YURTTA SOSYALiZM, CiHANDA KOMüNiZM!

KÜBA DEVRİMİ

Tarihin sahnesine Küba adıyla çıkan bu ada, Atlantik’in kesintisiz dalgaları arasında yalnız bir kara parçası değil, dünya kapitalizminin damarlarına saplanmış bir şeker kristalidir. Bu ada, coğrafi olarak Amerika’nın burnunun dibinde, politik olarak ise sömürgeciliğin laboratuvarında doğmuştur. Kristof Kolomb’un 1492’de adaya ayak basması, yalnızca yeni bir toprağın keşfi değil, Avrupa sermayesinin tarihsel genişlemesinin yeni bir evresidir. İspanyol tacı, feodal geriliğiyle kapitalist birikimin erken evresini birleştirerek Küba topraklarını bir artı-değer üretim alanına çevirmiştir. Yerli halk, emek gücünün ilkel biçimi olarak yok edilmiş, üretim araçlarıyla ilişkisi kesilmiş, yerini zincirlenmiş Afrika bedenleri almıştır. Böylece şeker kamışı tarlaları, Avrupa sermayesinin şekerle tatlandırılmış kan havzalarına dönüşmüştür. Bu, Marx’ın “ilkel birikim” dediği sürecin tropikal izdüşümüdür: köleleştirme, yağma, toprak gaspı ve zorla çalıştırma, kapitalist birikimin zorunlu önkoşuludur. Ada halkının ilk direnişleri, henüz sınıfsal bilincin değil, çıplak hayatta kalma içgüdüsünün patlamalarıydı. Ancak her bastırılan ayaklanma, tarihin diyalektik belleğinde birikerek gelecekteki devrimci öznelliğin mayasını oluşturdu.

İspanyol kolonyalizmi, sadece ekonomik bir sömürü düzeni değil, aynı zamanda ideolojik bir tahakküm sistemi kurdu. Dinsel meşruiyet, sömürgeci yağmayı “medeniyet” olarak pazarladı; köleliğin kırbacı İncil’in duasına eşlik etti. Bu süreçte Küba halkı, üretici güçlerin gelişimiyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin somutlaştığı bir toplum haline geldi. Şeker ekonomisi genişledikçe, insan emeği meta haline geliyor; meta haline gelen insan, kendi yaşam koşullarına yabancılaşıyordu. Böylece Küba toplumu, Marx’ın tanımıyla “yaşayan emeğin ölü emeğe esir düştüğü” bir biçim kazandı. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, emperyalizmin öncü formu olarak yükselen Amerika Birleşik Devletleri, Küba’yı kendi ekonomik hinterlandına katmak için İspanya ile rekabete girdi. Ancak bu rekabet, özgürlük idealleriyle değil, sermayenin yeni birikim alanlarıyla ilgilidir. Amerikan burjuvazisi, İspanya’nın feodal kalıntılarını tasfiye ederken, kendi modern kölelik sistemini ihraç etti. 1898’de bağımsızlık savaşının görünürdeki zaferi, aslında sömürgeciliğin biçim değiştirmesinden ibaretti: İspanyol kamçısı gitmiş, Amerikan dolarının soğuk zinciri gelmişti. Küba bağımsızlığını değil, yalnızca efendisini değiştirmişti. Yeni cumhuriyet, 1902’de kurulduğunda, Platt Ek Maddesi adı verilen bir hukuk metniyle, bağımsızlığın burjuva maskesi düşmüştü. ABD, Küba’nın egemenliğini koşullu tanıyor, gerektiğinde askeri müdahale hakkını kendine saklıyordu. Bu, Lenin’in “emperyalizmin finansal oligarşi çağı” dediği dönemin tipik örneğidir: siyasi bağımsızlık, ekonomik bağımlılıkla birlikte var olamazdı. Şeker kamışı tarlaları Amerikan şirketlerinin mülkiyetine geçti; banka kredileri Washington’un denetimine girdi; devlet aygıtı bir yarı-sömürge yönetimine dönüştü. Halkın yoksulluğu, burjuvazinin kâr oranlarıyla ters orantılı olarak arttı. Küba proletaryası, bu dönemde henüz dağınık, köylü kökenli, örgütsüz bir topluluktu. Fakat her ekonomik kriz, bu dağınıklığın içinde yeni bir bilinç biçimi yaratıyordu. 