Çin toprakları, yüzyıllar boyunca süren feodal tahakkümün, yabancı sermayenin iştahını kabartan yarı-sömürge düzenin ve halkın alın teriyle inşa edilen ama efendilerin kasalarına akan bir üretim yapısının üstünde kıvranırken, 1911’de tarih sahnesine çıkan devrimci rüzgar, çürümüş bir imparatorluğu yerle bir etti. Qing Hanedanlığı’nın yıkılışı, sadece bir hanedanın sonu değil, iki bin yıllık monarşik köleliğin ve “gökyüzü altında sonsuz itaati” buyuran düzenin kalbine indirilen ilk darbeydi. Sun Yat-Sen ve onun önderliğinde gelişen hareket, milliyetçi bir cumhuriyetin hayalini kurarken, devrim burjuvazinin korkak adımlarıyla sınırlı kaldı; halk kitlelerinin devrimci enerjisi, feodal kalıntıların ve emperyalist zincirlerin arasında boğuldu. Devrim yalnızca üç ay ayakta kalabildi; çünkü yeni doğan Çin burjuvazisi, tarihsel görevini yerine getirecek devrimci iradeden yoksundu. Emperyalizme karşı bağımsızlık iddiası, kapitalist çıkarlara yenik düştü. Yuan Shih-Kai gibi gerici artıkları iktidara taşıyan burjuva uzlaşmacılığı, Çin Cumhuriyeti’ni bir kukla devletin kılıfına dönüştürdü. Pekin’de kurulan bu yeni iktidar, ismen cumhuriyet ama özde feodal gericiliğin devamıydı. Kapitalist gelişmenin kırıntıları, emperyalizmin dayattığı eşitsiz ticaret anlaşmaları ve savaş ağalarının tahakkümü altında şekillendi. Sanayi üretimi artıyor görünse de, işçinin teri ve köylünün emeği yine dış bankaların, yabancı şirketlerin kasasına akıyordu. 19. yüzyılın sonunda ihracatın yüzde seksenini, ithalatın neredeyse tamamını elinde tutan emperyalist tekeller, 1911 Devrimi sonrasında da Çin’in damarlarına yapışmış asalaklar gibi yaşamaya devam etti. Gümrüklerden demiryollarına, deniz taşımacılığından finans piyasalarına kadar her alan emperyalistlerin elindeydi. Çin’in kaderini belirleyenler, Çin halkı değil, Londra ve Tokyo borsalarındaki spekülatörlerdi. Yuan Shih-Kai’nin iktidarı, emperyalizmin içerideki uzantısı olan büyük toprak sahipleriyle, işbirlikçi burjuvazinin çıkar evliliğinden doğmuş bir karşı devrimdi. Halkın özgürlük umudu, bir kez daha bastırıldı. Ancak tarih, her bastırılan devrimin küllerinden yeni bir kıvılcım doğurur. 1915’te Japon emperyalizminin “Yirmi Bir Talep” dayatması, Çin halkının onurunu ayaklar altına alırken, bu utanç, ulusal bilincin yeniden doğuşunu tetikledi. Japonya’nın Shandong’u işgali, Çin’in bağımsızlığını bir kâğıt parçasına indirgeyen emperyalist kibir, milyonlarca insanın öfkesini mayaladı. 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Shandong’un Japonya’ya devredilmesi kararı açıklandığında, Çin gençliği ayağa kalktı. 4 Mayıs 1919, sadece bir öğrenci gösterisi değil, Çin halkının kendi kaderini tayin etme iradesinin ilk devrimci haykırışıydı. Yeni Gençlik dergisinin çevresinde toplanan genç aydınlar, Chen Duxiu ve arkadaşlarının önderliğinde, burjuva uzlaşmacılığını reddettiler. Artık “Batı’nın lütfuna” değil, halkın devrimci gücüne güveniyorlardı. “Kahrolsun hainler, yaşasın egemenlik!” sloganlarıyla sokakları dolduran binler, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin ilk kitle örgütlenmesini yarattılar. Hükümetin tutuklamalarına, baskılarına rağmen, işçiler greve gitti, köylüler dayanışma gösterdi, öğrenciler gönüllü ordular kurdu. Çin devriminin tohumları, 4 Mayıs’ta atıldı. 1911’in devrimi rejimi yıkmış ama düzeni değiştirememişti; 4 Mayıs hareketi ise halkın bilincini değiştirdi. Artık kitleler, kurtuluşun ancak örgütlü mücadeleyle mümkün olduğunu görüyordu. Bu bilincin taşıyıcısı olacak örgüt, çok geçmeden tarih sahnesine çıkacaktı.
