Uygurların yaşadığı ulusal sorun, ne Çin’deki egemen burjuva düzeninde ne de uluslararası siyasetin emperyalist gündeminde hak ettiği yeri bulmuştur. Ancak bu suskunluk, meselenin önemini azaltmaz. Tam tersine, proletaryanın enternasyonalist perspektifinden bakıldığında Uygur sorunu, yalnızca Çin’in içsel bir çelişkisi değil, kapitalist dünyanın küresel tahakküm ağlarının bir yansımasıdır. Türkiye işçi sınıfı açısından da bu mesele, Kürt sorunu ile yapısal benzerlikler taşır: Her iki durumda da ulusal baskı, egemen sınıfların çıkarlarını korumanın ideolojik ve ekonomik bir aracıdır. Türkiye burjuvazisi ise Uygur meselesini hem milliyetçi-dinci ajitasyonun hem de anti-komünist propagandanın malzemesi haline getirerek, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını zehirlemektedir. 2009’da Guangdong’daki bir fabrikada iki Uygur işçinin “taciz” iddiasıyla linç edilmesiyle başlayan olaylar, Urumçi’deki protestolarla kısa sürede devlet terörüne dönüşmüştü. Çin devleti, her zamanki refleksiyle, etnik çelişkiyi sınıfsal temelden kopararak bir “kamu güvenliği” meselesine indirgedi. Urumçi’de 137’si Han, 46’sı Uygur olmak üzere yüzlerce insan öldü, binlercesi yaralandı, on binlercesi tutuklandı. Ancak asıl gerçek, bu şiddetin, Çin kapitalizminin merkezîleşmiş sömürgeci yapısının ürünüdür. Sansür perdesi arkasında gizlenen şey, sermayenin ulusal farklılıkları ezerek tek bir “üretim disiplini” altında toplama arzusudur. Uygur halkı, 18. yüzyıldan bu yana Çin’in kolonyal genişlemesinin mağdurudur. 1759’da Mançu İmparatorluğu’nun egemenliğine giren Doğu Türkistan, 1884’te resmen “Sincan” —yani “yeni topraklar”— olarak adlandırıldı. Bu ad, yalnızca coğrafi değil, ideolojik bir sömürge söylemini temsil ediyordu. Çin devleti, bölgeyi Han Çinlilerinin yerleşimine açarak bir demografik mühendislik projesi başlattı. 1950’lerde 300 bin olan Han nüfusu bugün sekiz milyonu aşmıştır. Bu, yalnızca bir nüfus kayması değil, bir ulusun sistematik olarak yerinden edilmesidir. Urumçi nüfusunun yüzde sekseninin Hanlardan oluşması, asimilasyonun “başarıya” ulaşmış bir kolonyal program olduğunu gösterir. Bu tarihsel baskının arka planında, Çin’in emperyalist dönüşüm süreci vardır. Mao dönemi sonrası devlet kapitalizmine yönelen Çin, ulusal sorunları sosyalist bir kardeşlik zemini yerine, piyasa disiplini ve güvenlik rejimiyle bastırmaya yönelmiştir. Dolayısıyla Doğu Türkistan’daki sorun, bir “etnik çatışma” değil, kapitalist devletin sınıfsal baskısının ulusal biçimidir. Türkiye’nin ve Batı’nın zaman zaman bu meseleye “insan hakları” retoriğiyle yaklaşması, meseleyi özünden saptırır. Emperyalist güçler, gerçekte Uygur halkının özgürlüğünü değil, Çin kapitalizmiyle olan rekabetlerindeki ideolojik üstünlüğü hedeflemektedirler. Doğu Türkistan Halkın Devrimci Partisi, 1969’da ortaya çıktığında bu tarihsel çelişkinin sınıfsal özünü kavrayabilen az sayıdaki örgütlerden biriydi. Marksist-Leninist bir çizgide bağımsız bir Doğu Türkistan hedefleyen bu örgüt, Çin devletinin ulusal baskısını sömürgeci bir biçim olarak tanımladı. Ancak Sovyetler Birliği’nin desteği taktik düzeyde kalmış, Çin-Sovyet ayrılığı bu hareketi yalnızlaştırmıştı. 