Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

KIZIL ROSA TEORİSİ

Yirminci yüzyılın başında devrimci düşüncenin en parlak ve en yalnız seslerinden biri olan Rosa Luxemburg, insanlığın kurtuluşu için aklını, öfkesini ve sevgisini ateşlemiş bir kadındı. 1871’de Polonya’nın küçük bir kasabasında, üç kez ezilmiş bir kimliğin—kadın, Yahudi, Polonyalı—çocuğu olarak dünyaya geldi. Çarlığın baskısı altında büyürken adaletin ne demek olduğunu, adaletsizliğin ne kadar sistemli işlediğini kendi çocukluğunda öğrendi. Bedeni küçük, bacağı sakat, ama zihni devasa bir güçtü; erken yaşta okuduğu devrimci metinler onda, sömürülmüşlerin evrensel kardeşliğine dair ilk sezgiyi uyandırdı. Çarlığın yasakladığı Lehçe kitapları gizlice okurken, dilin, düşüncenin ve sınıf bilincinin aynı zincirin halkaları olduğunu fark etti. Henüz on sekiz yaşındayken Polonya’daki gizli örgütlerle ilişki kurduğu için sürgüne zorlandı; o sürgün, onun için yıkım değil doğumdu. Zürih’e geçtiğinde, üniversite kapılarını yeni yeni kadınlara aralayan Avrupa’da, Marksist ekonomi politik üzerine doktora yaparak yalnızca bilime değil devrimin bilincine adım attı. Luxemburg’un teorik sezgisi, marksizmin skolastik kabuklarını kırmakla başladı. Kapitalizmi, yalnızca üretim ilişkilerinin toplamı olarak değil, aynı zamanda insanlığın yabancılaşmış ruhunun kurumsal biçimi olarak kavradı. Reformun, sistemin içinde iyileştirme; devrimin ise sistemin dışına sıçrama olduğunu söyledi. Bu sıçrama, yalnızca ekonomik değil, ahlaki, estetik ve varoluşsal bir zorunluluktu. Çünkü kapitalizm sadece emeği değil, duyguyu da metalaştırmıştı. Rosa Luxemburg bu yüzden sosyalizmi, yalnızca üretim araçlarının kolektifleştirilmesi değil, insanın duygusal özgürlüğü olarak da düşündü. 1890’ların sonunda Avrupa işçi sınıfı parlamentolara, sendikalara, kooperatiflere girmiş, ama devrimci ruhunu törpülemeye başlamıştı. Eduard Bernstein, Marx’ın yöntemini “modernize etmek” adına reformizmi teorileştiriyor, sınıf mücadelesini parlamenter sabırla ikame ediyordu. Luxemburg’un öfkesi tam da bu noktada kristalleşti. “Nihai hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir” diyen Bernstein’a cevabı, tarihin diyalektiğinden geldi: hareket, hedefin bilinci olmadan burjuvazinin yönlendirdiği kör bir devinimdir. Reformun tek anlamı, devrime giden yolda kitlenin kendi kudretini sınamasıdır; reformun kendisi değil, onun sınırlarında biriken öfke kurtuluşun hammaddesidir. Luxemburg, Reform mu Devrim mi? adlı metninde yalnızca bir polemikçi değil, marksizmin en keskin diyalektik yorumcusudur. Kapitalizmin esnekliğini inkâr etmedi; tam tersine, o esnekliğin kendi mezar kazıcısını doğurduğunu gösterdi. Sermaye krizleri aşmak için krediyi, finansı, dış ticareti kullandıkça, kendi iç çelişkisini derinleştiriyordu. Kredinin kapitalizmi kurtaracağına inanan