1919’un öfkesinden 1921’in bilincine giden yolda Çin halkı, kurtuluşun spontane öfke patlamalarında değil, örgütlü sınıf mücadelesinde yattığını kavradı. Bu kavrayışın ete kemiğe bürünmüş hali, Çin Komünist Partisi’nin kuruluşuydu. 1921 yılının o mütevazı kongresinde, yedi bölgeden gelen on iki delege, yalnızca elli üç kişiyi değil, milyarlarca sömürülmüş insanın tarihsel özlemini temsil ediyordu. Mao Zedong’un, Chen Duxiu’nun, Li Dazhao’nun ve diğerlerinin bir araya geldiği bu kongre, Çin topraklarında proletarya diktatörlüğü fikrinin ilk kıvılcımını yaktı. Artık mesele bir “cumhuriyet” meselesi değildi; mesele sınıf meselesiydi. İktidar sorunu, Çin’de ilk kez açıkça sınıfsal temelde ortaya konuyordu. Komünist Enternasyonal’in temsilcileri bu kongrede hazır bulunsa da, Çin Komünist Partisi’nin yolu, Rusya’nın değil, Çin’in gerçeklerinden geçecekti. Parti programı nettir: burjuvaziyi proletaryanın devrimci ordusuyla devirmek, özel mülkiyete son vermek, sınıfları ortadan kaldırmak ve Komünist Enternasyonal’le omuz omuza yürümek. Ancak tarih, devrimcilere düz yollar sunmaz. Yeni kurulmuş bir partinin önünde dağ gibi engeller vardı: feodal kalıntılar, savaş ağalarının çeteleri, emperyalizmin kolları ve halkın asırlık umutsuzluğu. Fakat bu engellerin her biri, birer mücadele alanıydı. 1923’te parti, Çin’in özgül koşullarını dikkate alarak, düşmana karşı en geniş birleşik cepheyi kurma kararı aldı. Çünkü devrimin zaferi, yalnızca işçilerin değil, köylülerin, küçük burjuvazinin ve baskı altındaki milli burjuvazinin de birleşik mücadelesine dayanacaktı. Kuomintang ile yapılan bu ilk ittifak, tarihin çelişkili ama zorunlu bir anıydı. Sun Yat-Sen, Kuomintang’ın yozlaştığını ve devrimci ruhunu kaybettiğini görüyordu. ÇKP’nin katılımını bu çürümüşlüğe taze kan olarak görmüş, “Rusya’nın kılavuzluğu olmadan devrim başarıya ulaşamaz” demişti. Böylece 1924’te Guangzhou’da yapılan kongrede iki parti omuz omuza geldi; Sovyetler Birliği silah yardımı yaptı, komünistler orduya ve sendikalara girdi, kitle örgütlenmeleri güç kazandı. Kuomintang, emperyalizme karşı bir halk cephesi görünümü kazandıysa, bu ÇKP’nin örgütlü çalışması sayesindeydi. Bu dönemde ÇKP, köylülerin arasında, fabrikalarda, limanlarda, üniversitelerde devrimci bir damar yarattı. 1925’te parti üye sayısı birkaç yüzken yıl sonunda binleri, 1926’da on binleri buldu. Ancak Kuomintang içinde çelişkiler büyüyordu. Sun Yat-Sen’in ölümünden sonra sahneye çıkan Çan Kay Şek, devrimi değil iktidarı, halkı değil otoriteyi tercih etti. Yolsuzluk, gericilik ve toprak ağalarının çıkarlarını koruma eğilimi Kuomintang’ın içine çöreklenmişti. ÇKP, bu çelişkileri görmesine rağmen, birlik uğruna geri adımlar attı. Chen Duxiu önderliğinde “ittifakı korumak” adına tavizler verildi, saldırılar sineye çekildi. Oysa Mao Zedong’un uyarısı açıktı: “Eğer birliği mücadele yoluyla geliştirirsek, birlik yaşar; eğer boyun eğerek korumaya kalkarsak, birlik ölür.” Bu sözler, devrimci tarihin en acı derslerinden birinin özetiydi. 