1989’da dağılana dek parti, sosyalist bir kurtuluşun yolunu aradı fakat uluslararası solun ilgisizliği, emperyalist kamplar arasında sıkışmış bir halkın trajedisini derinleştirdi. Bugün Çin’in Doğu Türkistan’daki politikaları, yalnızca klasik bir sömürgeciliğin değil, teknolojik totalitarizmin en ileri biçimini temsil ediyor. “Yeniden eğitim kampları” adı altında bir milyondan fazla insan tutsak edilmiştir. Çin devleti bu kampları “ideolojik rehabilitasyon” merkezleri olarak sunarken, gerçekte modern kapitalizmin gözetim teknolojilerini insan emeğini ve bilincini disipline etmenin aracı haline getirmiştir. Bu kamplar, 21. yüzyılın panoptikonlarıdır: burada insanlar yalnızca bedenleriyle değil, düşünceleriyle de mülksüzleştirilir. Ancak toplama kampları buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Doğu Türkistan’da, polis kontrol noktaları, biyometrik takip sistemleri, yüz tanıma teknolojileri ve “ev ziyaretleri” adı altında kurulan ev içi gözetim mekanizmalarıyla toplumsal hayatın her zerresi denetim altına alınmıştır. Sözde komünist Çin Komünist Partisi’nin bir milyon üyesi, azınlıkların evlerine “misafir” olarak gönderilmekte, halkın yaşamı doğrudan ideolojik gözetim altına alınmaktadır. Bu, klasik anlamda bir ulusal baskıdan öte, küresel kapitalizmin dijital denetim biçimlerinin laboratuvarıdır.
Doğu Türkistan’daki baskı rejimi, yalnızca Çin’in iç politikasına özgü bir totalitarizm değildir; bu rejim, 21. yüzyıl kapitalizminin global niteliğini açıkça ortaya koyar. Teknolojik gözetim, dijital veri toplama ve biyometrik denetim sistemleri, artık sadece “ulusal güvenlik” araçları değil, sermayenin en yeni üretim ilişkileridir. Çin bu açıdan, dünya kapitalizminin en ileri laboratuvarına dönüşmüştür. “Yeniden eğitim kampları” ve “ideolojik arındırma merkezleri” olarak sunulan tesisler, aslında disiplin kapitalizminin en modern biçimidir. Burada işlenen suç, ne bir fikir suçu ne de dini aidiyettir; burada cezalandırılan şey, üretim ilişkilerine entegre olmayı reddeden insandır. Devletin iddiası, bu kamplarda bireylerin “ekstremizmden arındırıldığı” yönündedir; oysa gerçek, düşüncenin üretim bandına bağlanmasıdır. Bu, Marx’ın deyimiyle emeğin yalnızca bedensel değil, zihinsel olarak da metalaştırılması sürecidir. Kapitalist Çin devleti, bu ideolojik hapishaneyi kurarken yalnız değildir. Gözetim aygıtlarının teknik altyapısı, global kapitalist ağlar tarafından sağlanmaktadır. Amerikan şirketleri —Intel, Nvidia, Seagate— Doğu Türkistan’daki gözetim sisteminin beyinlerine işlem gücü sağlar. Thermo Fisher Scientific, bölgeden DNA örnekleri toplayarak Çin devletine satmakta, Tesla gibi devler araçlarının konum verilerini Pekin’e iletmektedir. Bu nedenle, Doğu Türkistan’daki rejimi yalnızca Çin Komünist Partisi’ne yüklemek, meseleyi kasıtlı olarak daraltmak demektir. Çin’in bugünkü sözde “komünizmi”, Jack Ma’nın “komünizmi” kadardır: yani sermaye birikiminin başka bir biçiminden ibarettir. “Bir Kuşak-Bir Yol” projesi, bu dijital sömürgeciliğin mekânsal ifadesidir. Doğu Türkistan’ın “tam kontrol” altına alınması, yalnızca etnik bir baskı değil, kapitalist bir lojistik stratejisidir. Bölge, Çin kapitalizminin Orta Asya’ya ve Avrupa’ya uzanacak