Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

EKİM DEVRİMİ

Kapitalizmin tarihi, yalnızca birikim süreçlerinin değil, çelişkilerin ve krizlerin tarihidir. Her kriz, üretim ilişkilerinin üretici güçlerle çatışmasının keskinleştiği bir eşiği temsil eder. Bu eşik, kapitalizmin kendi iç mantığının doğal sonucudur; çünkü sermaye, genişleyebilmek için emek sömürüsünü derinleştirmek zorundadır, fakat bu derinleşme bir noktadan sonra kâr oranlarını düşürür. İşte o anda sistem, kendi iç çelişkisini çözmek için dışa taşar: emperyalizm doğar. Emperyalizm, kapitalizmin olgunluk değil, çürüme çağıdır. Lenin’in belirttiği gibi, bu aşamada sermaye yalnızca ekonomik değil, siyasal bir tahakküm biçimine dönüşür; finans kapital, dünya halklarının kaderini tekellerin eline verir. Birinci Dünya Savaşı, bu tarihsel çelişkinin silahlı biçimidir. 1914’te, kapitalist dünyanın iç dengeleri sarsılmış, sermayenin merkezleri arasında hegemonya kavgası başlamıştır. Almanya’nın yükselişi, İngiltere’nin gerilemesi, Fransa’nın yorgunluğu, ABD’nin müdahalesi — tümü aynı olgunun göstergesidir: kapitalizm, artık ulusal sınırları içinde var olamayacak kadar gelişmiş, fakat dünya ölçüsünde düzen kuramayacak kadar parçalı hale gelmiştir. Bu noktada Lenin’in dehası, bu krizi yalnızca burjuvazinin iç savaşı olarak değil, proletaryanın tarihsel fırsatı olarak görmesidir. Çünkü kapitalizmin her çelişkisi, sosyalizmin doğum sancısıdır. Ancak Lenin, bu sancının yalnızca gelişmiş ülkelerde değil, “zayıf halkalarda” da patlak verebileceğini görmüştür. Rusya, o dönemde kapitalizmin en zayıf halkasıydı; çünkü ekonomik olarak geri, ama sınıfsal olarak son derece gerilimliydi. Serfliğin kaldırılması köylülüğü özgürleştirmemiş, topraksızlaştırmıştır. Sanayileşme süreci, işçi sınıfını yaratmış ama onu siyasal temsil araçlarından yoksun bırakmıştır. İşte bu nedenle Rusya’da devrim, kapitalizmin en ileri biçimini değil, onun en derin çelişmesini temsil etti. Lenin’in tarihsel katkısı burada ortaya çıkar: devrim, kapitalizmin “en gelişmiş” ülkesinde değil, çelişkilerin en yoğunlaştığı noktada gerçekleşebilir. Bu, Marksizmin dogmatik değil, diyalektik yorumudur. Tarihsel materyalizm, toplumsal yasaların kör bir işleyişi değildir; o yasalar, bilinçli öznenin müdahalesiyle biçim değiştirir. Lenin’in “devrimci durum” kavramı da bunu anlatır: yönetenler artık eskisi gibi yönetemez, yönetilenler eskisi gibi yaşamak istemez; bu çelişkiyi çözecek olan, örgütlü proletaryadır. 1905’te Rusya bu eşiğe yaklaşmış, ama orada kalmıştır; çünkü örgütlü bir devrimci önderlik yoktu. Fakat 1917’ye gelindiğinde Bolşevik Parti, teorinin pratiğe, bilincin eyleme dönüştüğü bir aygıt haline gelmiştir. Devrim, kendiliğindenliğin değil, örgütlülüğün ürünüdür. Lenin’in Nisan Tezleri bu örgütlülüğün siyasal ifadesidir: “Savaşa son, toprak köylüye, tüm iktidar Sovyetlere.” Bu üç ilke, yalnızca taleplerin değil, iktidarın el değiştirmesinin formülüdür. Geçici hükümetin burjuva karakterini reddeden Lenin, iktidarın işçi-köylü sovyetlerine devrini zorunlu kılarak sosyalizmin ilk adımını atmıştır. Ekim Devrimi, böylece yalnızca bir burjuva rejiminin yıkılışı değil, yeni bir toplum biçiminin doğuşudur. Kapitalizmin meşruiyeti, özel mülkiyetin kutsallığına dayanıyordu; devrim, bu kutsalı yıktı. Burjuva devleti parçalandı, yerine Sovyet tipi bir işçi devleti kuruldu. Marx’ın Paris Komünü’nden çıkardığı dersler burada pratiğe dönüştü: devlet, ele geçirilecek değil, kırılacak bir aygıttır. Devrimin hemen ardından başlayan iç savaş, emperyalist kuşatma, sabotajlar ve açlık, yeni iktidarın karakterini belirledi. Sosyalizm, laboratuvar koşullarında değil, savaşın ortasında inşa edildi. Lenin’in liderliğinde Sovyet iktidarı, bu koşullar altında bile ayakta kalmayı başardı. Çünkü devrimin gücü yalnızca teoriden değil, halkın örgütlü iradesinden doğuyordu. Lenin’in farkı burada gizlidir: devrimi dünya devriminden bağımsız değil, ama ondan önce gelen bir zorunluluk olarak kavramıştı. Troçki, devrimin tek ülkede yaşayamayacağını söylerken, Lenin aksine, devrimin yaşaması için önce tek ülkede sağlam temeller atılması gerektiğini savundu. Dünya devrimi ertelense bile, sosyalizmin çekirdeği bir ülkede filizlenebilirdi. Çünkü proletaryanın iktidarı, uluslararası dayanışmayı beklemekle değil, kendi ülkesinde üretim araçlarını dönüştürmekle güçlenir. Lenin için bu, stratejik bir zorunluluktu: Rusya, dünya devriminin üssü olmalıydı; ama bu üs, kendi içinde ayakta kalabilecek bir ekonomik ve politik yapıya kavuşmadan enternasyonalizmi besleyemezdi. Bu nedenle Ekim Devrimi, yalnızca bir başlangıç değil, aynı zamanda “tek ülkede sosyalizmin” zorunluluğunun tarihsel kanıtıdır. Sosyalizmin dünya çapında zaferi, onun önce bir ülkede kurulabilir olduğunun kanıtlanmasına bağlıydı. Devrim, böylece hem ulusal hem enternasyonal bir nitelik kazandı: ulusal ölçekte üretim ilişkilerinin dönüşümü, dünya ölçüsünde kapitalizme karşı bir örnek.

