Berlin Duvarı’nın yıkılışının üzerinden geçen on yıllar, kapitalizmin yalnızca çürümekte olan bir sistem değil, aynı zamanda insanlığın tarihsel zinciri olduğunu açık biçimde göstermiştir. 1989’da duvarın yıkılmasıyla birlikte burjuvazi, kendi tarihsel mezar kazıcısının sonsuza dek sustuğunu sanarak tarihin sonunu ilan etmiş, liberal ideologlar bu yıkıntıların üstünde insanlığın nihai toplumsal biçimine ulaştığını iddia etmişlerdi. Oysa tarih, hiçbir zaman burjuvazinin keyfine göre bitmez; tarih, sınıf mücadelesinin kesintisiz hareketidir. Kapitalizmin bu “zafer” naraları arasında, neoliberal küreselleşme bir karşı devrim programı olarak işçi sınıfının üstüne çöktü; üretim ilişkileri yeniden yapılandırıldı, sendikalar dağıtıldı, kamusal mülkiyet sermayeye peşkeş çekildi. Böylece özgürlük adına eşitsizlik, demokrasi adına sömürü derinleştirildi. Avrupa Birliği’nin “ulus-devletin aşılması” olarak pazarlanan kuruluşu, aslında sermayenin merkezileşmiş diktatörlüğünün yeni bir biçimiydi. Burjuva liberalizminin “küresel vatandaşlık” yalanı, sınıfsal köleliğin küreselleştirilmesinden başka bir şey değildi. Sermayenin sınır tanımazlığı, krizin de sınır tanımaması anlamına geldi: kapitalist büyümenin dijitalleşme ve finansal spekülasyonla sahte bir refah illüzyonu yarattığı 1990’lar, 2000’lere girilirken yeni bir yapısal krizin kapısını açtı. İkiz Kulelerin yıkılışı, yalnızca jeopolitik dengelerin değil, liberal demokrasinin kendi iç çelişkilerinin de çöküşünü sembolize etti. Kapitalizm, korku üretmeden yaşayamaz; bu nedenle “terörle savaş” bahanesiyle güvenlik devleti yeniden icat edildi, demokrasi maskesi altındaki otoriterlik derinleşti. Fukuyama’nın önce “tarihin sonu”, sonra demokrasinin sonundan bahsetmek zorunda kalması, kapitalizmin tarihsel iflasının burjuva itirafıdır. Almanya’nın örneği, bu çelişkilerin laboratuvarıydı: birleşme sonrasında “Avrupa’nın motoru” denilen ülke, neoliberal vaatlerin tümüne rağmen Doğu Almanya’nın eşitsizlikleriyle boğuştu, özelleştirmeler milyonları işsiz bıraktı, birleşme yalnızca kâğıt üzerinde bir başarı olarak kaldı. Berlin Duvarı’nın yıkılışını “özgürlüğün zaferi” olarak kutsayan burjuva tarih yazımı, aslında bir bürokratik diktatörlüğün çöküşünü proletaryanın yenilgisi gibi sunarak hem kapitalizmin hem Stalin epigonluğunun suçlarını gizledi. Gerçekte ne Demokratik Alman Cumhuriyeti ne de Doğu Bloku rejimleri işçi sınıfının iktidarıydı; bunlar, Sovyetler’in çıkarlarına uygun biçimde kurulmuş devlet kapitalizmi modelleriydi. Stalin epigonu sistem, işçi sınıfının özneleşmesini değil, onun yerine geçen bir bürokrasinin iktidarını kurdu. 1953’te Doğu Alman işçilerinin ayaklanmasının Sovyet tanklarıyla ezilmesi, bu rejimin “sosyalist” değil, halktan kopuk tahakküm aygıtı olduğunu kanıtladı. Duvar, “dış tehdit” bahanesiyle inşa edilmiş bir iç hapishaneydi: işçi sınıfı kendi ülkesinde tutsaktı. Sovyet tipi devlet kapitalizmi, bürokratik planlama, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin yokluğu, kıtlık ve düşük yaşam standartlarıyla sürdürülemez hale geldi; Gorbaçov’un reformları, bu yapının tabutuna son çiviyi çaktı. 1989’daki çöküş, Stalin epigonluğunun tarihsel iflasıydı; fakat burjuvazi bunu sosyalizmin yenilgisi olarak pazarlayarak işçi sınıfının moralini ve örgütlülüğünü felce uğrattı. Bürokratik yönetimlerin “eşitlik uğruna özgürlükten vazgeçme” mantığı, kapitalizmin “özgürlük uğruna eşitlikten vazgeçme” yalanının simetriğidir; Marksizm ise bu sahte ikilemi reddeder: gerçek özgürlük yalnızca maddi eşitliğin, gerçek eşitlik ise özgürlüğün koşullarında mümkündür. Stalin epigonluğunun çöküşü, proletaryanın kurtuluşunun devletçi deformasyonlarla değil, kendi öz iktidarıyla gerçekleşebileceğini bir kez daha gösterdi. Devlet kapitalizminin ardından ağıt yakanlar, aslında tarihsel olarak ne kapitalizmin ne de sosyalizmin tam anlamıyla aşıldığı o bürokratik ara rejimlerin savunucularıdır. Gerçek sosyalizm, işçi sınıfının demokratik öz-örgütlenmesinin ürünü, liberalizm ile Stalin epigonluğu arasındaki ikili tahakkümün tarihsel reddidir.
Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra başlayan karşı-devrimci dönem, yalnızca Stalin epigonluğunun değil, dünya işçi hareketinin de ideolojik ve örgütsel olarak çözülüşünü beraberinde getirdi. Kapitalizmin restorasyonu ekonomik olduğu kadar ideolojik bir saldırıydı; burjuvazi, “sosyalizmin çöktüğü” yalanını sistemin krizlerini gizlemek için kullandı. Oysa Marksist bakış açısından çöken sosyalizm değil, onun bürokratik karikatürüydü. Stalin epigonluğu, işçi sınıfının yaratıcı inisiyatifini devlet aygıtının otoritesine tabi kılarak sosyalizmin özgürleştirici özünü zehirlemişti. Bu nedenle Doğu Bloku’nun çözülüşü, bir yenilgi değil, yanlış sosyalizm inşa süreçlerinin çöküşüyle gerçek devrimci mücadelenin yeniden doğuşunun tarihsel önkoşuludur. Fakat çöküş, devrimci enerjinin yeniden örgütlenmesine değil, tasfiyeciliğin yükselişine yol açtı. Sosyal-demokrasi tamamen burjuva düzene eklemlendi, reformizm kapitalist restorasyonu “demokratikleşme” olarak selamladı. Böylece işçi hareketi ideolojik savunmasızlık ve örgütsel dağınıklık içinde uzun bir gerileme dönemine sürüklendi. Bu dönemde ulusal sorun, yeniden burjuva ideolojisinin hizmetine koşuldu. SSCB ve Yugoslavya’nın çözülme sürecinde patlayan etnik çatışmalar “sosyalizmin iflası” olarak sunuldu; oysa bu çatışmalar, sosyalizmin değil, onun tasfiyesiyle yeniden egemen hale gelen kapitalist üretim ilişkilerinin sonucuydu. Emperyalist güçler “ulusal özgürlük” sloganıyla yeni bağımlılık biçimleri yarattı. Bu propagandaya yalnızca burjuvazi değil, kendini “devrimci” ya da “sosyalist” diye adlandıran küçük-burjuva çevreler de katıldı. Türkiye’de bazı akımlar, Marksizmin ulusal sorun konusundaki diyalektik kavrayışını tahrif ederek, burjuva milliyetçiliğiyle flört etti. Bu çevreler, Marksizmin ulusal baskıyı sınıfsal sömürüden ayrılamaz bir olgu olarak ele alan temel ilkesini reddederek, proletaryanın enternasyonal birliğini “yerel özgürlük” söylemiyle ikincilleştirdiler. Oysa Marksizm, ulusal sorunu burjuva milliyetçiliğiyle değil, uluslararası proletarya mücadelesiyle birlikte ele alır. Ulusal baskıya karşı çıkmak Marksist açıdan yalnızca demokratik bir görev değil, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü ezilen ulusların özgürlüğü, proleter enternasyonalizmin önkoşuludur. Ancak bu özgürlük, burjuvazinin değil, proletaryanın tarihsel çıkarları temelinde mümkündür. Marx, Engels ve Lenin, her ulusal hareketi somut tarihsel bağlamı içinde, hangi sınıfa hizmet ettiğini esas alarak değerlendirmiştir. Burjuvazinin kendi çıkarı için kışkırttığı milliyetçilik biçimleri devrimci değil, gericidir; çünkü onlar proletaryayı kendi sınıf çıkarlarından uzaklaştırır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeniden alevlenen ulusal çatışmalar, Marksizmin değil, ondan uzaklaşmanın sonucudur. Kapitalizm, ulusal sınırları biçimsel olarak kaldırsa da eşitsizlikleri derinleştirir; ulusal sorunun çözümünü kapitalizmden beklemek tarihsel bir aldanıştır. Kapitalizmin “ulusların birliği” vaadi, sermayenin birliğidir; bu birlik ulusların eşitliğini değil, güçlü merkezlerin çevre üzerindeki tahakkümünü kalıcılaştırır. Oportünist akımlar, bu tahakkümü “özgürlük” diye sunarak proletaryayı kendi tarihsel davasından koparırlar. Marksist teori açısından “ulusların kaderini tayin hakkı” mutlak bir ilke değil, sınıf mücadelesinin diyalektik bir aracıdır. Kapitalizmin emperyalist aşamasında ulusal hareketlerin devrimci karakteri, ancak işçi sınıfının önderliğinde ve emperyalizme karşı bağımsız bir çizgide sürdürüldüğünde mümkündür. Aksi halde ulusal kurtuluş, yeni bir burjuva bağımlılığının adı olur. Marksist anlayış, bu nedenle her ulusal hareketi devrimci olarak selamlamaz; yalnızca emperyalizmi zayıflatan, ezilen halkların kurtuluşunu proletaryanın tarihsel çıkarlarıyla birleştiren hareketleri destekler. Burjuva milliyetçiliğinin devrimci addedilmesi, Marksizmin