altyapı ağının düğüm noktasıdır. Bu nedenle, gözetim rejimi ekonomik bir zorunluluk olarak dayatılmıştır. Sermaye, yalnızca insanı değil, mekânı da disipline etmektedir. Darren Byler’ın “terror capitalism” kavramı, bu durumu çarpıcı biçimde açıklar. Kapitalizm, “terörle mücadele” söylemini kullanarak yeni bir artı-değer biçimi yaratır. Gözetim endüstrisi, korku üzerinden büyür. Uygurların, Kazakların, Kırgızların “potansiyel tehdit” olarak kodlanması, sermaye için yeni bir yatırım alanı üretir: güvenlik teknolojileri, veri depolama altyapıları, biyometrik analiz yazılımları… Bu aygıtların her biri, bir yandan sömürüyü derinleştirirken öte yandan Batılı liberal demokrasilerin de aynı yönde evrildiğini gösterir. Kapitalizmin dijital evresinde “özgür yurttaş” ile “şüpheli özne” arasındaki sınır, üretkenlik katsayısına göre belirlenir. Çin’in sosyal kredi sistemi bunun en rafine biçimidir. Bugün Doğu Türkistan’da test edilen bu sistem, yakın gelecekte bütün Çin’e, oradan da kapitalist dünyanın geri kalanına yayılmaktadır. Kişisel puanlama mekanizmaları, gözetim kameraları, davranış analitiği… Bunlar yalnızca Çin’in değil, küresel kapitalizmin geleceğidir. Bu nedenle, Doğu Türkistan bir istisna değil, öncü örnektir. Burada kurulan distopya, yarının dünyasının prototipidir. Avrupa’nın sömürgeci laboratuvarları 19. yüzyılda nasıl savaş teknolojilerinin, kimyasal silahların ve kitlesel disiplin yöntemlerinin doğduğu mekânlarsa; Doğu Türkistan da 21. yüzyılın gözetim teknolojilerinin, algoritmik itaate dayalı yeni emek rejiminin doğum yeridir. Bugün Çin devleti, bu sistemi Venezuela’ya, Rusya’ya, Singapur’a ihraç etmeye başlamıştır. Rusya’da yüz tanıma sistemleri ve veri gözetimi uygulamaları hızla yayılmakta; Kazan ve Moskova’daki güvenlik yetkilileri, “Sincan modelini” incelemektedir. Böylece “otoriterlik” artık bir yönetim biçimi değil, sermaye birikiminin rasyonel gereğidir. Bu durum, yalnızca Çin’in değil, global kapitalizmin totaliter potansiyelini ifşa eder. Doğu Türkistan’daki kameralar, sadece Uygurlar’ı değil, gelecekte tüm insanlığı izlemektedir. Kapitalizm, artık yalnızca işçilerin bedenini değil, zihinlerini ve kimliklerini de üretim sürecinin parçası haline getirmiştir. Gözetim, üretimin yeni biçimidir; disiplin, artı-değerin yeni kaynağıdır.
Kapitalizmin tarihinde sömürge, her zaman bir laboratuvar olmuştur. Avrupa burjuvazisi için Cezayir, Hindistan ve Kongo nasıl yeni disiplin biçimlerinin, savaş teknolojilerinin ve ırkçı ideolojilerin test alanı olduysa; Çin kapitalizmi için de Doğu Türkistan aynı işlevi görmektedir. Bugün Urumçi’nin sokaklarında yürüyen devriye robotları, geçmişte Kongo’nun kauçuk tarlalarındaki kırbaçların dijital izdüşümüdür. 19. ve 20. yüzyıl kolonyalizmi, “medenileştirme misyonu” adı altında ırkçılığı kurumsallaştırdı; Çin kapitalizmi de “teröre karşı mücadele” söylemiyle aynı meşrulaştırma stratejisini kullanıyor. Marx’ın vurguladığı gibi, kapitalizm her krizde kendini yeniden üretmek için yeni sömürü alanları yaratır. Çin devleti, artık küresel sermayenin ayrılmaz bir bileşeni olduğundan, ulusal baskıyı piyasa düzeninin güvenliği adına meşrulaştırmaktadır. Doğu Türkistan’da kurulan toplama