Bernstein’a karşı, kredi mekanizmasının hayali kârlar üreterek spekülasyonun krize dönüşümünü hızlandırdığını kanıtladı. Kapitalizmin kendi iç mantığında istikrar değil, kriz vardı; kriz, sistemin “hatası” değil doğasıydı. Bu diyalektik tutum, Luxemburg’u marksizmin skolastik dogmalarından ayırdı. O, tarihsel materyalizmi donmuş bir kehanet değil, canlı bir analiz olarak gördü. Kapitalizmin çelişkileri matematiksel bir formül değil, insani bir trajediydi. Onun için ekonomi, soyut bir bilim değil, sömürünün şiirsel anatomisiydi. İşte bu yüzden, ekonomik analizle etik duyarlılığı aynı anda taşıyabilen ender marksistlerden biri oldu. 1900’lere girerken, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) Avrupa’nın en güçlü işçi partisine dönüşmüş, ama aynı zamanda en temkinli bürokrasisine bürünmüştü. Sendika ağaları, parlamenterler, profesyonel sosyalistler—her biri sistemin içinde “yer edinme” telaşına düşmüştü. Luxemburg, bu düzenin kalbine girdi; çünkü sistemi yıkmak istiyorsan önce onun iç mantığını anlamalısın. SPD’nin kürsülerinde, salonlarında, gazete sütunlarında reformizmin dilini paramparça etti. Onun sözü bir ajitasyon değildi; sözcükleri, işçi sınıfının kendine yabancılaşmış bilincini kesip atan bir neşter gibiydi. 1905 Rus Devrimi patladığında Luxemburg, Polonya’da hapishanedeydi. Ama kitlelerin kendiliğinden yükselen grevleri ona devrimin laboratuvarını açtı. Devrim, “yukarıdan” örgütlenen bir emir değil, “aşağıdan” kaynayan bir bilinçti. Bu deneyim, onun en önemli teorik katkılarından birine, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar broşürüne ilham verdi. Bu metin, marksizmin mekanik örgüt anlayışına karşı bir isyandır. Luxemburg’a göre kitle grevi, proleteryanın içsel dinamizminin doğal biçimidir; işçiler kendi deneyimleriyle, kendi ritimleriyle, kendi öfke zamanlamalarıyla devrimi öğrenirler. Devrim, bir komitenin planı değil, bir halkın tarihsel belleğidir. Ancak Luxemburg hiçbir zaman spontaneizmi mistikleştirmedi. O, örgütü kitle hareketinin yerine değil, onun bilincine eşlik eden bir alet olarak düşündü. Parti, halkın üstünde değil, halkın içinde eriyerek var olmalıydı. Bu anlayış onu Lenin’le karşı karşıya getirdi. Lenin için disiplin devrimin koşuluydu; Luxemburg için özgürlük onun ruhuydu. Fakat her ikisinin ortak noktası, tarihin akışını burjuvazinin eline bırakmamaktı. Luxemburg’un enternasyonalizmi, ulusal kurtuluşların ötesindeydi. O, ulus fikrinin kapitalizmin bölme aracına dönüştüğünü gördü. Polonya’nın bağımsızlığı uğruna mücadele eden milliyetçilere, “işçi sınıfı için bağımsızlık değil, dayanışma gerekir” diyordu. Ulusal özyönetim, emperyalizmin başka bir biçimidir; gerçek özgürlük, sınırların değil sınıfların yıkılmasıyla gelir. Bu yüzden Rosa, Lenin dahil olmak üzere kendi çağdaşlarının çoğundan daha tutarlı bir enternasyonalistti.