Devrim, hiçbir zaman sakin bir geçiş değildir. Eski düzen, iktidarını yalnızca zorla sürdürdüğü için, devrim de kendini zorun yoluyla savunmak zorundadır. Ekim Devrimi’nin hemen ardından başlayan iç savaş, emperyalist müdahaleler ve beyaz orduların saldırısı, genç Sovyet iktidarını hem siyasal hem ekonomik açıdan ölüm kalım sınavına soktu. Bu koşullarda sosyalizmin inşası, teorik bir ideal değil, pratik bir zorunluluk haline geldi. Lenin, proletarya diktatörlüğünü yalnızca iktidarın ele geçirilmesi olarak değil, sınıfların ortadan kaldırılma süreci olarak tanımladı. Bu süreç, geriye dönük değil, ileriye dönük bir sınıf mücadelesidir. Burjuva devletinin aygıtı, işçi sınıfının hizmetine uyarlanamazdı; o aygıt yıkılmalı, yerine yeni bir devlet biçimi kurulmalıydı. Sovyetler, tam da bu yeni devletin çekirdeği olarak doğdu: işçi, köylü ve askerlerin doğrudan temsiline dayalı bir iktidar organı. Lenin’in “devletin sönmesi” tezi, burjuva anlamda devletin küçülmesi değil, sınıfsal içeriğinin dönüşmesiydi. Çünkü proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin diktatörlüğüne benzemez; o, kendi kendini ortadan kaldırma bilincine sahip tek iktidar biçimidir. Bu dönemde Sovyet devleti, yalnızca iç düşmanlara karşı değil, aynı zamanda dış dünyaya karşı da bir kale işlevi gördü. Kapitalist dünya, Ekim Devrimi’ni yalnız bıraktı; Almanya’da devrim yenildi, Avrupa proletaryası burjuva ideolojisinin zincirlerini kıramadı. Fakat Lenin bu yalnızlığı yenilgi olarak değil, tarihsel bir zorunluluk olarak değerlendirdi. Dünya devrimi gecikebilir, ama sosyalizm bekleyemezdi. Eğer kapitalist kuşatma altında sosyalizmin temelleri bir ülkede atılamazsa, insanlık sonsuza dek burjuva düzenin esiri kalırdı. İşte bu nedenle Lenin, Sovyet iktidarının yaşaması için “tek ülkede sosyalizmin inşasını” fiilen başlattı. İç savaşın ardından ülke harabeye dönmüştü. Sanayi üretimi durma noktasına gelmiş, tarım çökmüştü. Bu koşullarda devrim, kendini korumak için esnemeyi bilmeliydi. Lenin’in Yeni Ekonomi Politikası (NEP) tam da bu tarihsel aklın ürünüdür. NEP, bir geri dönüş değil, bir yeniden yapılanmadır; bir taviz değil, bir taktik manevradır. Sosyalizmin nihai hedefinden sapmadan, geçici olarak kapitalist unsurları kontrollü biçimde kullanmak, üretici güçleri yeniden canlandırmanın tek yoluydu. Lenin, NEP’in mantığını açıkça ifade etmişti: “Küçük üretimi devlet kapitalizmiyle aşmak, büyük üretimi sosyalizmle kurmak.” Bu, diyalektik bir stratejiydi — geri adım gibi görünen ama ileriye sıçrayışın önkoşulunu hazırlayan bir adım. Sovyetler, NEP döneminde üretimi yeniden ayağa kaldırdı, işçi sınıfını örgütlü tutmayı başardı, kırsalda köylü ittifakını korudu. Lenin’in ısrarla vurguladığı “işçi-köylü ittifakı”, sosyalizmin ulusal temellerde inşasının anahtarıydı. Çünkü Sovyet devrimi, yalnızca sanayi proletaryasının değil, kır emekçilerinin de devrimiydi. Bu nedenle Sovyet iktidarı, sınıf mücadelesini sadece kentte değil, köyde de örgütlemeliydi. Sosyalizm, yalnızca fabrika bacalarında değil, köylü tarlasında da inşa edilecekti. Lenin’in ölümüne kadar sürdürdüğü teorik ve pratik mücadele, sosyalizmin bir ülke sınırları içinde başlayabileceğinin tarihsel kanıtını sundu. O, devrimci iradeyi soyut enternasyonalizme değil, somut inşa görevine yöneltti. Bu yönelim, enternasyonal devrimi reddetmek değil, onun maddi temelini yaratmaktı. Çünkü sosyalizmin uluslararası zaferi, ancak bir ülkede sağlam temeller üzerine yükselen sosyalizmin varlığıyla mümkündür. Bu nedenle Lenin’in pratiği, “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinin ilk maddi biçimidir — henüz teorik olarak formüle edilmemiş olsa bile, tarihsel olarak yaşanmıştır. Bu dönemin bir diğer özelliği, Sovyet devletinin kendi toplumsal temellerini dönüştürmesidir. Kadınların kurtuluşu, eğitimin kamulaştırılması, ücretsiz sağlık hizmetleri, okuma yazmanın kitleselleşmesi — bunların tümü, sosyalizmin yalnızca ekonomik değil, kültürel bir devrim olduğunu gösterir. Lenin için devrim, yalnızca üretim araçlarının kamulaştırılması değil, insan bilincinin de dönüşümüdür. Proletaryanın diktatörlüğü, bu dönüşümün