kampları, yalnızca Çin yasalarına değil, evrensel insanlık onuruna da aykırıdır. Fakat bu kamplar, tıpkı 19. yüzyıl sömürgelerinde olduğu gibi, “istisna alanları” olarak işlev görür. Avrupa’nın kolonilerinde hukukun askıya alındığı topraklar nasıl emperyal düzenin iç mantığını temsil ediyorsa, Çin’in kampları da kendi sisteminin gerçek yüzünü açığa çıkarır: burada yasa, sermayenin sürekliliğini güvence altına almak için askıya alınmıştır. Kolonyal devletler tarihte birbirlerinden öğrenmişlerdir. Fransız generaller Cezayir’deki işkence yöntemlerini Rusların Kafkasya’daki seferlerinden devralmış, İngiliz istihbaratı Hindistan’da geliştirdiği gözetim sistemlerini Filistin’de uygulamıştır. Bugün de Çin, kapitalizmin Batılı biçimlerinden öğrendiği yöntemleri, kendi totaliter piyasa düzenine entegre ediyor. Yani Doğu Türkistan’daki gözetim mekanizmaları, Batı’nın “demokratik” maskesi altındaki aynı üretim ilişkilerinin doğrudan devamıdır. Bu nedenle, Çin ile Batı arasındaki görünür rekabet, aslında sistemin içsel çelişkisidir. Sermaye, milliyet tanımaz; baskı ve sömürü her zaman birbirine benzeyen biçimler alır. Bugün Washington, Pekin’i “insan hakları ihlalleri” nedeniyle eleştirirken, aynı anda kendi teknoloji devleri bu ihlalleri mümkün kılan donanımları üretmektedir. Bu ikiyüzlülük, emperyalizmin küresel niteliğini açık eder: insan hakları söylemi, sermaye birikiminin ideolojik cephesidir. Doğu Türkistan’da uygulanan “sosyal kredi sistemi” bu tarihsel sürekliliğin bir başka göstergesidir. Çin devleti, 2020 hedefleri arasında her yurttaşın dijital bir puanlama sistemine dahil edilmesini planlamıştı. Bu sistem, bireyi yalnızca izlemekle kalmaz, onu ekonomik itaatin ölçülebilir birimlerine dönüştürür. Bugün bu model, yalnızca Çin’in diğer bölgelerine değil, Rusya’ya, Singapur’a, hatta Avrupa Birliği ülkelerine ihraç edilmektedir. Sermaye, artık yalnızca emek gücünü değil, davranışları ve itaat biçimlerini de ölçer hale gelmiştir. Doğu Türkistan bu anlamda, geleceğin dünya düzeninin bir fragmanıdır. Nasıl ki 19. yüzyılda kolonyal laboratuvarlar Avrupa’nın iç savaşlarının, faşizmin ve endüstriyel katliamların öncülü olmuşsa, Doğu Türkistan da gelecekteki dijital otoriterliğin provasıdır. Bugün orada test edilen gözetim teknolojileri, yarının küresel üretim disiplini olacaktır. Çin’in sömürgeci politikaları, klasik Batı kolonyalizminin modernleşmiş bir biçimidir. Ancak aradaki fark, artık sömürgeleştirilenin yalnızca bir bölge ya da halk değil, insanlığın kendisidir. Sermaye, dijitalleşmiş gözetim yoluyla insanın varoluşunu kolonize etmektedir. Bu süreçte Uygurlar, kapitalizmin yeni tarihinin ilk denekleri haline getirilmiştir.
Kapitalizmin krizi yalnızca ekonomide değil, ideolojide de derinleşti. 11 Eylül sonrası ortaya çıkan “teröre karşı savaş” söylemi, sermayenin küresel yeniden yapılanmasının ideolojik kılıfı haline geldi. ABD, Afganistan ve Irak’ta yürüttüğü işgalleri “demokrasi ihracı” olarak sunarken, aslında yeni bir küresel denetim paradigması inşa ediyordu. Çin bu paradigmayı ustalıkla içselleştirdi ve Doğu Türkistan’ı, Batı’nın oryantalist söyleminin yerel versiyonuna dönüştürdü. 