1929 Büyük Buhranı, kapitalizmin kendi çelişkilerini tropik güneşin altında da açığa çıkardı: işsizlik arttı, üretim durdu, açlık büyüdü. Bu koşullar altında yükselen Machadismo rejimi, ulusal burjuvazinin Amerikan sermayesiyle bütünleşmiş otoriter biçimidir. Machado’nun baskısı, işçi sınıfının devrimci enerjisini bastırmak için kullanılan çıplak şiddetin devlet biçiminde cisimleşmesidir. Ancak her baskı, karşıtını üretir: 1933’te Batista’nın öne çıkışı, askeri gücün burjuva düzenini yeniden tesis etme girişimiydi; ama aynı zamanda yeni bir halk öfkesinin de kıvılcımı oldu. Batista, iktidara yükseldiğinde kendini reformcu olarak sundu; fakat kısa sürede emperyalizmin sadık uşağına dönüştü. Onun “modernleşme” politikaları, aslında Amerikan şirketlerinin mülkiyetini güvence altına alan bir sınıf diktatörlüğüydü. Toprak reformu sözleri, köylünün aç karnına sunulan ideolojik afyondu. Şehirlerde mafya, kumar ve fuhuş, kapitalist yozlaşmanın en çıplak biçimleriyle yayılıyordu. Amerikan turistlerinin eğlence adası olan Küba, işçilerin, köylülerin ve aydınların mezarına dönüşmüştü. Bu tarihsel koşullar içinde doğan Castro kuşağı, sadece bir siyasal hareketin değil, tarihsel diyalektiğin zorunlu sonucuydu. Batista rejimi, üretim ilişkilerinin halkın en temel yaşam koşullarıyla bağdaşmadığı bir eşikte bulunuyordu; bu yüzden Castro’nun silahlı mücadelesi, salt bir isyan değil, üretici güçlerin önündeki engelin yıkılması anlamına geliyordu. Moncada Baskını, başarısız bir askeri girişim olmaktan çok, devrimci bilincin tarih sahnesine çıkışıdır. Fidel’in mahkemedeki “Tarih beni aklayacaktır” sözü, aslında tarihin kendi sınıfsal yasalarının ilanıdır: çünkü tarih, ezilenlerin eylemiyle aklanır.

Batista rejimi, Latin Amerika tarihindeki en çıplak biçimiyle sınıf diktatörlüğünün tropikal versiyonuydu. Onun iktidarı, yalnızca bir generalin zorbalığı değil, yabancı sermayenin ulusal toprağa kazıdığı bir tahakküm ilişkisi biçimiydi. Küba’nın ekonomisi tek bir metaya, şekere bağımlı hale getirilmişti; bu, kapitalist üretimin en kırılgan biçimiydi çünkü üretim çeşitlenmediği sürece toplumun tüm yaşamı dünya pazarının dalgalarına bağlanmıştı. Bu yapısal bağımlılık, Marx’ın tanımıyla “uluslararası işbölümünün sömürgeci karakterinin” en somut örneğidir. Amerikan sermayesi, şeker fiyatlarını belirliyor, tarlaların ne ekeceğine karar veriyor, adanın gıda üretimini bile yok ediyordu. Bu, emperyalizmin ekonomik mantığının bir gereğiydi: bağımlı ülke, kendi kendine yetmemeli, daima metropolden beslenmeliydi. Batista’nın ordusu, yalnızca bir baskı aygıtı değil, sermayenin politik bekçisiydi. Devlet, burada Marx’ın “kolektif kapitalist” dediği biçimiyle var oluyordu. Batista, Washington’un onayı olmadan ne kanun çıkarabiliyor, ne yatırım yapabiliyor, ne de polis teşkilatını düzenleyebiliyordu. Havana sokaklarında Amerikan gangsterleri serbestçe dolaşırken, köylüler Sierra Maestra eteklerinde açlıkla boğuşuyordu. Bu çelişki, yalnızca ahlaki değil, tarihsel bir zorunluluktu: üretici güçler, artık mevcut üretim ilişkileri içinde gelişemiyordu. İşte bu noktada devrim, ahlaki bir tercih değil, toplumsal bir zorunluluk haline geldi. Castro’nun yükselişi, bireysel kahramanlığın değil, bu yapısal zorunluluğun bilince dönüşmesiydi. O, tarihsel öznenin –yani halkın– kendi kaderini eline almasının simgesiydi. 