aracıdır; baskının değil, özgürleşmenin geçici biçimidir. Lenin, son döneminde “devletin altına işçi denetimini koymadıkça, bürokrasinin geri dönüşü kaçınılmazdır” diyerek tehlikeyi öngörmüştü. Ancak bu uyarı, onun sosyalizmin bir ülkede kurulamayacağına dair bir kuşkuya değil, tam tersine bu inşanın içsel risklerine dair bir bilinçliliğe işaret eder. Yani Lenin, sosyalizmi mümkün, ama kolay olmayan bir görev olarak kavramıştır. Onun mirası, devrimin sürekliliğini sağlamak için öz-eleştiriyi ve yeniden yapılanmayı zorunlu gören bir mirastır. Ekim Devrimi’nin tarihsel anlamı, burada berraklaşır: sosyalizmin zaferi dünya devriminin gelmesiyle değil, tek ülkede sosyalizmin inşa edilebilmesiyle başlar. Bu inşa, dünya devrimini hazırlayan maddi güçtür. Lenin’in çağrısı, yalnızca yıkmak değil, kurmaktır — çünkü devrim, yalnızca bir kopuş değil, bir kuruluş sanatıdır.

Lenin’in ölümünden sonra Sovyet devrimi, tarihin en çetin sınavlarından birine girdi. İç savaşın yıkımı, emperyalist kuşatma ve üretici güçlerin geri düzeyi, yeni iktidarı olağanüstü bir baskı altına soktu. Bu koşullarda, sosyalizmin yaşayıp yaşayamayacağı sorusu artık soyut bir teorik tartışma değil, somut bir tarihsel meseleyi ifade ediyordu. Tam da bu noktada, iki yönlü bir sapma ortaya çıktı: biri Troçkizm, diğeri ise Stalin merkezciliği. Her ikisi de Lenin’in diyalektik yönteminden koptu — biri soyut enternasyonalizmle, diğeri mekanik ulusalcılıkla. Troçki, devrimin kaderini “sürekli devrim” formülüyle yalnızca uluslararası koşullara bağladı. Ona göre sosyalizm, dünya devrimi olmadan ayakta kalamazdı. Bu tez, yüzeyde devrimci bir enternasyonalizm gibi görünse de, gerçekte tarihin somut yasalarını görmezden gelen bir idealizmdi. Çünkü Lenin’in öğrettiği gibi, her devrim kendi ulusal biçimi içinde gelişir; enternasyonal devrim, bu ulusal süreçlerin toplamıdır, başlangıç noktası değil sonucudur. Troçki’nin hatası, diyalektiği tarihsel somuttan koparmasıydı. O, sosyalizmi bir kozmopolit devrim şiirine dönüştürürken, devrimci öznenin kendi ülkesindeki maddi görevlerini ikinci plana itti. Böylece Lenin’in en temel ilkesini unuttu: “Somut koşulların somut analizi olmadan devrim olmaz.” Troçki’nin bu hatası, devrimci iradenin yerini tarihsel determinizme bırakmasıyla tamamlandı. Oysa Lenin için determinizm, insan iradesinin yerine geçmez; irade, maddi koşulları dönüştüren bilinçli pratiktir. Eğer proletarya kendi ülkesinde iktidarı ele geçirdiyse, o iktidarı korumak ve geliştirmek onun tarihsel görevidir. Lenin, dünya devrimini beklemezdi; o, devrimci durumu yaratırdı. Bu fark, diyalektik ile fatalizm arasındaki farktır. Ama tarihin ironisi, bu idealist sapmanın tam karşısında başka bir sapmanın doğmasına yol açtı: Stalin merkezciliği. Stalin, Lenin’in “tek ülkede sosyalizm” ilkesini tarihsel bir zorunluluk olarak kavramak yerine, onu doktrinel bir nihailiğe dönüştürdü. Lenin için “tek ülkede sosyalizm”, geçici bir taktikti — sosyalizmin ulusal inşasının, dünya devrimi için maddi bir temel yaratması anlamına geliyordu. Stalin ise bu ilkeyi, devrimin kendi içine kapanmasının teorisine çevirdi. Böylece Lenin’in diyalektiği, dogmaya dönüştü. Stalin döneminin büyük çelişkisi budur: bir yandan Sovyetler Birliği’ni tarihsel olarak görülmemiş bir hızla sanayileştirmiş, feodal kalıntıları silmiş, kapitalist kuşatmaya karşı dimdik ayakta tutmuştur; öte yandan bu başarıyı, proletaryanın kolektif iktidarı yerine bürokratik bir aygıtın tahkimine dayandırmıştır. Lenin’in “devletin sönmesi” tezi, yerini “devletin tahkimine” bırakmıştır. Devrim, halkın öz-yönetimi olmaktan çıkmış, bir idari disipline dönüşmüştür. Ancak tarihsel materyalizm açısından Stalin’i yalnızca bir “sapma” olarak görmek de kolaycılıktır. Çünkü bürokrasinin yükselişi, bireysel niyetlerin değil, tarihsel koşulların ürünüdür. Geri bir üretim düzeyinde, uluslararası tecrit altında, kapitalist kuşatmanın ortasında doğan bir sosyalizm, kaçınılmaz biçimde kendi kendini savunma refleksini kurumsallaştırır. Bürokrasi, bu savunma refleksinin örgütsel biçimidir. Stalin, bu refleksi tarihsel bir zorunluluk olarak uyguladı; hatası, bu zorunluluğu