Luxemburg için kapitalizmin büyümesi yalnızca ekonomik bir süreç değil, insanlığın yeryüzündeki tüm sömürü biçimlerinin yeniden örgütlenmesiydi. Sermaye, artık yalnızca fabrikalarda değil, gezegenin damarlarında dolaşan bir kan gibiydi. Bu kan, yeni pazarlar bulmak için akıyor, her akışında bir halkı, bir ormanı, bir kültürü yok ediyordu. Rosa, kapitalizmin çöküşünü bekleyen bir kaderci değil, onun genişleme yasasını çözen bir analistti. “Sermaye Birikimi” adını verdiği büyük eserinde, Marx’ın eksik bıraktığı bir sorunun peşine düştü: Kapitalizm, kendi içindeki sınırlı pazarda nasıl büyüyebilir? Cevabı acımasız bir açıklıktaydı: büyüme, ancak kapitalist olmayan dünyaların fethedilmesiyle mümkündür. Bu tez, emperyalizmin ekonomik kökünü soyut bir “dış politika” meselesi olmaktan kurtarıp, sermayenin yaşamsal zorunluluğu haline getirdi. Avrupa’nın refahı, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın talanı üzerine inşa ediliyordu. Kapitalist ülkeler, içerde işçilerine birkaç reform sunarak sükûnet sağlıyor, dışarda ise savaş ve sömürgecilikle kan kazanıyorlardı. Rosa, burjuvazinin insancıl maskesini yırtan ilk teorisyenlerden biriydi: “Demokrasi, eğer sermaye ile evlenmişse, yalnızca kanunla süslenmiş bir köleliktir.” Luxemburg’a göre, emperyalist genişleme yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda psikolojik bir işgaldir. Kapitalizm, fethettiği topraklarla birlikte insan ruhunu da kolonileştirir. Sömürülen halklar, yalnızca madenlerini, emeklerini değil, düşüncelerini de kaybederler. Bu yüzden, kapitalizme karşı mücadele aynı anda hem ekonomik hem kültürel, hem uluslararası hem kişisel bir savaştır. Luxemburg, dünyanın kapitalist olmayan bölgelerinde gördüğü dayanışma biçimlerinden etkilenmişti. Ortak mülkiyeti, paylaşımı, topluluk yaşamını yalnızca antropolojik bir merak olarak değil, geleceğin habercisi olarak okudu. Ona göre, kapitalizmden önceki birçok toplumda dayanışma, çıkarın önünde gelmişti. Kapitalizm bu ilişki biçimlerini yok etmişti; oysa insanlığın kurtuluşu, belki de bu “ilkel komünal” dayanışmanın modern bilince taşınmasında yatıyordu. Rosa, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin yalnızca kültürel önyargılar değil, ekonomik sömürünün ideolojik kılıfları olduğunu da ilk gören Marksistlerden biriydi. O, sömürgecilik eleştirisinde bir enternasyonalist olarak değil, insanlık tarihinin tanığı olarak konuştu. Kapitalizm, işçileri birbirine düşman eden bir sistemdi; beyaz işçi, sömürge halkın sömürüsünden aldığı payla teselli ediliyordu. Luxemburg’un ifadesiyle: “Avrupa işçi sınıfı, emperyalist soygundan pay aldığı sürece kendi zincirini öpüyordu.” Bu tespitiyle, sınıf mücadelesini coğrafyanın ötesine taşıdı. Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi, milliyetçiliğin her biçimine karşı bir başkaldırıydı. Polonya’da büyüyen bir devrimci olarak, ulusal bağımsızlık fikrine başından beri mesafeli durdu. Ulusal kurtuluşun, sosyalist kurtuluşa giden bir yol değil, çoğu kez onun yerine ikame edilen bir tuzak olduğunu biliyordu. Burjuvazi, kendi sınıf egemenliğini “ulusal birlik” perdesiyle gizliyor, işçi sınıfını kendi bayrağının altına çağırıyordu. Luxemburg bu çağrıyı reddetti: “Ulusun kaderi, mülk sahiplerinin elinde, işçilerin zinciridir.” Bu düşünce, onu dönemin neredeyse tüm devrimcilerinden ayırdı. Lenin bile, belirli koşullarda ulusal özyönetim hakkını savunurken, Luxemburg bu hakkın kapitalizmin dünya pazarına eklemlenmiş küçük bir yan masa olduğunu gösterdi. Gerçek enternasyonalizm, ulusların değil sınıfların dayanışmasıyla mümkündü. Çünkü kapitalizmin çarkları, Berlin’den Varşova’ya, Petersburg’dan Johannesburg’a aynı kanla dönüyordu. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Avrupa sosyal demokrasisi kendi ruhunu teslim etti. SPD, yıllarca işçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu iddia ettikten sonra, savaş kredilerine “evet” diyerek Alman burjuvazisinin uşağına dönüştü. Luxemburg için bu ihanet yalnızca politik değil, ahlaki bir çöküştü. “Vatan savunması” yalanı altında işçiler birbirini boğazlıyordu. O günlerde Rosa, burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü gördü: savaş zamanında kapitalist devleti korumak için işçilerin kanını akıtan bir mekanizma. Hapse atıldığında, “Junius” takma adıyla yazdığı broşür, dönemin en keskin savaş karşıtı manifestosu oldu. Bu metin, yüzyıllar sonrasının da çağrısıydı: “Ya sosyalizm ya barbarlık.” Bu yalnızca bir slogan değildi; tarihin mantıksal sonucu idi. Çünkü sermaye, insanlığın kaynaklarını tükettikçe barbarlaşır; insanlık ya onu yenecek ya da onunla birlikte yok olacaktı. Rosa, hapishane duvarlarının ardında insanlığın sesi haline geldi. Her satırı, işçilerin siperlerdeki kanıyla yazılmıştı. Hapisteyken, insanın içindeki iyiliğe dair inancını hiç yitirmedi. Onun mektupları, siyasi bir tutsağın değil, özgürlüğün içini yaşayan bir ruhun mektuplarıydı. Çürüyen bir uygarlığın ortasında, bir manda arabasının kanayan sırtında bile insanlık arıyordu. “Bir askerin mandaya vurduğu her kamçı darbesinde, kendi kalbim sızlıyor” diye yazdı. Bu, onun politik özünün saf biçimiydi: adalet, yalnızca insan ilişkilerinde değil, hayvanın, doğanın, tüm yaşamın içindeydi. Luxemburg’un devrim anlayışı, yaşamın bütününe yönelmiş bir ahlaki direnişti. SPD içindeki savaş karşıtı azınlıkla birlikte Spartaküs Birliği’ni kurdu. Onun çağrısı netti: “Emperyalizme karşı savaşın tek yolu, işçilerin kendi hükümetlerine karşı savaşmasıdır.” Hapisten çıktığında Almanya yanıyordu; işçiler greve gidiyor, sokaklar kaynıyordu. Rosa, yeniden kitlelerin arasına karıştı. Yorgundu, ama devrim umudunu diri tutuyordu. Onun için devrim bir tarihsel olay değil, ahlaki bir zorunluluktu. 1919’un o kanlı Ocak günlerinde, Berlin’de karşı-devrim güçleri yükseldi. SPD’nin lideri Ebert, burjuvaziyi korumak için proto-faşist Freikorps birliklerini görevlendirdi. Rosa ve Karl Liebknecht tutuklandıklarında, aslında Almanya’nın vicdanı kelepçelenmişti. O gece, dipçik darbeleriyle başı ezilen Rosa’nın cesedi Landwehr Kanalı’na atıldı. Kafatası parçalanmış, bedeni çamura gömülmüştü; ama onun sözü, tarihin belleğine kazınmıştı: “Vardım, varım, var olacağım.” Onun ölümü, sosyal demokrasinin ruhunun da ölüm ilanıydı. Rosa Luxemburg, devrimci enternasyonalizmin son büyük sesiydi; öldürüldüğünde yalnızca bir insan değil, bir umut susturuldu. Fakat o umut, kapitalizmin her krizinde yeniden doğdu. Bugün finansallaşmış, ekolojik felaketlerle sarsılmış, savaşların ve eşitsizliklerin içinde debelenen dünyamızda Rosa’nın sesi yankılanıyor: “Ya sosyalizm ya barbarlık.” Bu cümle, artık yalnızca bir tarihsel uyarı değil, gezegenin kurtuluş yasasıdır. Luxemburg’un mirası, reformla devrimin birbirini dışlamadığı ama birinin diğerine hizmet ettiği anlayıştır. Reform, eğer devrime giden yolu açmıyorsa, kapitalizmin maskesidir. O, devrimi kitlelerin bilinçlenme süreci olarak tanımladı. Devrim, bir emirle değil, bir bilincin olgunlaşmasıyla başlar; işçiler, mücadele ederken öğrenir, öğrenirken dönüştürür. Bu yüzden Luxemburg, her devrimin bir okul, her grevin bir öğretmen olduğunu söyledi.