1926’da başlatılan Kuzey Seferi, görünüşte savaş ağalarına karşı bir ulusal kurtuluş savaşıydı ama gerçekte sınıflar mücadelesinin yeni sahnesiydi. ÇKP’nin köylerdeki örgütlenmesi, köylü birliklerinin milyonlara ulaşması, devrimci dalganın gerçek kaynağıydı. Mao’nun ifadesiyle “Ulusal devrim, kırsal alanda büyük bir değişim gerektirir; 1911’in başarısızlığı bu değişimi yapamamasındandı.” Bu kez değişim başlamıştı: köylüler toprak talep ediyor, işçiler fabrikalarda greve gidiyor, kadınlar patriyarkanın zincirlerini sorguluyordu. Fakat partinin Merkez Komitesi, bu devrimci enerjiyi yönlendirmek yerine dizginlemeyi seçti. Ordu içinde, hükümette ya da yönetim kademelerinde komünistlerin aktif rol alması yasaklandı. Bu, devrimci enerjinin merkezsizleşmesi ve silahsız kalması anlamına geliyordu. Zhou Enlai’nin uyarıları, Mao’nun sezgileri haklı çıkacaktı. Çan Kay Şek, devrimci yükselişin ortasında 1927’de Şanghay’da bir katliam düzenledi. Sendikalar, işçi birlikleri, komünist hücreler hedef alındı; binlerce devrimci infaz edildi. ÇKP’nin kurucu kadrolarından Li Dazhao idam edildi. Şehirlerde kan, kırsalda öfke vardı. Birinci İttifak dönemi kanla sona erdi, ama bu kan, tarihin toprağını suladı. 1927’de yenilgiye uğrayan devrim, aslında ikinci bir devrimin habercisiydi. İşçi sınıfı ve köylülük artık biliyordu: iktidar, yalnızca silahla alınır.
Çin Komünist Partisi 1927 yenilgisinden sonra bir kez daha küllerinden doğdu. Şanghay’ın sokaklarında boğazlanan devrimcilerin kanı, kırsal Çin’in kızıl toprağına karışarak yeni bir hayat yarattı. Kuomintang’ın ihanetine uğrayan işçi sınıfı ve köylü kitleleri artık biliyordu: Devrim, parlamentolarda değil, toprakta ve barutun kokusunda büyüyecekti. Chen Duxiu’nun reformist kararsızlığı yerini Mao Zedong’un diyalektik kavrayışına bıraktı. Devrimin kalbi artık şehirlerde değil, köylerde atıyordu. Çin’in yarı-sömürge, yarı-feodal yapısında kurtuluşun yolu, toprak sorununun çözümünden geçiyordu. Bu nedenle ÇKP, proletaryanın öncülüğünü korurken, köylülerin devrimci enerjisini seferber etmeye yöneldi. Kırsal bölgelerde toprak reformu başlatıldı; büyük toprak sahiplerinin mallarına el konuldu, köylüye dağıtıldı, üretim kolektifleştirilmeye başlandı. Erkeklerin başlık parası ödemesi, kadınların mülkiyet dışında bırakılması, ölü gömme ritüellerinde halktan alınan sömürücü vergiler kaldırıldı. Sosyal devrim, ekonomik dönüşümle iç içe geçti. Mao’nun dediği gibi, “Köylülerin mücadelesi işçilerin gücünü aşarsa bundan devrime zarar değil, güç doğar.” İşte bu anlayış, Çin kırsalında yeni bir iktidar biçiminin, yani halkın iktidarının nüvelerini oluşturdu. Ama devrim hiçbir zaman düz çizgiyle ilerlemez. Parti içindeki hatalı yönelimler, Komünist Enternasyonal’in kör dogmatizmiyle birleşince ÇKP, bir dönem kendi gerçekliğini unuttu. Moskova’dan gelen emirler, Çin’in özgül koşullarına değil, Avrupa merkezli şablonlara dayanıyordu. 