özünü inkâr etmektir. Kapitalizmin emperyalist aşaması, ulusal sorunu bir yandan biçimsel olarak çözüyor görünürken, öte yandan ulusal eşitsizlikleri derinleştirerek sürekli yeniden üretir. Dolayısıyla gerçek çözüm, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, yani sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle mümkündür. Marksizm, ulusal çelişkileri geçici olgular olarak tanımlar; çünkü bu çelişkiler, kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla tarihsel anlamını yitirir. Sosyalizm, ulusal farklılıkları zorla yok etmez, eşit koşullarda doğal kaynaşmayı mümkün kılar. Marksizmin enternasyonalist özü, bu özgür kaynaşmanın tarihsel önkoşuludur.
Marksizm, ulusal çelişkilerin nihai olarak ancak sosyalizmin tam egemenliği altında çözülebileceğini belirtir; fakat bu çözüm, mekanik bir süreç değil, devrimci pratiğin bilinçli ürünü olarak gerçekleşir. Kapitalist sistemin varlığı sürdükçe ulusal baskılar da yeniden üretilir, çünkü bu baskının kaynağı üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Lenin’in saptadığı gibi, ulusal sorun kapitalizmin emperyalist aşamasında uluslararası bir nitelik kazanır ve onun çözümü de uluslararası bir devrimci hareketin başarısına bağlıdır. Ulusal hareketin ilerici niteliği, yalnızca emperyalizme karşı bağımsız bir yönelim taşıdığı ölçüde tarihsel değer kazanır; ulusal burjuvazinin önderliğinde yürütülen ve emperyalist çıkarlarla uzlaşan hareketler ise yeni bağımlılık biçimlerinden başka bir sonuç doğurmaz. Bu nedenle Marksist teori, “ulusların kaderini tayin hakkını” mutlak değil, sınıf mücadelesinin diyalektik bağlamında değerlendirir. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte, revizyonist çevreler bu ilkeyi çarpıtarak ulusal çatışmaları Marksizmin geçersizliğinin kanıtı gibi sundular. Oysa kapitalizmin restorasyonu sonucunda patlayan bu çatışmalar, Marksizmin değil, onun terk edilmesinin kanıtıydı. Sosyalist rejimlerin çözülmesiyle bastırılmış sınıfsal ve ulusal çelişkiler yeniden yüzeye çıktı; ama bu çelişkiler kapitalizme özgüydü. Lenin’in analizi bu noktada belirleyicidir: sosyalist devrim yalnızca sınıf egemenliğini değil, ulusal eşitsizliklerin maddi temelini de ortadan kaldırır. Sosyalizm koşullarında ulusal farklılıklar yok edilmez, eşitlik temelinde özgürce gelişir. Bu, ulusal kardeşliğin devlet zoruyla değil, maddi eşitliğin doğallığıyla gerçekleşmesi demektir. Marksizm, ulusların eşitliğini savunurken her tür ulusal ayrıcalığa da karşı çıkar; çünkü burjuva milliyetçiliğinin “eşitlik” anlayışı biçimseldir, ekonomik sömürüyü gizler. Bu anlayışın karşısına Marksizm, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla ulusal eşitsizliklerin kalıcı biçimde ortadan kaldırılabileceği perspektifi koyar. Doğu Bloku’nun çöküşü, yalnızca Stalin epigonluğunun değil, aynı zamanda sosyalist hareketin kendi iç çelişkilerinin de açığa çıkmasına yol açtı. “Reel sosyalizmin” yıkılışı sonrası hareketin geniş kesimleri programatik bir yönsüzlüğe savruldu. Stalin epigonluğu, proletarya diktatörlüğü kavramını bürokratik otoriteye indirgerken; Troçkist çevreler ise örgüt sorununu soyut bir “doğru perspektif” meselesine sıkıştırdılar. Her iki yönelim de Marksist örgüt anlayışının özünü, yani devrimci teori ile örgütlü öncülüğün diyalektik birliğini kavrayamadı. Marksist parti anlayışı, kendiliğinden bilince güvenmez; çünkü işçi sınıfının devrimci bilinci, spontane eylemlerden değil, örgütlü politik mücadeleden doğar. Teori, örgüt aracılığıyla maddi bir güç haline gelir; bu nedenle devrimci partinin görevi yalnızca teorik doğruları savunmak değil, onları örgütlü iradeye dönüştürmektir. Bu, sekter soyutlamalardan da tasfiyeci dağılmalardan da uzak bir çizgidir. 