26 Temmuz Hareketi, teorik olarak Marksist bir öncü partiden yoksundu, ama pratikte aynı işlevi yerine getiriyordu: devrimci bilinç, küçük bir grubun eylemiyle bütün bir halkın potansiyelini harekete geçiriyordu. Moncada baskını, başarısız bir askeri eylem olmasına rağmen ideolojik bir zaferdi çünkü kitlelerin bilinçaltına şu gerçeği kazıdı: tiran yenilebilir. Bu, köle psikolojisinin çözülmesinin ilk adımıydı. Batista rejimi, kendi varlığını sürdürmek için daha fazla şiddete başvurdukça, kendi mezarını kazıyordu. Zira her infaz, her kaybolan köylü, her yakılan köy, devrimin maddi tabanını genişletiyordu. Sierra Maestra, coğrafi bir dağ değil, sınıf mücadelesinin doğal sığınağıydı. Orada toplanan gerillalar, Marx’ın proleter devriminin materyalist çekirdeğini oluşturuyordu. Çoğu köylüydü ama artık yalnızca köylü değillerdi; tarih onları proletarya bilincine dönüştürüyordu. Che Guevara’nın bu süreçteki rolü, Marksist öznenin enternasyonalist niteliğinin ete kemiğe bürünmesidir. O, sınıf mücadelesinin ulusal sınırları aşan karakterini temsil etti. Motosikletiyle Latin Amerika’yı gezerken gördüğü yoksulluk, onu bir hekimden bir devrimciye dönüştürdü çünkü hastalığın kaynağı bireyde değil, toplumun ekonomik yapısındaydı. Che’nin “ilaç çantasını bırakıp cephane sandığını alması” bu farkındalığın metaforudur: artık tedavi bireysel değil, tarihsel olmalıydı. Sierra Maestra’daki gerilla savaşı, klasik bir askeri mücadele değil, bir üretim biçiminin yıkılış süreciydi. Gerillalar, köylülerin desteğini alarak yeni bir toplumsal ilişki kurdular: burada mülkiyet ortaktı, emek kolektifti, karar alma katılımcıydı. Bu mikro düzeydeki yeni üretim ilişkileri, devrim sonrasında kurulacak sosyalist toplumun embriyosuydu. Böylece devrim, henüz zafer kazanmadan önce kendi geleceğini pratikte kurmuştu. 1958 yılına gelindiğinde, Batista ordusu, artık sayıca üstün olmasına rağmen moral olarak çökmüştü. Çünkü tarihin tarafında değildi. Marx’ın “devrimci sınıfın yenilmezliği, tarihsel zorunluluktan gelir” sözünü doğrular biçimde, Küba halkı da artık korkunun eşiğini aşmıştı. Gerillaların her zaferi, bir askeri kazançtan çok, bir ideolojik kırılmaydı: halk, artık kaderine inanmayı bırakmıştı. Amerika, başlangıçta bu hareketi küçümsedi; çünkü emperyalist ideoloji, sömürdüğü halkların bilincine güvenmez. Ama Castro’nun güçlenmesiyle birlikte ABD’nin tavrı değişti. Silah ambargosu, Batista’nın çöküşünü hızlandırdı; emperyalizm, kendi kuklasını boğarak yeni bir biçim arıyordu. Ancak bu kez tarih, onların planına değil, halkın iradesine hizmet etti. Batista, 1 Ocak 1959 gecesi kaçtığında, yanına milyonlarca dolar ve altın külçesi almıştı; bu, burjuvazinin devrim anında bile artı-değeri sırtlayıp kaçma içgüdüsüdür. Ama kaçamadığı bir şey vardı: halkın bilinci. Fidel’in Havana’ya girişi, yalnızca bir rejimin yıkılışı değil, bir üretim tarzının tarih sahnesinden silinişidir. Kapitalist mülkiyetin temelleri sarsılmış, burjuvazi tarihsel meşruiyetini yitirmişti. Bu devrim, klasik anlamda bir iktidar değişimi değil, Lenin’in deyimiyle “bir sınıfın diğerini topyekûn tasfiyesi” idi. Küba Devrimi’nin özgünlüğü, bu tasfiyenin sancısızlığında yatar: halk, devrim anında iktidar aygıtını ele geçirirken aynı zamanda yeni bir toplumsal formu inşa ediyordu. Fidel’in “gelecek daha zor olacak” sözü, devrimci diyalektiğin bilincidir: çünkü devrim, bitmiş bir olay değil, başlayan bir süreçtir. Tarih, artık yeni bir yasaya bağlanmıştı — emek gücü, ilk kez kendi kaderinin efendisi olacaktı.