1930’larda Wang Ming’in temsil ettiği “sol” dogmatizm, devrimi kâğıt üstünde hızlandırmak isterken gerçekte felakete sürükledi. “ÇKP’yi daha Bolşevik yapacağız” diyerek başlatılan bu teorik coşkunluk, halkın devrimci sabrını hiçe sayan bir maceracılığa dönüştü. Parti, şehirlerde erken ayaklanmalar örgütledi, kırsal üsleri savunmasız bıraktı; sonuç ağır oldu. Tutuklamalar, ihanetler, idamlar birbirini izledi. Merkez Komitesi’nin yarısı yok edildi, işçi ve köylü kitleleri yalnız bırakıldı. Fakat tam bu dönemde, deneyimli kadrolar — Mao, Zhou Enlai, Zhu De, Peng Dehuai — soğukkanlılıkla gerçeği kavradılar: Çin devrimi, ancak halkın içinde kök salarak yaşayacaktı. 1931’de Japon emperyalizmi, Mançurya’yı işgal etti. Beidaying ve Shenyang’ın düşüşüyle birlikte, Çin toprakları bir kez daha emperyalist çizmeler altında ezilmeye başladı. Dört ay içinde üç eyalet işgal edildi, “Mançukuo” adında kukla bir rejim kuruldu, başına da Qing hanedanının son imparatoru Pu Yi getirildi. Bu sahte iktidar, Çin halkına bir kez daha “ulusal birlik” maskesiyle köleliği dayattı. Japon emperyalizminin Çin’i sömürgeleştirme hamlesi, ülke içindeki tüm çelişkileri yeniden tanımladı. Artık asıl çelişki, Çin halkı ile Japon emperyalizmi arasındaydı. Ama Kuomintang bu gerçeği görmek istemedi. Çan Kay Şek, “yabancı istilacılara karşı direnmeden önce iç barış sağlanmalı” diyerek devrimi bastırmayı Japon işgalinden daha acil bir görev saydı. Emrindeki birlikleri, Japonlara değil, Kızıl Ordu’ya yönlendirdi. Bu ihanet, emperyalizmin işini kolaylaştırdı. Buna rağmen halk pes etmedi. Japon işgaline karşı direniş, kendiliğinden halk örgütlenmeleriyle yayıldı. Şanghay’dan Pekin’e, Wuhan’dan Guangzhou’ya kadar öğrenciler, işçiler, küçük burjuvalar ve milliyetçi aydınlar Japon mallarını boykot etti, sokaklara döküldü. ÇKP bu dalgayı örgütlü bir devrimci hat haline getirdi. Partinin kitlelerle kurduğu bağ, ideolojik doğruların ötesine geçen bir pratik gerçeklik kazandı: halk artık komünistlerin sözlerine güveniyor, ÇKP’yi Çin’in kurtuluş umudu olarak görüyordu. Çünkü Çan Kay Şek teslimiyeti seçmişti; Mao Zedong ise direnişi. 1933’te Şanghay’ı Japonlara karşı kahramanca savunan 19. Yol Ordusu, Kuomintang’ın ihanetine isyan ederek Fujian Halk Hükümeti’ni kurdu. Bu hareket, Japonlara ve Çan Kay Şek’e karşı birleşik direniş çağrısı yaptı. ÇKP, hemen dayanışma elini uzattı; devrimci cepheyi genişletmek için üç temel koşul öne sürdü: devrimci üslere saldırıların durdurulması, halkın demokratik haklarının tanınması ve gönüllü halk ordularının kurulması. Ancak parti içindeki “sol” dogmatikler bu girişimi kuşku ile karşıladı. Halkın eylemini küçümseyen bu dar bakış, devrimin en önemli fırsatlarından birini heba etti. Fujian Hükümeti yalnız bırakıldı, Kuomintang saldırılarıyla yıkıldı, kızıl üsler kuşatıldı. 1934’te başlayan “Uzun Yürüyüş”, bir geri çekilme değil, bir yeniden doğuş destanıydı. 100 binden fazla devrimci yoldaş, 12.000 kilometrelik yolu yürüyerek tarihin en büyük politik yeniden gruplaşmasını gerçekleştirdi. Çan Kay Şek’in bir milyonluk ordusuna, açlığa, soğuğa ve dağlara direndiler. Yalnızca otuz bini sona ulaşabildi, ama geriye kalanlar tarihe bir ideolojik miras bıraktı: teslim olmayan bir halkın, geri çekilirken bile ilerlediği bir devrimci bilinç. Mao bu yürüyüşte yalnızca askeri lider değil, ideolojik önder olarak öne çıktı. “Devrim bir piknik değildir,” diyordu, “bir yazı süsü, bir şarkı değildir; devrim bir fırtınadır, bir sınıfın diğerini yerle bir ettiği şiddetli bir eylemdir.” Uzun Yürüyüş, devrimin bu özünü tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. 