20. yüzyıl boyunca sosyalist hareketin geniş kesimleri bu diyalektik bağı yitirdi; Troçkist gruplar teorik saflıkla örgütsel güçsüzlüklerini telafi etmeye çalışırken, Stalin epigonluğu kitle inisiyatifini bürokratik disipline boğdu. Her iki tutum da Marksizmin özündeki devrimci bütünlüğü zedeledi. Marksist örgüt, yalnızca biçimsel bir aygıt değil, sınıfın tarihsel bilincinin maddi ifadesidir. Kitlelerin kendiliğinden öfkesine romantik bir güven duymak da, parti disiplinini kör bir hiyerarşiye indirgemek de aynı ölçüde gericidir. Bugünkü sosyalist hareketin krizi, tam da bu tarihsel kopuştan kaynaklanmaktadır: Bolşevik devrim geleneği ile çağdaş hareket arasındaki bağ kopmuştur. Kitleler isyan ediyor ama devrimci önderlik bu enerjiyi politik hedefe yönlendiremiyor. Sosyalist örgütler kitle hareketinin edilgen parçasına dönüşmüş, ideolojik öncülükten yoksun hale gelmiştir. Bu durum yalnızca örgütsel zayıflığın değil, aynı zamanda teorik bulanıklığın da ifadesidir. Bugün Marksist hareketin yeniden ayağa kalkması, ancak geçmişin dogmatik kalıplarını eleştirel biçimde aşan köklü bir teorik ve örgütsel yeniden inşayla mümkündür. Bu, tarihi tekrarlamak değil, onun içinden devrimci özü yeniden üretmektir. Geçmişin deformasyonlarını ve oportünist sapmalarını bilimsel biçimde çözümlemek, devrimci sınıf mücadelesini merkeze almak zorunludur. Kapitalizmin küresel krizi, yeni bir devrimci yükselişin maddi koşullarını yaratmaktadır; mesele, bu koşulları bilinç haline getirecek örgütlü özneyi inşa etmektir. Yeni bir enternasyonal, yalnızca örgütsel bir çağrı değil, tarihsel bilincin yeniden inşası demektir. Bu bilinç, Marksizmin temellerinde olduğu gibi, teorik açıklık, sınıf bağı ve devrimci iradenin birliğine dayanmalıdır.
Bugün sosyalist hareketin yaşadığı kriz, özünde sınıf mücadelesinden kopuşun ve programatik bulanıklığın krizidir. Kapitalizmin küresel krizi derinleşirken, birçok sosyalist örgüt ya geçmişin bürokratik biçimlerine sığınıyor ya da postmodern kimlikçi ideolojilerin etkisine giriyor. Kimi çevreler “sistemin dönüşümü” ya da “toplumsal muhalefetin yeni biçimleri” gibi kavramlarla devrimci sınıf mücadelesini gölgelerken, kimileri reformist hayallerle düzen içi iyileştirmelere yöneliyor. Bu tutumların ortak paydası, proletaryayı tarihsel özne konumundan çıkarıp yerine kimlik, kültür ya da ulus temelli öznelikleri koymaktır. Oysa Marx’ın belirttiği gibi toplumsal dönüşümün maddi gücü yalnızca üretim araçlarını elinde tutan sınıftadır; bu nedenle kapitalizmin hiçbir çelişkisi proletaryanın örgütlü müdahalesi olmadan kendiliğinden çözülmez. Bugünkü tarihsel moment, kapitalizmin genel krizinin yeni bir evresidir: finansallaşma, teknolojik dönüşüm, emperyalist rekabet ve ekolojik yıkım, hem üretici güçleri hem de toplumsal eşitsizlikleri uç noktaya taşımıştır. Kapitalizm kendi tarihsel sınırlarına dayanmış, varlığını ancak savaş, otoriterleşme ve güvenlikçi devlet biçimleriyle sürdürebilmektedir. Ancak kriz, devrimci öznenin yokluğunda sistemin yeniden üretimini engellemez. Fransa’dan Şili’ye, Sudan’dan Lübnan’a uzanan isyan dalgaları, proletaryanın yeniden sahneye çıkışını haber verse de devrimci önderlik eksikliği bu enerjinin yönünü belirleyememektedir. Marx’ın devrim teorisinin Lenin tarafından diyalektik bir biçimde ele alınan mantığı şunu öğretir: “devrimci durum” yalnızca yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi değil, yönetilenlerin de eskisi gibi yaşamak istememesi ve bu iki koşulun arasına devrimci bir örgütün girmesidir. Bugün eksik olan tam da budur. Yeni dönem, Marksizmin yöntemiyle donanmış, merkezi ama demokratik, teorik olarak net bir öncü örgütü zorunlu kılmaktadır. Bu, geçmişin biçimlerini kopyalamak değil, onların tarihsel özünü çağın koşullarına yeniden üretmektir. Yeni bir enternasyonal, gevşek bir dayanışma ağı değil, ortak teori ve disiplin temelinde birleştirilmiş devrimci merkez olmalıdır. Marksist enternasyonalizm, ulusal sınırları inkâr etmek değil, onların ötesine geçerek işçi sınıfının ortak tarihsel çıkarlarını pratik birliğe dönüştürmektir. Bu anlayış, emperyalizme karşı mücadeleyi salt “anti-Amerikancılık” veya “ulusal bağımsızlık” düzeyinde bırakmaz; kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında tasfiyesini hedefler. Günümüzde yükselen kimlik temelli yönelimler, feminist, çevreci veya yerelci hareketlerin önemini reddetmeden ama bunların sınıf perspektifinden kopukluğunu eleştirmeyi gerektirir. Marksist yöntem, bu hareketleri toplumsal çelişkilerin bütünsel alanı içinde kavrar; onları ne küçümser ne de merkeze koyar. Çünkü tüm ezilme biçimleri, sınıf sömürüsünün üzerinde yeniden üretilir. Devrimci strateji, bütün bu mücadeleleri proletaryanın tarihsel hedefiyle birleştirmelidir. Tarihsel deneyim gösterir ki, her kriz döneminde iki sapma belirir: birincisi dogmatik donma, ikincisi tasfiyeci çözülme. Biri geçmişin kalıplarına hapsolur, diğeri devrimci örgüt fikrinden vazgeçer. Her ikisi de mücadeleyi felç eder. Marksist çözüm, teoriyle pratiğin, merkeziyetçilikle demokratikliğin, disiplinle yaratıcılığın diyalektik birliğini yeniden kurmaktır. Bu da ancak tarihsel materyalizmin bilimsel yöntemiyle, olguların somut çözümlemesiyle mümkündür. Sosyalist hareketin yenilenmesi, nostaljiyle değil, tarihsel deneyimden devrimci sonuçlar çıkararak mümkündür. Eski dünyanın enkazı üzerinde yeni bir tarih filizlenmektedir; fakat bu tarih hangi sınıfın çıkarına hizmet edeceği henüz belirlenmemiştir. Kapitalizm kendi krizini reformlarla değil, savaşlarla ve baskıyla aşmaya çalışırken, proletaryanın devrimci örgütlenmesi insanlığın varoluş koşuluna dönüşmüştür. Yeni bir enternasyonal, yalnızca bir örgütlenme değil, tarihsel bilincin kolektif yeniden doğuşudur. Marksizmin özüne uygun biçimde, bu bilincin temeli teorik netlik, sınıf bağı ve devrimci iradenin sarsılmaz birliğidir. Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana geçen otuz beş yıl, kapitalizmin “sonsuz zafer” iddiasını mezar taşına çevirmiştir. Dünya, krizlerin, savaşların ve otoriter rejimlerin sarmalında tarihsel bir bunalım yaşamaktadır; ama her bunalım aynı zamanda yeni bir devrimci doğuşun rahmidir. İnsanlığın kurtuluşu, bürokratik deformasyonların ya da reformist uzlaşmaların değil, Marksist anlamda örgütlü, bilinçli, enternasyonalist proletaryanın eseridir. Özgürlük, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla birlikte ulusun ulusa, insanın insana tahakkümünün ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Tarih hâlâ açıktır; ve bu yolu aydınlatacak olan, eleştirel, bilimsel, özgürleştirici Marksist düşüncenin kendisidir.
Marx’ın çağrısı, sadece Avrupalı işçilere değil, tüm insanlığa yönelmişti. “Yeryüzünün lanetlileri” ifadesi yalnızca Avrupa proletaryasını değil, tarih boyunca sömürülen, dışlanan, ezilen tüm halkları kapsar. Buna rağmen 19. yüzyılın Marksist literatürü, kimi zaman kapitalizmin gelişiminin yalnızca Avrupa’da başladığı, diğer toplumların bu süreci gecikmeli biçimde takip edeceği yanılgısına kapıldı. Bu yaklaşım, dönemin ideolojik atmosferinden ve Avrupa’nın sömürgeci dünya egemenliğinden beslendi; farkında olmaksızın Avrupa merkezli tarih anlayışının tortularını taşıdı. Oysa Marx’ın diyalektik yöntemi, bu indirgemeciliği aşmanın araçlarını içinde barındırıyordu. Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişmeyi belirli bir coğrafyanın tekelinde değil, üretim biçimlerinin evrensel yasalarında arar. Marx’ın döneminde Avrupa dışı toplumlar hakkında eldeki bilgiler sınırlıydı; bu yüzden bazı değerlendirmeleri tek yanlılıklar taşır. Ancak Marx’ın yöntemi, tarihsel gelişmeyi hiçbir zaman Avrupa’ya özgü bir çizgiye indirgemez; üretim tarzlarının hareket yasalarını insanlığın genel tarihinin bir parçası olarak ele alır. Bu bağlamda Marksizm’in evrenselliğini ilk kez sistematik biçimde ortaya koyan Lenin oldu. Onun emperyalizm çözümlemesi, kapitalizmin ulusal sınırları aşarak dünya ölçeğinde bir sistem haline geldiğini ve artık tarihin merkezinin Avrupa olmadığını kanıtladı. Kapitalizm, tek bir kıtanın iç dinamiklerinin değil, uluslararası sermaye dolaşımının ve dünya çapındaki sınıf ilişkilerinin ürünüdür. Böylece toplumsal dönüşümün Avrupa’dan “çevreye” yayıldığına dair liberal tarih