Luxemburg’un düşüncesi yalnızca bir teoriler toplamı değil, insanın özgürleşme tutkusunun bilimsel biçimidir. O, marksizmin diyalektik damarını canlı tutarak, devrimin hem zorunluluk hem bilinç olduğunu kavradı. Bu kavrayış, onu Lenin’le dostane ama sert bir ayrışmaya götürdü. Her ikisi de tarihin ağırlığını omuzlarında hissediyordu; biri devrimi disiplinin içinde, diğeri özgürlüğün içinde arıyordu. Lenin, devrimci partiyi proletaryanın beyni olarak görürken, Luxemburg, o beynin halktan koparsa körleşeceğini söyledi. “Devrimci bilinç, kararnameyle değil, mücadeleyle öğrenilir.” Onun için hata yapmak, bürokratik itaatten daha üretkendi. “Tarihin diyalektiği içinde işçi sınıfının hataları, en zeki Merkez Komitesinin yanılmazlığından bin kat verimlidir” derken, devrimin pedagojisinin merkezine insanın kendi deneyimini koyuyordu. Luxemburg’un örgüt anlayışı, Lenin’in öncü partisinden daha gevşek, ama daha insancıldı; ona göre öncülük, buyurma değil aydınlatma demekti. Devrimci parti, kitlelerin içinden doğmalı, onların eyleminin bilincine dönüşmeliydi. Kitleler harekete geçtiğinde, parti rehberlik etmeliydi ama onların yerine geçmemeliydi. Çünkü bir devrimi halkın yerine kimse yapamazdı. Bu fark, iki büyük devrimcinin yollarını ayırdı ama birbirine düşman etmedi; Luxemburg, Bolşevik devrimini tarihsel bir zafer olarak selamladı, ancak onun içinde filizlenen otoriterleşme eğilimini sezdi. “Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür” sözü, yalnızca bir ahlaki öğüt değil, devrimci teorinin ta kendisiydi. Çünkü farklı düşüncenin bastırıldığı yerde diyalektik ölür, diyalektiğin öldüğü yerde devrim donar. Luxemburg, bürokratikleşmiş sosyalizmi kapitalizmin hayalet biçimi olarak gördü. Ona göre, devrimin anlamı yalnızca mülkiyet ilişkilerini değil, bilincin ilişkilerini de dönüştürmekti. Bürokrasi, sınıf mücadelesinin içinden doğan ama sınıfın iradesini felç eden yeni bir tahakküm biçimidir. Eğer sosyalizm, işçilerin kendi kaderlerini kolektif olarak yönetmesi demekse, bu ancak özgür tartışma, örgütlü katılım ve sürekli özeleştiriyle mümkündü. Luxemburg’un diyalektik sezgisi burada en berrak biçimini buldu: devrim bir sonuç değil, bir süreçtir; özgürlük, hedef değil, yolun kendisidir. Bu yüzden Luxemburg’un “kitlelerin kendiliğindenliği” vurgusu, anarşist romantizmin değil, tarihsel materyalizmin derinliğidir. Çünkü kitlelerin içgüdüleri, ekonomik çelişkilerin somut ifadesidir. Onlar ne kadar çok eyleme geçerse, o kadar çok öğrenir; ne kadar çok öğrenirse, o kadar çok eyleme geçer. Bu diyalektik halka, devrimin dinamiğidir. Ancak Luxemburg için kendiliğindenlik, örgütsüzlük değil; örgüt, halkın hareketinden türeyen, o hareketin bilincine dönüşen bir organ olmalıydı. O, kitlelerin gücüne Lenin’den fazla inandı; ama kitlelerin de yanılabileceğini kabul etti. Bu kabul, onu romantik değil, devrimci bir realist yaptı. Luxemburg’un siyasal yöntemi, nesnelliği yücelten ama özneyi unutmaya meyilli klasik marksizme bir itirazdır. O, tarihin motorunun sadece üretim güçleri değil, insanın ahlaki iradesi olduğunu gösterdi. Devrim, bir ekonomi yasasının zorunlu sonucu değil, bilincin özgür kararıydı. Bu özgürlük, tarihsel zorunluluğun