1935’ten sonra Mao’nun önderliği kesinleşti. Parti, hatalarından ders çıkardı: devrim, dışarıdan empoze edilemez; halkın kendi yaşam pratiğinden, kendi çelişkilerinden doğar. İşte bu anlayış, ÇKP’yi 1937’de Japon işgaline karşı ulusal bir birleşik cephe kurmaya yöneltti. Çünkü devrim, o an için iç savaşla değil, emperyalizme karşı birleştirici bir savaşla ilerleyebilirdi. Fakat bu birlik artık boyun eğmeye değil, halkın çıkarlarına dayanacaktı. Kırsal üslerde köylü sovyetleri güçlendi, işçi birlikleri yeniden örgütlendi, kadınlar savaşın aktif birer öznesi haline geldi. Devrim, artık yalnızca iktidar mücadelesi değil, toplumsal yeniden doğuştu.
1937’de Japonya Çin’i işgalle boğarken, ülke gökyüzü kara dumanla, toprakları kana bulanmıştı. Çin halkı, yalnızca yabancı bir orduya karşı değil, aynı zamanda kendi içindeki ihanetin, burjuvazinin korkaklığının ve Kuomintang’ın teslimiyetinin karşısında da savaşmak zorundaydı. Çan Kay Şek hâlâ “önce iç barış, sonra direniş” diyordu ama halk, onun barışının kölelik, onun düzeninin işgal olduğunu biliyordu. Mao Zedong’un ve ÇKP’nin politik öngörüsü bu tarihsel anda berraklaştı: Çin’in kaderini belirleyecek çelişki artık sınıflar arası değil, ulusal bağımsızlık ve emperyalizme karşı direniş arasındaki çelişkiydi. Fakat bu tespit, sınıf mücadelesini inkâr etmiyordu; tersine, onu ulusal kurtuluşun hizmetine sokuyordu. ÇKP’nin amacı Kuomintang’ı devirmek değil, onu Japonlara karşı savaşa zorlamaktı. Çünkü ulusal bağımsızlık kazanılmadan sınıf özgürlüğü mümkün değildi. Bu, devrimci sabrın, diyalektik zekânın, stratejik esnekliğin dersiydi. Zhou Enlai, Peng Dehuai, Zhang Wentian gibi liderler ülkenin dört bir yanında milliyetçi subaylara mektuplar gönderiyor, “silahlarını halka çevirme” çağrısı yapıyordu. Bu çağrılar karşılık buldu. Zhang Xueliang ve Yang Hucheng gibi generaller, Çan Kay Şek’in kör politikalarına karşı gelerek komünistlerle işbirliği yaptı. 1936’da yaşanan Xi’an Olayı, Çin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Çan Kay Şek, “komünistleri ezme” seferine bizzat komuta etmek için cepheye gittiğinde, generaller onu tutsak aldı. Halkın talebi açıktı: iç savaş sona ersin, Japon işgaline karşı birleşik cephe kurulsun. ÇKP bu fırsatı kana değil, devrime dönüştürdü. Zhou Enlai, Xi’an’a giderek Kuomintang heyetiyle müzakere etti. Mao’nun stratejisi netti: “Birliğe ihtiyacımız var ama o birlik ancak halkın çıkarları temelinde olabilir.” Sonuçta Çan Kay Şek, istemeyerek de olsa, komünistlerle işbirliğini kabul etti. Xi’an Olayı, iç savaşın belirli ölçüde sona ermesini, birleşik cephe döneminin başlamasını sağladı. İkinci İttifak Dönemi böylece doğdu. 