski gerilla”nın iktidara gelmesi, simgesel olarak önemliydi. Ancak bu durum, devrimci bir kopuşu değil, sistem içi dönüşümün sınırlarını işaret ediyordu. Petro’nun “tarihi paktı”, toplumsal muhalefetin geniş bir koalisyonunu bir araya getirse de, programatik düzeyde reformistti. Kapitalizmin yapısal temellerine değil, neoliberalizmin fazlalıklarına karşı bir düzeltme politikası öneriyordu. Böylece “yeni devrimci dalga”, devrimin değil, düzenin muhalif yorumunun yeniden üretimiydi. Bu süreçte Latin Amerika Devrimci Hareketi, bir kez daha kendi mirasının ağırlığı altında kaldı. Halkın eylemiyle doğan enerji, devletin bürokratik aygıtında soğuruldu. Anti-emperyalist retorik, ulusal kalkınmacılığın meşrulaştırıcı kalkanına dönüştü. 21. yüzyılın “pembe dalgası”, devrimin değil, reformun coğrafyası oldu. Bugün kıta genelinde halk hareketleri hâlâ güçlüdür, fakat politik bilinç dağınıktır. Devrimci ufuk, devletin sınırlarını aşmakta zorlanmaktadır. Latin Amerika Devrimci Hareketi, ancak geçmişin romantik mitlerinden sıyrılıp, sınıf mücadelesini yeniden tarih sahnesine çıkarabildiği ölçüde yeniden doğabilir. Çünkü halkın dönüşü, sandıkta değil, sokakta ve üretim alanlarında, yani tarihin gerçek mekânında anlam kazanacaktır.
Latin Amerika Devrimci Hareketi, bir yüzyıldan uzun süredir emperyalizme, yoksulluğa ve sömürüye karşı mücadele ediyor. Fakat aynı zamanda, bu mücadelenin içinde kendi ideolojik sınırlarını da yeniden üretiyor. Bugün kıtanın devrimci hareketleri, yalnızca dışsal bir düşmanla değil, kendi tarihsel mirasının tortularıyla da yüzleşmek zorundadır. Çünkü geçmişte “devrim” adına inşa edilen birçok iktidar biçimi, son kertede mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminden öteye gidememiştir. Devrimin yenilenmesi, romantik bir geçmiş özlemiyle değil, tarihsel materyalizmin diyalektiğini yeniden kavrayarak mümkündür. Latin Amerika’nın devrimci geleneği, sıklıkla ahlaki bir başkaldırıya, kimliksel bir onur siyasetine ya da ulusal bir kurtuluş mitine indirgenmiştir. Oysa devrim, moral bir duruş değil, maddi bir dönüşümdür; sınıf ilişkilerinin yapısal çözülmesini hedeflemeyen hiçbir hareket, isterse bütün halkları seferber etsin, kapitalizmin çemberini kıramaz. Bu bağlamda kıtanın devrimci düşüncesi, üç temel düzlemde yeniden kuruluşu gerektirir: teorik, örgütsel ve öznel. Teorik düzlemde en temel sorun, anti-emperyalizmin kapitalizm eleştirisinin yerine geçmesidir. Latin Amerika devrimciliği, çoğu kez emperyalizmi dışsal bir tahakküm ilişkisi olarak ele almış, kapitalist üretim ilişkilerinin kendi iç çelişkilerini ikincil konuma itmiştir. Oysa bugün emperyalizm, dışarıdan gelen bir baskı değil, içeride işleyen bir sermaye birikimi mantığıdır. Bu nedenle devrim, yalnızca “uluslararası bağımsızlık” sorunu değil, sınıfsal egemenlik ilişkilerinin topyekûn çözülmesi meselesidir. Bu perspektifin yeniden inşası, devrimci hareketin teorisini halkçı romantizmden kurtarıp, sınıf analizine geri döndürmek anlamına gelir. Mariátegui’nin sezgisel olarak başlattığı “yerel özgünlükle evrensel sosyalizmi birleştirme” çabası, ancak diyalektik