kalıcı bir sistem olarak kutsamasıydı. Yine de bu dönemin kazanımları, sosyalizmin tarihsel olanaklarını kanıtladı. Sovyetler, beş yıllık planlarla sanayileşmede mucizeler yarattı, okuma yazma oranını birkaç yılda %90’lara çıkardı, kadınların üretime katılımını sağladı, halkı barınma ve eğitim haklarına kavuşturdu. Kapitalizm, aynı dönemde milyonlarca işçiyi Büyük Buhran’da açlığa mahkûm ederken, Sovyetler emekçiye güvenlik ve onur sundu. Bunlar tesadüf değil, planlı ekonominin ve sosyalist örgütlenmenin ürünleridir. Bu sonuç, Troçki’nin “tek ülkede sosyalizm yaşanamaz” iddiasına verilmiş tarihsel bir yanıttır. Ancak Stalin’in en büyük hatası, bu tarihsel başarının kaynağını halkın kolektif emeğinde değil, kendi önderliğinde aramasıdır. Devrim, kişiselleştikçe bürokratikleşti; kolektif akıl yerini merkezi buyruğa bıraktı. Lenin’in partisi, halkın öncüsü olmaktan çıkarak, devletin denetim organına dönüştü. Böylece sosyalizm, biçimsel olarak yaşarken, özünde donmaya başladı. Bu nedenle Stalin dönemi, ne bütünüyle yüceltilmeli ne bütünüyle reddedilmelidir. O, sosyalizmin “yaşama zorunluluğu” ile “özgürleşme ideali” arasındaki diyalektiğin tarihsel biçimidir. Lenin’in yöntemi, bu iki sapmanın da ötesindedir. O, ne Troçki gibi soyut bir enternasyonal ütopyacıydı, ne de Stalin gibi merkeziyetçiliği kutsayan bir mekanikçiydi. Lenin, sosyalizmi tarihsel koşulların içinde, fakat bu koşulları dönüştürme iradesiyle kavradı. “Tek ülkede sosyalizm” onun için nihai bir hedef değil, devrimin dünya ölçeğinde olgunlaşmasının zorunlu geçişiydi. Troçki’nin hatası, bu geçişi beklememekti; Stalin’in hatası, o geçişi sonsuzlaştırmaktı. Dolayısıyla, Marksist diyalektik açıdan doğru tutum şudur: sosyalizmin ulusal ölçekte inşası zorunludur, ama bu inşa, enternasyonal bir yönelimin maddi zemini olmalıdır. Sosyalizmin yaşaması için dünya devrimi gereklidir, fakat dünya devriminin gelişmesi için sosyalizmin bir ülkede yaşaması şarttır. Bu karşılıklı diyalektik, Lenin’in dehasının özüdür. Sonuç olarak, Stalin’in otoriterliğiyle Troçki’nin romantizmi, aynı hatanın iki ucudur: diyalektikten kopuş. Lenin’in öğretisi, bu iki uç arasında değil, onların üzerinde yükselir. “Tek ülkede sosyalizm” ne bir geri çekilme ne de bir sapmadır; o, devrimci zorunluluğun somut ifadesidir. Tarih bunu kanıtlamıştır: kapitalizmin kalbinden değil, zayıf halkalarından başlayan devrim, ulusal biçimlerde gelişerek enternasyonal bir birikim yaratır. İşte bu nedenle, sosyalizmin gerçek mirası ne Stalin’in otoritesinde ne Troçki’nin nostaljisindedir — o miras, Lenin’in devrimci yöntemiyle, halkın örgütlü iradesinde yaşamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından insanlık, kapitalizmin kendi yarattığı barbarlıktan yorgun düşmüştü. Faşizmin yenilgisi, yalnızca bir askeri sonuç değil, üretim tarzlarının tarihsel karşılaşmasıydı: bir yanda kriz ve savaş doğuran kapitalizm, öte yanda planlı üretim ve toplumsal dayanışma ile ayakta kalan sosyalizm. Berlin’in yıkıntıları üzerinde yükselen bu yeni dünya düzeni, artık iki kutuplu bir mücadele sahnesiydi. Ve bu sahnede Sovyetler Birliği, Lenin’in başlattığı devrimci hattın olgun biçimi olarak tarih sahnesine yeniden çıktı. Sovyetler Birliği, 1945 sonrasında yalnızca bir devlet değil, bir tarihsel öneri haline geldi. Kapitalizmin alternatifi artık bir soyut ütopya değil, somut bir örnekti. Tek ülkede sosyalizmin başarısı, dünyanın geri kalanına bir çağrıya dönüştü: bir ülke, burjuvazinin zincirlerini kırabiliyorsa, halkların kaderi değiştirilebilir. Bu çağrının yankısı, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar yayıldı. Ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizme karşı mücadelelerinde Sovyet deneyiminden ilham aldı. Çünkü Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi, artık yalnızca bir tez değil, reel bir güç tarafından temsil ediliyordu. Bu dönemde sosyalizmin küresel genişlemesi, Lenin’in diyalektik sezgisini doğruladı: devrim, merkezden değil, çevreden gelişir. Kapitalizmin merkez ülkeleri, sermayenin ideolojik hegemonyasıyla proletaryayı pasifleştirirken; sömürge ve yarı-sömürge halklar, emperyalizmin zincirlerini kırarak devrimci enerjiyi taşıyıcı sınıfa dönüştü. Çin, Kore, Vietnam, Küba — her biri Sovyet öncülüğünün açtığı yoldan yürüdü, ama kendi ulusal biçimini yarattı. Bu, Lenin’in “tek ülkede sosyalizm” anlayışının tarihsel evrenselleşmesidir. Sosyalizmin her ülkeye aynı kalıpla değil, kendi üretim tarzı, kültürel yapısı ve sınıfsal dinamikleri içinde taşınabileceğini gösterdi. Ancak bu gelişmelerin merkezinde yine Sovyetler vardı. Planlı ekonominin sağladığı üretim kapasitesi, yalnızca kendi halkını değil, dünya devrimini de besledi. Sovyet bilimi, eğitimi, kültürü — hepsi kapitalist dünyanın sömürü ideolojisine karşı maddi bir karşı hegemonya inşa etti. Kapitalizm, bu yükselişi “özgür dünya” masalıyla karşılamaya çalıştı; ancak “özgürlük” dedikleri, sermayenin mülkiyet özgürlüğünden ibaretti. Burjuva demokrasisinin “özgür bireyi”, üretim araçlarından koparılmış, reklamlara, tüketim fetişizmine ve borç sarmalına mahkûm bir figürden başka bir şey değildi. Sovyet yurttaşı ise, bütün eksikliklerine rağmen, üretimin ve toplumun öznesiydi. Batı, bu gerçeği ideolojik bir sisle örtmek için sosyalizmi “totaliterlik” suçlamasıyla damgaladı. Fakat tarihsel diyalektik şunu kanıtladı: burjuva demokrasisi biçimsel eşitlik üretir, işçi demokrasisi maddi eşitlik. Lenin’in “biçimsel eşitlik değil, gerçek eşitlik” uyarısı, bu çağda daha da anlam kazandı. Kapitalist sistem, kendi iç çelişkilerini bastırmak için “refah devleti” gibi geçici çözümler üretmek zorunda kaldı; bu tavizler, doğrudan Sovyetlerin varlığı sayesinde mümkün oldu. Yani “tek ülkede sosyalizm” yalnızca bir savunma değil, küresel kapitalizme yöneltilmiş sürekli bir basınçtı. Bu basınç, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın yönünü değiştirdi. Kadınların siyasete, bilime ve üretime katılımı; eğitimin ve sağlığın kamusal hak haline gelmesi; işçi sınıfının evrensel taleplerinin meşrulaşması — bunların tümü, Sovyet sosyalizminin varoluşuyla bağlantılıdır. Kapitalist dünya, kendi emekçilerine ancak sosyalizmin tehdidi altında taviz verebilmiştir. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin başarısı, yalnızca kendi sınırları içinde değil, tüm insanlık tarihinde bir devrimdir. Fakat tarih, durmayan bir harekettir. 1950’lerden itibaren sosyalizmin uluslararası zaferi, kendi iç çelişkilerini de doğurdu. Stalin sonrası dönem, bir yandan kişilik kültünün eleştirisini yaparken, öte yandan devrimci diyalektiği yumuşattı. Bürokrasi, kendini yeniden üretti; sosyalizmin halkla olan doğrudan bağı zayıfladı. “Tek ülkede sosyalizm” ilkesi, devrimci bir zorunluluk olmaktan çıkarak, statükonun ideolojik kalkanı haline getirildi. Bu, Lenin’in yönteminden kopuşun ikinci biçimiydi. Lenin’in diyalektiği, her dönemde yeniden değerlendirmeyi gerektirir. Sosyalizm, kendini mutlaklaştırdığı anda çürür. Bu nedenle “tek ülkede sosyalizm”, ancak enternasyonal bir yönelimin maddi hazırlığı olarak anlam kazanır. Sovyetler Birliği bu yönelimi uzun süre taşımış, ama sonunda kendi iç dinamizmini yitirmiştir. Fakat bu çöküş, sosyalizmin değil, onun bürokratik biçiminin çöküşüdür. Çünkü sosyalizmin tarihsel meşruiyeti, hâlâ emekçi kitlelerin bilincinde yaşamaktadır. Savaş sonrası Sovyetler, insanlığın önüne bir alternatif koydu: üretim anarşisine karşı planlı ekonomi, bencil bireyciliğe karşı kolektif dayanışma, sömürüye karşı eşitlik. Bu alternatif, yirminci yüzyılın bütün ilerici hareketlerinin ideolojik pusulası oldu. Lenin’in “tek ülkede sosyalizm” tezi, bu noktada tarihsel olarak doğrulandı — çünkü sosyalizmin maddi gerçekliği, dünya devriminin imkânını yaratmadan önce, onun koşullarını olgunlaştırdı. Sovyetler yıkılmış olabilir, ama sosyalizmin varoluş nedeni ortadan kalkmadı. Kapitalizmin krizleri, eşitsizlikleri ve savaşları, hâlâ Lenin’in teşhis ettiği aynı çelişkiyi sürdürmektedir: üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk. Bu çelişki her patladığında, Ekim’in yankısı yeniden duyulur. Çünkü “tek ülkede sosyalizm”, tarihsel bir an değil, insanlığın kurtuluşunun diyalektik biçimidir: devrim bir yerde başlar, ama onun dalgaları bütün dünyayı sarmaya devam eder.