1937–1945 arasında ÇKP ve Kuomintang, Japonya’ya karşı savaşta aynı cephede göründü, ama ruhen farklıydılar. Kuomintang’ın savaşı iktidarını koruma savaşıydı; ÇKP’nin savaşı halkın kurtuluş savaşıydı. Kızıl Ordu artık “Yeni Dördüncü Ordu” ve “Sekizinci Yol Ordusu” adlarıyla, halkın ordusu haline gelmişti. Japon işgal bölgelerinde gerilla üsleri kuruldu, halk sovyetleri yeniden örgütlendi. Mao’nun köylerden kentleri kuşatma stratejisi, yalnızca askeri değil, politik olarak da meyvesini veriyordu. Her köyde, her fabrikada, her dağ geçidinde devrimin tohumu büyüyordu. Kadınlar artık yalnızca tarlada değil, cephede de savaşçıydı; gençlik propaganda birlikleriyle halkı örgütlüyor, köylüler toprak reformuyla gerçek anlamda özgürleşiyordu. Emperyalizmin silahları karşısında ÇKP’nin silahı örgütlü halktı. Ama Çan Kay Şek hiçbir zaman halkın dostu olmadı. Her zafer anında, sırtını döndü; her birlik çağrısında, hançerini çekti. 1941’de “Yeni Dördüncü Ordu Olayı” olarak bilinen ihanetle, Kuomintang birlikleri Japonlarla savaşmak yerine komünistlere saldırdı, binlerce devrimciyi katletti. Zhou Enlai’nin sözleri tarihe kazındı: “Dostlarını üzen, düşmanlarını sevindiren bir hükümet, halkın gözünde düşmandır.” Buna rağmen ÇKP, bir iç savaşın halkı Japon emperyalizmine teslim edeceğini bilerek, sabırla direndi. Mao, partiye şu ilkeyi hatırlattı: “Japonya’ya karşı mücadele baş çelişkidir, diğer tüm çelişkiler ona bağımlıdır.” Bu, ilkesiz bir uzlaşma değil, stratejik bir yönelimdi. ÇKP, her saldırıya rağmen devrimin halkla bağını koparmadı, tersine güçlendirdi. 1945’te Japonya teslim olduğunda, Çin yalnızca bir savaşın değil, bir çağın eşiğindeydi. Kuomintang’ın yolsuzluğu, emperyalistlerle işbirliği ve kitlelerden kopukluğu karşısında, ÇKP’nin moral üstünlüğü tartışılmazdı. Halk artık Kurtuluş Ordusu’nu kendi ordusu olarak görüyordu. ABD emperyalizmi, Çan Kay Şek’e yardım gönderiyor, Sovyetler Birliği ise taktiksel denge arayışıyla temkinli davranıyordu. Ama Çin halkının devrimci enerjisi hiçbir dış güce bağlı değildi. 1946’da iç savaş yeniden başladı. Bu kez taraflar belliydi: bir yanda emperyalistlerin maşası olan burjuva Kuomintang, diğer yanda devrimin öncüsü ÇKP. Mao, “İktidar namlunun ucundadır” diyordu — bu sadece bir askeri gerçek değil, sınıf mücadelesinin yalın özeti idi. 1947’den itibaren savaşın yönü değişti. Halk ordusu, gerilla taktiklerini ustalıkla kullanarak, Kuomintang ordularını eyalet eyalet çökertti. Kırsaldaki devrim şehirleri kuşatıyor, işçiler kentlerde grevlerle destek veriyordu. Halkın devrimci bilinci, silahın barutundan daha güçlüydü. 1948’de Huaihai, Liaoshen ve Pingjin muharebeleriyle Kuomintang çöktü. ABD’nin milyonlarca dolarlık yardımı, halkın örgütlü iradesi karşısında eriyip gitti. Artık devrim geri döndürülemezdi. 1 Ekim 1949’da Mao Zedung, Tiananmen Meydanı’nda milyonlara seslendi: “Çin halkı ayağa kalktı!” Bu yalnızca bir ulusun değil, sömürülmüş bütün halkların tarihindeki bir dönüm noktasıydı. Yüzyıllık aşağılanma sona ermiş, halk kendi iktidarını kurmuştu. Toprak reformu yasalaştı, feodal ağalar tasfiye edildi, sanayi millileştirildi, kadınlar özgürleşti, eğitim ve sağlık kamusal haklar haline geldi. Çin devrimi, yalnızca bir ülkenin kurtuluşu değil, dünya devrimci hareketinin moral kaynağı oldu. Mao’nun dediği gibi, “Bir kıvılcım bütün bozkırı yakabilir.” Ve o kıvılcım, 20. yüzyılın ikinci yarısını aydınlattı. Ama tarih hiçbir zaferi dondurmaz. Her devrim, kendi içinde geleceğinin tohumlarını taşır; ya ileriye doğru büyür ya da kendi gölgesinde boğulur. 1949’un zaferi, devrimin doruğuydu — ama aynı zamanda, yeni bir mücadelenin başlangıcıydı.