modeli çöktü. Tarih artık merkezlerin değil, üretim ilişkilerinin çelişkilerinin tarihidir. Doğu Avrupa bu diyalektiğin somut laboratuvarı oldu: ne “geri” ne “ileri” bir bölgeydi, fakat kapitalizmin farklı biçimlerde geliştiği, feodal kalıntılarla sanayi dinamiklerinin iç içe geçtiği bir tarihsel alanı temsil ediyordu. Bu nedenle Marksizm’in evrensel karakteri, Doğu Avrupa’nın özgül deneyimleriyle pratik olarak kanıtlandı. Avrupa merkezci tarih yazımı, feodalizmden kapitalizme geçişi yalnızca Akdeniz ve Batı Avrupa ekseninde açıklayarak, Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’yı “tarih dışı” ilan etmişti. Oysa modern tarihsel araştırmalar, bu bölgelerde feodal ilişkilerin, köylü ayaklanmalarının, erken kapitalist birikim biçimlerinin varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Doğu Avrupa, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının en çarpıcı ifadesidir: burada feodal üretim ilişkileri çözülürken, kapitalist üretim biçimi aynı anda doğmuş, hatta iki sistemin unsurları bir süre birlikte yaşamıştır. Dolayısıyla Marksizm’in evrenselliği, soyut bir iddia değil, bu bölgenin tarihsel pratiğinde doğrulanmıştır. Doğu Avrupa’da kapitalizm, Batı’daki gibi serbest emeğe dayalı bir biçimde değil, serfliğin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan karma bir yapı içinde gelişti. Tarımsal üretim, hammadde ihracatı ve dış sermaye yatırımları, bölgeyi kapitalist dünya ekonomisine eklemledi. Bu, dışsal bir “modernleşme” değil, içsel sınıf çelişkilerinin uluslararası sermaye ilişkileriyle birleşmesiydi. Kapitalizmin dünya sistemi, her toplumun iç yasalarını kendi mantığına eklemledi; bu, Marx’ın “eşitsiz ve bileşik gelişme” diye adlandırdığı tarihsel yasa idi. Doğu Avrupa bu yasanın canlı kanıtı oldu: kapitalizm aynı anda hem ulusal bağımlılığı derinleştirdi hem de sosyalist bilinci olgunlaştırdı. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sınıf mücadelesi burada kesişti; bu, Lenin’in ulusal soruna dair tezlerinin maddi temelini oluşturdu. Ulusal bağımsızlık talepleri, emperyalizmin tahakkümüne karşı yükselen sınıf hareketleriyle birleştiğinde, tarihsel olarak ilerici bir nitelik kazandı. Böylece Doğu Avrupa, kapitalizmin eşitsiz gelişiminin içinden doğan sosyalist dönüşümün tarihsel olasılığını gösterdi. Bu devrimler, sosyalizmin Avrupa modelinin kopyası olmadığını, her toplumun kendi tarihsel çelişkilerinden doğduğunu kanıtladı. Sosyalist inşa süreçleri –planlı ekonomi, okuryazarlığın yaygınlaşması, kadın emeğinin üretime katılması– kapitalizmin merkez ülkeleriyle tarihsel olarak eşit bir toplumsal örgütlenmenin mümkün olduğunu gösterdi. Bu deneyimler, Marksizmin evrensel bir tarih bilimi olduğunu somut biçimde doğruladı: üretim biçimleri arasındaki geçiş tek çizgili değil, her toplumun özgün çelişkilerinde biçimlenen diyalektik bir süreçtir. Doğu Avrupa’nın sosyalist dönüşümü, bu diyalektiğin tarihsel zaferiydi.
Tarihsel materyalizme göre üretim biçimleri arasındaki geçiş, belirli bir coğrafi hiyerarşinin değil, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin belirli bir eşiğe ulaşmasının sonucudur; dolayısıyla toplumsal dönüşüm “nerede” sorusuyla değil, “hangi koşullar altında” gerçekleştiğiyle açıklanır. Doğu Avrupa’nın tarihsel seyri bu yasayı canlı biçimde doğrular: burada feodal ilişkiler Batı’daki “klasik” biçimlerden farklı olarak serflik, magnat sistemi ya da yarı-feodal köylülük biçimlerinde varlığını sürdürmüş; ancak üretici güçlerin gelişimiyle bu yapılar çözülmeye başlamıştır. Toprak parçalanmış, ticaret genişlemiş, para ekonomisi yayılmış, tarımsal üretim teknikleri değişmiştir. Bu içsel dönüşüm, Batı’dan “ithal edilen” bir ilerleme değil, kendi sınıf çelişkilerinin ürünüydü. Doğu Avrupa kapitalist sistemin dışında değil, onun genişleme sürecinin organik parçasıydı; tahıl ihracatı, hammadde akışı ve emek göçü, bölgeyi dünya pazarına bağladı. Kapitalizmin dünya sistemi, böylece her toplumun kendi özgül yasalarını kendi genel mantığına eklemledi. Kapitalizmin Doğu Avrupa’daki yayılımı, ulusal ve sınıfsal çelişkilerin kesiştiği bir zeminde gerçekleşti; ulusal baskı ekonomik sömürünün siyasal biçimini aldı. Bu nedenle bölgede kapitalizme karşı mücadeleler aynı zamanda ulusal kurtuluş mücadeleleri biçimini aldı. Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı tezinin tarihsel anlamı da buradadır: ulusal bağımsızlık mücadelesi, kapitalizmin küresel tahakkümüne karşı yürütülen sınıf mücadelesinin bir boyutudur. Doğu Avrupa’da kapitalist gelişme ulusal bağımlılığı derinleştirirken, aynı zamanda sosyalist bilinci de olgunlaştırdı. 20. yüzyıl başında bölge, sanayileşmenin eşitsiz gelişimiyle birlikte yoğun bir sınıf antagonizmasının sahnesiydi; kent proletaryasıyla köylü kitleleri arasındaki etkileşim, devrimci bir mayalanma yarattı. Bu, sosyalist devrimin nesnel zeminini oluşturdu. Sosyalizm burada bir “ithal model” değil, kapitalist sistemin iç çelişkilerinin somut çözümüdür. Bu devrimler, Marksizmin Avrupa merkezli olmadığını, aksine her toplumun kendi özgün koşullarında yeniden üretilebilen bir tarih bilimi olduğunu kanıtladı. Sosyalist dönüşüm, yalnızca ekonomik bir yeniden yapılanma değil, toplumsal bilincin yeniden biçimlenmesiydi. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, planlı ekonomi, eğitim ve kültür devrimleri, insanın üretim sürecindeki konumunu köklü biçimde dönüştürdü. Tarihsel materyalizm bu deneyimle, üretim biçimleri arasındaki geçişin ekonomik zorunluluklarla sınırlı olmadığını, ideolojik ve kültürel dönüşümleri de içerdiğini gösterdi. Böylece Doğu Avrupa’nın sosyalist deneyimi, Marksizmin ekonomi merkezli yorumlarını aşarak tarihsel materyalizmin bütünsel karakterini somutlaştırdı. Teori burada yalnızca açıklayıcı değil, dönüştürücü bir güç haline geldi; bilgi toplumsal pratikten doğdu ve yeniden pratiğe döndü. Sosyalist inşa süreci, bilginin toplumsal üretim biçimi olduğunu kanıtladı: insan artık tarihin edilgen nesnesi değil, kendi kaderinin öznesiydi. Bu, Marx’ın “insanın kendi tarihinin bilinçli yaratıcısı haline gelmesi” fikrinin somut tezahürüydü. Doğu Avrupa’nın deneyimi, tarihin coğrafi merkezlerden değil, çelişkilerin düğümlendiği yerlerden ilerlediğini gösterdi; devrim bir “merkezde” olgunlaşan olay değil, kapitalist sistemin bütününde yaşanan çelişkilerin tarihsel sonucudur. Bu nedenle hiçbir bölge her zaman “zayıf” ya da “güçlü” halka değildir; her biri aynı yasaların farklı somut biçimidir. Devrimci süreçlerin evrenselliği, tam da bu çeşitliliğin diyalektiğinde yatar. Marksizmin evrenselliği burada pratik olarak kanıtlanır: onun amacı Avrupa’nın değil, insanlığın kurtuluşudur. Kapitalizmin küreselleşmesi, insanlığı aynı üretim ilişkilerinin ağına bağlamış; ama aynı zamanda her halkada bu ağın çözülme olasılığını da yaratmıştır. Doğu Avrupa’daki devrimler bu çözülmenin tarihsel biçimlerindendir; onların değeri bir “model” oluşturmalarında değil, Marksizmin diyalektik yöntemini doğrulamalarındadır. Tarihsel materyalizmin görevi, her bölgenin gelişimini merkez veya çevre kavramlarıyla değil, üretim ilişkileri ve sınıf çelişkileri temelinde anlamaktır. Bu anlayış, Marksizmin yalnızca Avrupa’nın değil, tüm insanlığın kurtuluş bilimi olduğunu bir kez daha ortaya koyar.
Tarihsel materyalizmin kurucu ilkesi, toplumsal gelişmenin belirleyici gücünün insan bilincinden değil, üretim ilişkilerinin tarihsel olarak değişen biçimlerinden kaynaklandığını söyler. Bu ilke, tarihi bölgesel bir anlatı olmaktan çıkarır, insanlığın evrensel hareketi haline getirir. Marksizm, ilerlemeyi Avrupa’nın iç dinamiklerine değil, üretici güçlerin ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğindeki diyalektiğine dayandırır. Avrupa merkezci tarih anlayışı ise gelişmeyi tek bir çizgide ilerleyen bir süreç olarak görür, tüm toplumların bu çizgiyi “yakalamak” zorunda olduğunu varsayar. Oysa tarihin hareketi doğrusal değil diyalektiktir; her toplumsal formasyon, genel yasaların somut bir biçimi olarak