Ekim Devrimi’nin yankısı, yalnızca Petrograd’ın sokaklarında değil, dünyanın bütün mazlum coğrafyalarında duyuldu. O yankı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden doğan yeni Türkiye’de de hissedildi. Çünkü 1917, yalnızca bir iktidar değişiminin değil, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıydı: ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalist bilinçle buluşma çağı. Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tezi, emperyalizme karşı direnişin teorik ve ahlaki temelini sağladı. O andan itibaren, sömürge halkların özgürlüğü artık yalnızca diplomatik bir mesele değil, sınıfsal bir görev haline geldi. Türkiye, bu yeni çağın eşiğinde doğdu. Kurtuluş Savaşı, dıştan bakıldığında bir ulusal bağımsızlık mücadelesiydi; ama tarihsel olarak, dünya kapitalizminin yeniden yapılanma sürecinin parçasıydı. 1917’nin hemen ardından, Ankara ile Moskova arasında kurulan ilişki, iki farklı devrimci hattın — sosyalist devrim ile ulusal kurtuluşun — kesiştiği noktayı temsil etti. Fakat bu kesişme hiçbir zaman tam bir birleşmeye dönüşmedi. Çünkü Türkiye’de devrimin sınıfsal temeli, burjuvazinin önderliğinde şekillendi. Lenin’in uyarısı burada geçerliliğini korur: “Ulusal kurtuluş, eğer proletaryanın önderliğinde gerçekleşmezse, burjuvazinin kendi iktidarını kurma aracına dönüşür.” Kemalist modernleşme, bu dönüşümün tarihsel biçimidir. Yüzeyde laiklik, sanayileşme, eğitim reformu gibi ilerici görünümler taşısa da, özü itibarıyla burjuva karakterdedir. Cumhuriyet, feodal kalıntıları tasfiye etmiş ama kapitalist üretim ilişkilerini güçlendirmiştir. Devletçilik, sosyalizmin değil, yerli sermayenin doğum sancılarının ifadesidir. Yani Türkiye’nin devrimi, sınıf temelli değil, ulus temelli bir dönüşümdür — bu nedenle yarım kalmıştır. Leninist açıdan bakıldığında, Türkiye deneyimi, ulusal bağımsızlığın sosyalist dönüşümle tamamlanmadığında nasıl yeniden sermayeye teslim olduğunu gösterir. Çünkü bağımsızlık, üretim araçlarının mülkiyetine dokunmadıkça eksiktir. Burjuvazinin eliyle gerçekleşen bir devrim, kapitalizmin yeni biçimini kurmaktan öteye gidemez. Bu durum, yalnızca Türkiye’de değil, 20. yüzyılın bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde tekrarlandı: Hindistan, Mısır, İran, Cezayir — her biri siyasal bağımsızlığı kazandı, ama ekonomik bağımlılığı aşamadı. Oysa Ekim Devrimi, bağımsızlığın ancak sosyalizmle gerçek anlamını bulacağını göstermişti. “Tek ülkede sosyalizm” ilkesi, yalnızca Rusya’nın stratejisi değil, bütün sömürge halklar için bir ders niteliğindedir: her ülke, kendi sınıfsal dinamikleri içinde sosyalizmi inşa edebilir; dünya devrimini beklemek, gerçekte burjuvazinin egemenliğini uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Lenin’in pratiği bunu kanıtladı: devrim, uluslararası destekle değil, ulusal iradeyle başlar. Türkiye’de solun tarihsel zaafı, bu Marksist gerçeği kavrayamamasıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, sosyalizm ya “dışarıdan gelecek bir fikir” olarak görülmüş ya da “ulusal modernleşmenin bir uzantısı” sanılmıştır. Oysa sosyalizm, ne ithal bir ideoloji ne de burjuva modernleşmenin devamıdır; o, emeğin kendi kurtuluş mücadelesidir. Türkiye’de sosyalist hareketin gelişimi, bu yanlış anlamaların gölgesinde ilerlemiştir. 1960’ların işçi hareketi, DİSK’in kuruluşu, grev dalgaları, 15-16 Haziran direnişi — tümü Ekim Devrimi’nin uzaktan yankılarıdır, ama bu yankı, hiçbir zaman gerçek bir devrimci özneye dönüşememiştir. Bunun nedeni, teorik olduğu kadar örgütseldir de. Türkiye solunun bir kesimi, Troçkist çizgiden etkilenerek, devrimi “dünya çapında bir koşula” bağlamış; bir diğer kesimi ise, Stalin epigonu bürokrasinin mekanik yorumuyla, devrimi “devletçi kalkınma” modeline indirgemiştir. Oysa Lenin’in yöntemi, bu iki uç arasında somut diyalektiktir: devrim, ulusal temelde başlar, enternasyonal düzeyde olgunlaşır; ama ikisi birbirini beklemez, birbirini besler. Türkiye gibi yarı-sömürge bir ülkede, “tek ülkede sosyalizm” ilkesinin anlamı budur: halk kendi