1949’da kurulan yeni Çin, insanlığın yüzyıllardır özlemini duyduğu eşitlik düşüncesinin yeryüzündeki en somut ifadelerinden biri oldu. Emperyalizmin zincirleri kırıldı, feodal toprak ağaları tasfiye edildi, halk, kendi alın terinin meyvesini ilk kez tatmaya başladı. Sanayi millileştirildi, sağlık ve eğitim kamusal hak haline getirildi, kadınlar bin yıllık esaretin zincirlerini kırdı. Çin Halk Cumhuriyeti, yalnızca bir ülkenin kurtuluşu değil, dünya işçi sınıfına “başka bir dünya mümkündür” diye haykıran bir umuttu. Mao Zedung’un önderliğinde devrim, yalnızca üretim ilişkilerini değil, insanın bilincini de dönüştürmeye girişti. Sosyalist inşa, bütün yoksulluğa, emperyalist kuşatmaya ve içteki eski sınıf kalıntılarına rağmen, halkın yaratıcı enerjisine dayanıyordu. Fakat Mao’nun ve ÇKP’nin önünde çözülmemiş bir diyalektik çelişki vardı: sosyalizmi kurarken sınıflar nasıl yok edilecek ama devrimci dinamizm nasıl korunacaktı? Devletin aygıtı proletaryanın hizmetinde kalacak mıydı, yoksa yavaş yavaş kendi ayrıcalıklı bürokrasisini mi yaratacaktı? İşte Çin devriminin geleceğini belirleyen soru buydu. Mao, bu tehlikeyi görmüştü. “Parti içinde kapitalist yolcular var” derken, devrimin en büyük düşmanının artık dışarıda değil, içeride olduğunu biliyordu. 1950’lerin sonunda Büyük İleri Atılım hamlesiyle kırsal üretimi kolektifleştirmeye, çeliği ve sanayiyi halkın emeğiyle ayağa kaldırmaya girişti. Ancak bu atılım, yerel yöneticilerin aşırı rekabeti, rapor manipülasyonları ve Komünist Enternasyonal’den devralınan bürokratik miras nedeniyle büyük hatalarla doldu. Yüzbinlerce köylü açlıktan öldü; kolektivizasyonun devrimci ruhu, planlamanın mekanik uygulaması altında boğuldu. Yine de Mao’nun hedefi, proletaryanın yaratıcı inisiyatifini uyandırmaktı; hatası, devrimin ruhunu kurtarmak isterken, devletin katı kalıplarına yeterince devrimci eleştiri yöneltememekti. Bu çelişkinin çözümü olarak 1966’da Kültür Devrimi patladı. Mao, partinin içinde yerleşmiş bürokratik kastı sarsmak, devrimi gençliğin ve kitlelerin elleriyle yeniden canlandırmak istedi. “Büyük devrimlerin amacı yalnız iktidarı almak değil, onu sürekli olarak halkın elinde tutmaktır” diyordu. Öğrenciler, işçiler, köylüler ayağa kalktı; eski düzenin, eski değerlerin, eski ayrıcalıkların üzerine yürüdü. Ama bu büyük ayaklanma, devrimci enerjisiyle bürokrasiyi altüst ederken, aynı zamanda örgütsüz bir kaosa sürüklendi. Parti içi fraksiyonlar birbirine girdi, devrim düşmanları provokasyonlarla süreci çarpıttı. Mao, bir kez daha halkın saf enerjisine güvendi ama devrimin kurumsal ifadesini koruyacak mekanizmalar yeterince olgun değildi. Kültür Devrimi, bir yandan halkın yeniden politizasyonunu sağladı; diğer yandan, devrimin kendi kurumlarının zayıflığını çıplak biçimde ortaya koydu. Mao 1976’da öldüğünde, halkın gözünde hâlâ devrimin sembolüydü ama parti içindeki klikler, iktidarın yeniden paylaşımı için çoktan pozisyon almıştı. Onun “kapitalist yolcular” diye işaret ettiği kadrolar, birer birer yönetime sızdı. Devletin planlamacı kanadı, üretici güçlerin gelişimi bahanesiyle özel mülkiyeti geri çağırmaya başladı. Mao’nun ölümünden hemen sonra Dörtlü Çete’nin