Devrimin zaferiyle birlikte Küba toplumu, tarihin diyalektik basamaklarında nitel bir sıçrama yaşadı. Bu artık bir iktidar değişikliği değil, üretim ilişkilerinin köklü biçimde dönüşmesiydi. Kapitalist mülkiyetin tasfiyesi, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve kolektif emeğin örgütlenmesi, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda bilinçsel bir devrimdi. Çünkü sömürgecilik yalnızca insanın emeğini değil, zihnini de köleleştirmişti; özgürleşme, önce düşünsel zincirlerin kırılmasıyla başlamalıydı. Küba halkı, devrimi gerçekleştirmekle yetinmedi, aynı zamanda yeni bir insan tipi yaratmanın tarihsel görevini üstlendi. Bu, Che Guevara’nın deyimiyle Yeni İnsanın doğuşuydu: bireysel çıkarın yerine kolektif sorumluluğu koyan, rekabetin yerine dayanışmayı, kârın yerine insan onurunu koyan insan. Ancak devrim, hemen ertesi gün emperyalizmin kuşatmasıyla karşılaştı. ABD, kendi arka bahçesinde sosyalizmin yeşermesini kabul edemezdi çünkü bu, sömürü zincirinin zayıf halkasında bir kopuş anlamına geliyordu. 1961 Domuzlar Körfezi çıkarması, bu nedenle yalnızca askeri bir saldırı değil, kapitalist dünyanın kendi korkusunun dışavurumuydu. Fakat Küba halkı, tarihsel zorunluluğun bilinciyle direndi; devrimi korumak, artık yaşamın kendisiyle özdeşleşmişti. Marx’ın dediği gibi, “bir devrim kendini savunamıyorsa, o devrim değildir.” Küba devrimi kendini savunmakla kalmadı, tarihsel olarak haklı olduğunu pratikte ispatladı. Küba’nın sosyalist dönüşümü, Lenin’in “devletin sönümlenmesi” teziyle tam bir uyum içindeydi. Devlet, burada baskı aygıtı olmaktan çıkarak halkın öz örgütlenmesinin biçimine dönüştü. Komiteler, sendikalar, mahalle örgütlenmeleri, halk milisleri — bunlar yalnızca politik araçlar değil, üretici güçlerin toplumsal koordinasyon biçimleriydi. Devrim, yukarıdan dayatılan bir model değil, aşağıdan örgütlenen bir süreç olarak gelişti. Bu yönüyle Küba deneyimi, Sovyet modelinin bürokratik deformasyonlarına karşı canlı bir alternatif sundu: burada planlama halkın denetimindeydi, eğitim seferberliği bir sınıf bilinci yaratmanın aracına dönüştü, okuma yazma kampanyaları yalnızca bilgi değil, ideolojik silah üretiyordu. Şeker ekonomisinin yapısal mirası, devrimin karşılaştığı en büyük tarihsel engeldi. Tek ürünlü ekonomik yapı, dış ticaret bağımlılığı ve küçük ada ölçeği, planlı ekonominin hareket alanını daraltıyordu. Ancak devrim, bu sınırlılığın bilincindeydi. Tarımda kolektifleştirme, sanayide devletleştirme, dış ticarette sosyalist blokla entegrasyon, bu zayıf halkayı güçlendirmeye yönelik hamlelerdi. Fakat Küba’nın asıl başarısı, bu yapısal darlığı ahlaki ve politik bir güce çevirmesidir: azla yetinmeyi değil, azla üretmeyi öğretti. Sosyalizm, burada bolluk ideolojisinden değil, dayanışma ekonomisinden doğdu. ABD’nin uyguladığı ambargo, ekonomik bir abluka olmanın ötesinde, ideolojik bir savaş