kaderini kendi emeğiyle kurabilir. Sosyalizmin inşası için kapitalist ülkelerin olgunlaşmasını beklemek, emperyalizmin bekçiliğini yapmaktır. Lenin, devrimin zayıf halkalardan başlayacağını söylediğinde, tam da bu gerçeği anlatıyordu. Rusya gibi, Türkiye gibi ülkelerde sosyalizm, yalnızca mümkün değil, tarihsel olarak zorunludur. Çünkü kapitalizmin merkezleri, kendi refahlarını bu ülkelerin yoksulluğu üzerine kurmuştur; kurtuluş, bu zincirin en zayıf halkasından başlamak zorundadır. Ancak Türkiye’nin tarihsel deneyimi, aynı zamanda bir uyarıdır. Ulusal kurtuluş hareketi, sosyalizme evrilmezse, kendi burjuvazisini yaratır; bu burjuvazi, emperyalizme karşı kazandığı bağımsızlığı, yeniden onunla ittifaka çevirir. 1950’lerden itibaren Türkiye kapitalizminin ABD’ye eklemlenmesi, bu diyalektiğin açık kanıtıdır. Kemalizm’in “bağımsızlık” ilkesi, NATO’nun gölgesinde çökmüştür. Maarksist açıdan bu sonuç kaçınılmazdır: sınıfsal dönüşüm olmadan siyasal bağımsızlık sürdürülemez. Bugün Türkiye’nin sosyalist geleceği, geçmişin bu derslerini kavramaktan geçer. Sosyalizm, ne dış yardımla kurulabilir ne de burjuva devletin lütfuyla; o, örgütlü halk iradesinin ürünüdür. Lenin’in öğrettiği gibi, devrim dışsal bir olay değil, içsel bir süreçtir; bilinç, örgüt ve koşulların kesiştiği anda tarih devrimci bir sıçramaya dönüşür. Türkiye’de bu kesişme, hâlâ potansiyel halindedir — çünkü kapitalizmin krizleri, sınıfsal antagonizmayı her geçen gün derinleştirmektedir. Marksist diyalektik açısından “tek ülkede sosyalizm” ilkesinin evrensel anlamı, tam da buradadır: devrim, insanlığın tek bir merkezden yönetilen bir kalkışması değildir; her ülke, kendi tarihsel momentinde o devrimin halkası olur. Sovyetler, bu zincirin ilk halkasıydı; Türkiye, hâlâ olabilecek bir halkadır. Sosyalizm, yalnızca bir ideoloji değil, tarihsel bir zorunluluktur — çünkü kapitalizmin çelişkileri, ulusal sınırları tanımaz. Bu nedenle, Türkiye’de sosyalizmin geleceği, “ulusalcılık” değil, Marksist enternasyonalizm üzerindedir. Yani devrim, ancak kendi ülkesinde kök salarken, aynı zamanda küresel kapitalizme karşı ortak bir mücadele bilinciyle birleştiğinde başarıya ulaşabilir. İşte bu, Ekim Devrimi’nin Türkiye’ye bıraktığı en derin mirastır: sosyalizmin bir ülkeye sığabileceğini, ama bir dünyayı sarsabileceğini kanıtlayan miras.

Bugün insanlık, kapitalizmin en ileri teknik biçimiyle en derin toplumsal çöküşünü aynı anda yaşıyor. Dijital üretim, yapay zekâ, otomasyon ve veri ekonomisi — bunlar sermayenin yeni yüzleridir. Kapitalizm, emek sürecini makineye değil, bilince taşımıştır. Artık insan yalnızca üretim araçlarını değil, kendi düşüncesini de sermayeye kiralamaktadır. Bu durum, Marx’ın “insanın kendi emeğinin ürününe yabancılaşması” tezinin en ileri biçimidir: artık insan, yalnızca emeğine değil, zihnine de yabancılaşmıştır. Fakat tarih diyalektiktir; her sömürü biçimi, kendi karşıtını yaratır. Dijital kapitalizm, üretimi küreselleştirirken, aynı anda emekçilerin ortak bilincini de maddi olarak birbirine bağlamaktadır. Lenin’in “iletişim araçları devrimin sinir sistemidir” sözü, bugün daha somut bir anlam kazanmıştır. İnternet, kapitalizmin gözetim aygıtı olduğu kadar, yeni bir proletaryanın örgütlenme alanıdır. Çünkü üretim artık yalnızca fabrika duvarları içinde değil, ağlarda, platformlarda, kodlarda gerçekleşmektedir. Bu yeni dönemde “tek ülkede sosyalizm” ilkesi, biçim değil, içerik olarak güncellenmelidir. Lenin’in kastettiği, devrimin uluslararası koşullarına rağmen ulusal ölçekte örgütlenebilme iradesiydi. Bugün de bu irade geçerlidir; çünkü dijital kapitalizmin küreselliği, emperyalizmin yeni biçimidir. Her ülke, artık yalnızca kendi topraklarında değil, dijital altyapı üzerinden de sömürülmektedir. Dolayısıyla sosyalizmin çağdaş biçimi, yalnızca sanayi mülkiyetini değil, dijital üretim araçlarını — veriyi, algoritmaları, iletişim ağlarını — kamulaştırmak zorundadır. “Tek ülkede sosyalizm” bu bağlamda, somut egemenlik alanlarında dijital ve maddi üretimin kontrolünü halkın eline vermek