tasfiyesi, yalnızca bir hizbin çöküşü değil, devrimin devrimci damarının ezilmesiydi. Deng Xiaoping’in “zenginleşmek güzeldir” sloganı, ideolojik karşıdevrimin resmi ilanıydı. Artık “sosyalizm” kelimesi, içi boş bir kabuk, sermayenin birikimini meşrulaştıran bir maske haline getirildi. Halkın iktidarı, teknokratların eline geçti; parti, proletaryanın değil bürokrasinin partisi oldu. 1980’lerde Çin’in şehirleri, emperyalist sermayenin yeniden işgaliyle tanıştı. “Özel ekonomik bölgeler” adı altında kapitalist üretim ilişkileri geri döndü. İşçiler bir kez daha ücretli köleye dönüştürüldü, köylüler topraklarından sürüldü, yeni bir burjuvazi yaratıldı. Parti, bu yeni sınıfın koruyucusu haline geldi. Fabrikalar “verimlilik” bahanesiyle özelleştirildi, sendikalar devletten emir alır hale geldi. Mao döneminde eşitlenmiş olan gelir dağılımı, yeniden uçuruma dönüştü. “Sosyalist piyasa ekonomisi” denen şey, kapitalizmin eski yüzünü yeni bir dilde gizlemekten başka bir şey değildi. Çin, artık devrimci değil, rekabetçi bir ulus olarak sermaye yarışına katılmıştı. Bugün Çin, kapitalist dünyayla bütünleşmiş, emperyalist bir güç olarak yükseliyor. Ama bu yükseliş, emekçinin değil, sermayenin zaferidir. Milyonlarca işçi, düşük ücretlerle, uzun mesaiyle, disiplin kamplarına benzer fabrikalarda üretim yapıyor. Köylüler, devrimin kazandırdığı toprakları kaybediyor; kent yoksulları, gökdelenlerin gölgesinde yaşam mücadelesi veriyor. Parti hâlâ “komünist” adını taşıyor, ama bu ad, tarihsel bir ironiye dönüşmüş durumda. Çünkü Mao’nun inşa ettiği devrimci ideoloji, yerini teknokratik pragmatizme, sosyalist planlama yerini piyasaya, halk iktidarı yerini bürokratik kontrol mekanizmalarına bıraktı. Çin devriminin bugünkü hali, tarihin en acı diyalektiklerinden biridir: Bir zamanlar emperyalizme karşı bayrak açan ülke, şimdi emperyalizmin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Mao’nun “ayakta duran halkı” yeniden diz çöktürülmüş, devrimin idealleri üretim istatistiklerine, ihracat grafikleriyle ölçülen bir “başarı” fetişizmine indirgenmiştir. Devrimin ruhu, kâr oranlarının içinde boğulmuştur. Yine de hiçbir yenilgi sonsuz değildir. Çin işçisinin bilincinde, Mao’nun “halk deniz gibidir” sözü hâlâ yankılanır. Her fabrika, her köy, her öğrenci hareketi, bu tarihsel hafızanın taşıyıcısıdır. Devrim yenilmiş değil, bastırılmıştır; çünkü emek, kendi tarihini asla sonsuza dek teslim etmez. Kapitalist restorasyonun parıltılı vitrinlerinin ardında, biriken sınıfsal öfke yeni bir kıvılcımı beklemektedir. Mao’nun düşlediği dünya — yani halkın gerçekten kendi kaderini tayin ettiği, üretimin insanı özgürleştirdiği, bilincin yeniden kolektif olduğu bir toplum — henüz gerçekleşmedi. Ama onun mücadelesi, bu geleceğin tohumlarını toprağa çoktan ekmiştir. Ve o tohum, tıpkı 1911’deki devrimde, 1927’nin yenilgisinde, 1934’ün Uzun Yürüyüşünde ve 1949’un zaferinde olduğu gibi, yeniden filizlenecektir. Çünkü tarih, geri döner gibi görünse de, geriye dönmez. Her karşıdevrim, kendi içinden yeni bir devrimin zorunluluğunu doğurur. Çin halkı, bu döngüyü kıracak kudreti daha önce defalarca göstermiştir. Gökyüzü hâlâ kızıldır; çünkü o kızıllık, halkın henüz sönmemiş devrimci iradesinin rengidir.