aracıdır. Emperyalizm, Küba’nın yokluğa teslim olacağını sanıyordu. Oysa yoksunluk, dayanışmayı büyüttü; kıtlık, kolektif üretimi hızlandırdı. Bu, diyalektik yasaların en somut biçimidir: baskı, direnişi doğurur; yoksunluk, üretkenliği geliştirir. Küba’nın eğitim, sağlık ve kültür alanlarındaki atılımları, bunun kanıtıdır. Okuryazarlık oranının neredeyse yüzde yüze ulaşması, sağlık hizmetlerinin ücretsiz hale gelmesi, kadının kamusal üretime katılımının artması, sosyalizmin insani boyutunu ete kemiğe büründürmüştür. Devrim, kendi varlığını korurken dogmatikleşmedi. Aksine, her tarihsel momentte kendi eleştirisini üretme cesaretini gösterdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan “Özel Dönem”, bu açıdan büyük bir sınavdı. Dış destek kesildi, yakıt, gıda, ilaç kıtlığı baş gösterdi. Kapitalizm, Küba’nın yeniden teslim olacağını umuyordu. Fakat devrim, bir kez daha tarihsel yasayı doğruladı: maddi yoksunluk, ideolojik dayanıklılıkla aşılabilir. Halk, sosyalist dayanışmayı yeniden örgütleyerek ayakta kaldı. Çünkü Küba’da sosyalizm bir devlet politikası değil, yaşam biçimidir. Küba Devrimi’nin dünya tarihindeki önemi, yalnızca kendi sınırları içinde kurduğu düzenle değil, emperyalizmin küresel sistemine getirdiği meydan okumayla ölçülmelidir. Devrim, Latin Amerika’nın kesik damarlarında akan kanı örgütlü bir bilince dönüştürdü. Venezuela’dan Nikaragua’ya, Şili’den Bolivya’ya kadar yükselen her halk hareketi, Küba’nın ateşinden bir kıvılcım taşımıştır. Bu anlamda Küba, yalnızca bir ülke değil, bir tarihsel bilinç formudur. Devrim, 21. yüzyıla ulaştığında bile hâlâ aynı soruyla karşı karşıyadır: “Sosyalizm yaşar mı?” Küba bu soruya her sabah halk meclislerinde, her tütün tarlasında, her okulda fiilen yanıt vermektedir. Çünkü burada sosyalizm bir ideoloji değil, gündelik bir pratiktir. Her sağlık çalışanı, her öğretmen, her gönüllü, devrimin sürekliliğini yeniden üretmektedir. Bu, Marx’ın “insan, kendi koşullarını değiştirirken kendini de değiştirir” sözünün yaşayan biçimidir. Küba Devrimi’nin tarihsel mirası, yalnızca bir ulusun kurtuluşu değil, insanlığın yabancılaşmaya karşı verdiği evrensel mücadelenin bir parçasıdır. Çünkü bu ada, dünya kapitalizminin kalbinde bir anti-sistem bilinci olarak varlığını sürdürmektedir. Her ambargo, her sabotaj, her propaganda saldırısı, bu bilinci silememiştir. Çünkü bu bilinç, tarihin diyalektik hareketinin ürünüdür; bir kez uyandığında artık uyumaz. Bugün Küba, hâlâ eksikleriyle, çelişkileriyle, zaferleriyle tarihin canlı laboratuvarıdır. Sosyalizm burada bir dogma değil, sürekli bir yeniden inşa sürecidir. Tıpkı devrimin ilk sabahında Fidel’in söylediği gibi: “Tiranlık devrildi ama asıl mücadele şimdi başlıyor.” Gerçekten de, devrimler kazanılmaz; devrimler sürdürülür. Küba, bu sürdürme cesaretinin adıdır — tarihsel zorunluluğun, insani umudun ve kolektif bilincin kesiştiği noktadır.