anlamına gelir. Bu, ulusal bir sınırda başlar, ama küresel bir ağın düğümü haline gelir. Lenin’in diyalektiği, burada yeniden işler: devrim yereldir ama sonuçları evrenseldir; sosyalizm ulusal biçimde başlar ama enternasyonal bir içerikle olgunlaşır. Kapitalizmin bugünkü krizi yalnızca ekonomik değil, ekolojiktir de. Doğanın üretim kapasitesi, sermayenin kâr hırsıyla çatışma noktasına ulaşmıştır. İklim felaketi, artık yalnızca çevresel bir sorun değil, üretim tarzının iflasıdır. Lenin’in çağında doğa, üretim gücünün parçasıydı; bugün, kapitalizmin kurbanıdır. Bu nedenle sosyalizmin yeni biçimi, ekososyalizm olarak tanımlanmalıdır: insanın doğayla uyumlu üretim ilişkileri kurduğu, artı-değer mantığının yerine sürdürülebilir emeğin geçtiği bir toplum biçimi. Ekososyalizm, tek ülkede sosyalizmin çağdaş biçimidir. Çünkü doğayla uyumlu bir üretim, her ülkenin kendi kaynakları, kendi enerji politikaları ve kendi emek biçimleri üzerinden kurulmak zorundadır. Emperyalist üretim zincirleri kırılmadan, küresel ekolojik denge sağlanamaz. Yani sosyalizmin yeni biçimi, aynı anda hem ulusal hem küresel bir mücadeledir. Lenin’in “dünya devrimi” kavrayışı, bugünün ekolojik çağında dünyanın kendisini yeniden üretme anlamına bürünmüştür. Sosyalizmin geleceği, artık yalnızca sınıf mücadelesiyle değil, insanlığın varoluş mücadelesiyle iç içe geçmiştir. Kapitalizm, yalnızca işçiyi değil, gezegeni de sömürmektedir. İnsan, kendi varlığını sürdürebilmek için üretim biçimini değiştirmek zorundadır. Bu, Marx’ın “ya sosyalizme ilerleyeceğiz ya da barbarlığa düşeceğiz” uyarısının biyolojik düzeyde gerçekleşmesidir. Bugün sosyalizm, bir ideolojik seçenek değil, türsel bir zorunluluktur. Ancak bu zorunluluk kendiliğinden bir dönüşüme yol açmaz. Lenin’in öğrettiği gibi, devrim bilinçli bir örgütlenme işidir. Bilinç olmadan kriz devrim yaratmaz; örgüt olmadan bilinç tarihsel güce dönüşmez. Bugünün dünyasında, devrimci örgüt, klasik parti biçimini yeniden düşünmek zorundadır. Marksist merkeziyetçilik, dijital çağda yatay örgütlenmeyle birleşmek zorundadır. Disiplin ile katılımcılık, strateji ile spontane yaratıcılık aynı yapıda var olmalıdır. Çünkü bugünün devrimi, ne kendiliğinden bir isyan ne de tek merkezli bir komut zinciridir; o, bilinçli bir ağ örgütlenmesidir. Bu nedenle, “tek ülkede sosyalizm” fikri bugün artık tek halkta sosyalizm, yani örgütlü insanlığın kolektif iradesi anlamına gelir. Her ülke, kendi devrimci merkezini kurmalı, ama birbirine bağlı kalmalıdır. Her sosyalist ülke, diğerinin yalnızlığını değil, direncini güçlendirmelidir. Lenin’in enternasyonalizmi, tam da budur: dayanışmanın soyut bir slogan değil, üretimin ve yaşamın maddi biçimi haline gelmesi. Dijital kapitalizm çağında Lenin’in mirası hâlâ canlıdır: devrim, soyut bir umut değil, somut bir görevdir. Kapitalizmin ağlarını çözmenin yolu, halkın kendi üretim ağlarını kurmasından geçer. Sosyalizm, yalnızca mülkiyetin değil, bilginin de kamusallaştırılmasıdır. Her okul, her fabrika, her veri merkezi, yeni Sovyetlerin çekirdeği olabilir. Devrim, artık yalnızca bir başkaldırı değil, bir yeniden örgütlenme sanatıdır. Sonuç olarak: Lenin’in “tek ülkede sosyalizm” tezi, geçmişin değil, geleceğin teorisidir. Çünkü o, insanlığın kendi kurtuluşunu başkasından beklemeden örgütleme cesaretidir. Dünya devrimi, ancak bu yerel iradelerin birliğinden doğar. Kapitalizmin küreselliği karşısında, sosyalizmin yerelliği bir zayıflık değil, diyalektik bir güçtür — çünkü tarih, her zaman bir noktadan başlar. Ekim Devrimi, o noktanın adıdır. Ve bugün, her kriz, her direniş, her bilinçlenme anı, o noktanın yeniden doğuşudur. Lenin’in sözü hâlâ geçerlidir:“Devrim, yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yaşamak istemediği andır.” Bugün o an, yeniden yaklaşmaktadır. Kapitalizmin son evresi, insanlığın yeni başlangıcının sancısıdır. Ve bu kez, devrim yalnızca Rusya’da değil, her ülkede — tek tek, ama aynı yöne doğru — yükselecektir. Çünkü tek ülkede sosyalizm mümkündür, ama tek insanlıkta komünizm kaçınılmazdır.