bilincine varmakla mümkündü. “Özgürlük, zorunluluğun farkındalığıdır” diyen Spinoza’ya hak verircesine, Rosa da sınıf bilincini özgürlüğün bilimsel adı olarak tanımladı. Luxemburg’un kadın kimliği, teorisinde hiçbir zaman edilgen bir süs olmadı. O, kadınların kurtuluşunu, sınıf mücadelesinden koparmadan ama onun sınırlarını genişleterek düşündü. Kadının özgürleşmesi, ev içindeki köleliğin yıkılması kadar, üretim ilişkilerinin dönüştürülmesini de gerektiriyordu. Kadınların oy hakkı talebini, feminist bir reform değil, proleter özneleşmenin bir adımı olarak savundu. Kadın, eğer emeğini özgürce yönetecekse, toplumsal üretimin bir parçası olmalıydı. Luxemburg’un feministliği, sınıfın cinsiyete bölünmüş bilincini aşmaya yönelmiş devrimci bir insanlık çağrısıydı. Rosa Luxemburg’un en çarpıcı özelliklerinden biri, entelektüel derinlik ile devrimci pratiği birleştirmesiydi. Hapisteyken bile doğanın küçük ayrıntılarında özgürlüğün diyalektiğini görüyordu. Bir kuşun kanadında, bir manda gözünde, bir çiçeğin kırılganlığında insanlığın kurtuluş özlemini okudu. Bu, onun marksizminin insani yüzüydü: materyalist ama merhametli, bilimsel ama şiirsel. 1919’da bedenini yok ettiler, ama o bedenden bir fikir doğdu: sosyalizmin insani biçimi. Luxemburg’un ölümü, yalnızca bir devrimcinin değil, bir çağın vicdanının infazıydı. Ancak kapitalizm, onu öldürürken kendi karşıtını ölümsüzleştirdi. Çünkü Luxemburg’un adı, her kriz anında, her grevde, her yıkımda yeniden yankılanır. Onun “vardım, varım, var olacağım” sözü, sınıf mücadelesinin zamansız manifestosuna dönüştü. Bugün dünyanın dört bir yanında yanan savaşlarda, sömürüye ve yoksulluğa karşı direnen her kitlede Rosa’nın hayaleti dolaşıyor. O, geçmişin değil, geleceğin düşünürüdür. Onun teorisi, kapitalizmin finansal barbarlığını, ekolojik yıkımını, patriyarkanın yeniden üretimini, milliyetçiliğin maskesini bir asır önceden teşhir etmiştir. Luxemburg, bugünün krizlerini çoktan görmüştü. “Kapitalizm krizden kurtulmak için dünyayı tüketir; ama bir gün dünya kalmayacak” derken, bugünün çevre felaketlerinin özünü anlatıyordu. Luxemburg’un mirası, devrimci düşüncenin estetiğidir. O, marksizmi kuru bir dogmadan, canlı bir ahlaka dönüştürdü. Devrimi bir öfke değil, bir bilinç biçimi olarak yaşadı. Reformu reddetmedi; ama reformu devrimin okulu olarak gördü. Onun gözünde, tarih bir laboratuvar, kitleler bilim insanlarıydı; hata, yenilgi değil, öğrenmenin diyalektiğiydi. Bu yüzden Rosa, her devrimcinin içindeki öğretmendir. Rosa Luxemburg’un düşüncesi, insanı tarihsel özne olarak yeniden doğurur. O, insanın yalnızca üretici değil, düşünen, hisseden, seven bir varlık olduğunu hatırlatır. Kapitalizm insanı bir nesneye indirgerken, Luxemburg insanı yeniden tarihin öznesi haline getirir. Onun için sosyalizm, yalnızca sınıfsız bir toplum değil, anlamlı bir yaşam biçimidir. Ve şimdi, sermayenin küresel ağı her yeri sardığında, işçi sınıfı parçalara bölündüğünde, yoksullar birbirine düşürülürken, Luxemburg’un sesi yeniden yükseliyor: “Düzeniniz kum üstüne kuruludur.” O ses, hâlâ Landwehr Kanalı’nın sularından duyuluyor, hâlâ zincirlerin gürültüsüne karışıyor. O ses, devrimin susmayan kalbi: Vardım, varım, var olacağım.