materyalizmle yeniden okunursa anlam kazanabilir. Kültürel kökler, devrimci bilincin taşıyıcısı olabilir; ama devrim, kültürel kimliğin değil, sınıfsal eylemin ürünüdür. Latin Amerika Devrimci Hareketi, yirminci yüzyıl boyunca iki uç arasında salındı: parti merkezli öncülük ile yataycı halk inisiyatifleri. Her iki model de kendi başına yetersiz kaldı. Parti, çoğu kez devrimci bilinci bürokratikleştirirken; yatay hareketler, sürekliliği sağlayacak stratejik örgütlenmeden yoksun kaldı. Geleceğin devrimci hareketi, bu iki biçimi diyalektik bir bütünlükte yeniden kurmak zorundadır: merkeziyetçi disiplin ile taban demokrasisini birleştiren, ne yukarıdan dayatan ne de kendiliğindenliğe hapsolan bir örgüt anlayışı. Devrimci öznenin yeniden inşası, yalnızca sendikal alanla sınırlı kalmayan, toplumsal üretimin bütün alanlarına yayılan bir kolektif irade gerektirir. Bugün kapitalist üretim, yalnızca fabrikada değil, dijital ağlarda, hizmet sektöründe, borçlanma ilişkilerinde ve ekolojik sömürüde yeniden üretilmektedir. Bu nedenle sınıf mücadelesi, yeni toplumsal alanları kapsayan çok katmanlı bir politik örgütlenme biçimi kazanmalıdır. Latin Amerika Devrimci Hareketi’nin en derin krizi, belki de öznel düzlemdedir. Halkın kolektif bilinci, uzun süre boyunca kurtarıcı figürlerin gölgesinde kalmıştır: devrimci lider, karizmatik önder, halkın sesi… Ancak bu figür, bir yandan umut yaratırken, diğer yandan halkın kendi tarihsel öznesini kurma kapasitesini zayıflatmıştır. Devrimci bilinç, lidere değil, kolektif eyleme dayanmalıdır. Che Guevara’nın “yeni insan” ideali, bu anlamda yeniden düşünülmelidir. O “yeni insan”, ne kahraman bir askerdir ne de devletin sadık yurttaşı; o, kendi emeğini ve yaşamını kolektif özgürleşme uğruna dönüştüren bilinçli bir özne olmalıdır. Devrimci özne, yalnızca yıkıcı değil, kurucu bir praksisin taşıyıcısıdır. Bu bilinç, iktidarın ele geçirilmesiyle değil, iktidarın toplumsal olarak çözülmesiyle mümkün olur. Bugün Latin Amerika, hem eski hem yeni sömürü biçimlerinin iç içe geçtiği bir coğrafyadır. Ekstraktivizm, borç ekonomisi, çevresel yıkım ve güvenlik devleti, kapitalizmin çağdaş biçimlerini temsil eder. Devrim, artık yalnızca fabrikalarda değil, ormanlarda, barınma alanlarında, kadın hareketlerinde, göçmen dayanışmalarında, dijital üretim ağlarında da verilmek zorundadır. Bu, klasik devrimci düşüncenin alanını genişletir ama onu bulanıklaştırmaz: her mücadele, kapitalist toplumsal ilişkilerin köklü dönüşümüne bağlandığı ölçüde devrimcidir. Latin Amerika Devrimci Hareketi’nin geleceği, kendi geçmişini eleştirme cesaretine bağlıdır. Romantik halkçılığın duygusal çekiciliğini, devletçi pragmatizmin konforunu ve ulusalcılığın savunmacı sınırlarını aşmadan yeni bir devrimci çağ açılamaz. Devrim, ancak halkın kendi öz-örgütlenmesiyle, yani tarihsel özneliğini geri kazanmasıyla yeniden mümkün olur. Bugün Latin Amerika için asıl görev, bir kez daha o kadim soruyu yeniden sormaktır: Devrim, kimin için ve kimin eliyle? Bu sorunun cevabı, artık ne partide, ne devlette, ne de liderde saklıdır — cevabı, yeniden örgütlenecek halkın bilincindedir.