kendi özgün yolunu izler. Merkezlerin ve çevrelerin hiyerarşisini kurmak değil, bu çeşitliliğin içindeki ortak toplumsal mantığı açığa çıkarmak gerekir. Doğu Avrupa tarihi bu açıdan belirleyici bir örnektir. Bu bölge Batı Avrupa’nın kapitalist birikim merkezleriyle organik olarak bağlıydı, ama kendi toplumsal gelişim yasalarını bu merkezlere indirgemedi. Toprak mülkiyeti, köylülük ve sanayileşme süreçleri, bölgesel tarihsel koşulların ve ulusal sınıf ilişkilerinin bileşiminden doğdu. Bu bileşim, kapitalizmin yayılımını belirleyen küresel eğilimleri yerel özgüllüklerle iç içe geçirerek, tarihsel materyalizmin soyut yasalarını somutlaştırdı. Böylece Doğu Avrupa, tarihsel gelişmenin tek yönlü olmadığını, karşılıklı bağımlılıkların, çatışmaların ve direnişlerin karmaşık bileşimi olduğunu gösterdi. Bu gerçek, Marksizmin evrensel karakterinin en açık kanıtıdır: çünkü Marksizm toplumsal dönüşümü belirli bir coğrafyanın özellikleriyle değil, sınıf mücadelesinin nesnel yasalarıyla açıklar. Kapitalizmin küreselleşmesi, insanlığın tarihini ortak bir ekonomik zemin üzerinde birleştirmiştir; ama bu zemin, tek tip bir gelişme modeli yaratmamış, aksine her toplumda kapitalist çelişkilerin farklı biçimlerde yaşanmasına yol açmıştır. Doğu Avrupa bu çelişkilerin kesiştiği noktada, feodalizmin çözülüşüyle kapitalizmin doğuşunu ve sosyalist dönüşümün maddi temelini aynı tarihsel anda üretmiştir. Böylece bölge, tarihsel materyalizmin evrenselliğini doğrulayan somut bir tarihsel deney haline gelmiştir. Sosyalizmin bu topraklarda inşası, Marksizmin yalnızca kapitalizmin eleştirisi değil, aynı zamanda insanlığın yeni bir toplumsal bilince ulaşma yöntemi olduğunu gösterdi. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, planlı ekonomi, kamusal eğitim, bilimin ve sanatın toplumsallaşması, Marksist üstyapı analizlerinin doğruluğunu pratikte kanıtladı. Sosyalist toplum, emeğin yeniden toplumsallaşması sürecinde insanın kendi üretim koşullarına yabancılaşmasını aşmaya yönelen tarihsel bir müdahale olarak ortaya çıktı. Bu müdahale, bilginin, kültürün ve ideolojinin toplumsal temelini dönüştürdü; bilgi artık bir sınıfın mülkü değil, kolektif bir üretimin ürünü haline geldi. Böylece Marx’ın “insan kendi tarihinin bilincine varır” sözü somut bir anlam kazandı. Doğu Avrupa deneyimi, tarihin ilerlemesinin bir merkezin ayrıcalığı değil, insanlığın evrensel pratiği olduğunu gösterdi. Devrim artık bir ülkenin değil, küresel kapitalizmin bütününde birikmiş çelişkilerin tarihsel çözümüdür. Marksizm, bu nedenle Avrupa düşüncesinin bir evresi değil, insanlığın kendi bilincini kurma biçimidir. Avrupa merkezcilik tarihin öznesini tek bir uygarlığa indirgerken, Marksizm tarihin öznesini insanlığın kolektif eylemi olarak tanımlar. Tarihin merkezsizleşmesi, aynı zamanda bilginin kurtuluşudur; çünkü bilgi artık bir medeniyetin değil, toplumsal üretimin ürünü olarak insanlığın ortak mülküdür. Doğu Avrupa bu merkezin ortadan kalkışını, tarihin evrensel bilincine dönüşünü temsil eder. Sosyalist inşa süreçleri Marksizmin teorisini pratikte yeniden üretmiş, teorinin kendisini de dönüştürmüştür. Bu nedenle Marksizm bir dogma değil, hareketin içinde gelişen yaşayan bir bilimdir. Sonuçta, Marksizmin Avrupa merkezci olmadığı yalnızca teorik bir iddia değil, tarihsel bir gerçekliktir. Marksizm, kapitalizmin doğduğu kıtayı aşarak insanlığın bütün toplumsal biçimlerini anlamanın ve dönüştürmenin bilimsel yöntemi haline gelmiştir. Doğu Avrupa’nın tarihi, bu evrenselliğin canlı tanığıdır. Avrupa merkezcilik tarihin öznesini tek bir sınıfın ya da ulusun eline verirken, Marksizm tarihin öznesini insanlığın kolektif kurtuluş pratiği olarak ilan eder. Tarih artık Avrupa’nın değil, insanlığın ortak kurtuluş mücadelesinin tarihidir; Doğu Avrupa bu mücadelenin bir sahnesi değil, onun evrensel bilincinin bir parçasıdır. Marksizm de bu bilincin bilimi olarak, insanlığın kendi tarihini anlamasının ve yeniden kurmasının en tutarlı, en devrimci biçimidir.