11 Eylül öncesine kadar Çin devleti hiçbir Uygur’u “radikal İslamcı” olarak tanımlamıyordu. Ancak ABD’nin “terörle mücadele” stratejisi dünya sisteminin merkezine yerleştiğinde, Pekin de bu fırsatı elden kaçırmadı. Uygur halkının talepleri, bir anda “radikalizm” ve “ayrılıkçılık” etiketiyle bastırıldı. Kapitalist devletin zor aygıtı, artık yalnızca ulusal güvenliği değil, ideolojik homojenliği de korumakla görevliydi. Böylece “terörle mücadele” kavramı, Çin’in kolonyal politikasına yeni bir meşruiyet kazandırdı. Kamplarda tutulan bir milyon insan, “ekstremizmden arındırılmak” adına kültürel, dilsel ve dini kimliklerinden soyuldu. Devlet, Uygur kimliğini “tehdit unsuru” olarak kodladı; tıpkı Batı’nın Arap ya da Müslüman kimliğini “potansiyel düşman” olarak kodlaması gibi. Oryantalizm, böylece yeniden üretildi — bu kez Batı’nın değil, Doğu’nun elinde. Burada göz ardı edilemeyecek olan, ideolojik sürekliliktir. Oryantalist ırkçılık, kolonyal dönemde “medenileştirme misyonu” olarak sunulmuştu; bugün ise “radikalleşme ile mücadele” kisvesine bürünmüştür. Çin devleti, Batı emperyalizminin tarihsel söylemlerini kendi kapitalist güvenlik modeline tercüme etmiş, böylece küresel ideolojik uyumu sağlamıştır. Marx’ın ifadesiyle, tarih bir kez trajedi, ikinci kez komedi olarak tekerrür eder; emperyalizmin bugünkü komedisi, insanlık adına yürütülen gözetimdir. Kapitalist dünya sistemi, “İslam karşıtı savaş” ile “güvenlik kapitalizmini” aynı potada eritti. Çin’in Uygurlara yönelik politikaları, bu sentezin Asya’daki versiyonudur. Bu yüzden Batı’nın Doğu Türkistan konusundaki “insan hakları” tepkileri sahte bir hümanizmin ötesine geçemez. Aynı devletler, kendi sınırlarında göçmen kampları kurmakta, Müslüman mültecileri Akdeniz’de ölüme terk etmekte, gözetim teknolojilerini yerli halk üzerinde test etmektedir. Kapitalist devletler arasında ahlaki fark yoktur; yalnızca sömürünün ölçeği farklıdır. Batılı hükümetler Çin’i kınarken, onların vatandaşları sosyal medyada Çin’in “haklı” olduğunu, “Müslümanlara böyle davranmak gerektiğini” yazıyor. Bu, ırkçılığın küreselleşmesidir. “Teröre karşı savaş” ideolojisi, artık bir ulusun değil, bir sınıfın çıkarını temsil ediyor: mülkiyetin ve sermayenin güvenliğini. Bu ideolojik birliktelik, uluslararası politikada tuhaf bir ikiliği doğuruyor. ABD ve Avrupa, bir yandan Çin’i “insan hakları ihlalleri” nedeniyle hedef alıyor; diğer yandan Çin’in gözetim teknolojilerini kendi sınır güvenliği projelerinde kullanıyor. Böylece emperyalizm, karşıt kutuplar gibi görünen rejimlerin ortak bilinci haline geliyor. “Liberal demokrasi” ile “otoriter devlet kapitalizmi” arasındaki fark, artık biçimseldir; özde her ikisi de emeğin, kimliğin ve bilincin denetim altına alınması üzerine kuruludur. Bu yüzden Doğu Türkistan meselesini “anti-komünist” bir zeminde tartışmak, ideolojik bir tuzaktır. Çin’in bugünkü sistemi komünizm değil, devlet kapitalizmidir; üretim araçlarının mülkiyeti kolektif görünse de artı-değerin tahsili burjuva karakterini korur. Batı’nın “komünist Çin” imgesi, aslında kendi sömürüsünü meşrulaştırmanın aracıdır. Bu yanılsama, Türkiye’deki Uygur diasporasının sağcı çevrelerle ittifak kurmasına, konunun antikomünizm üzerinden okunmasına neden olmuştur. Ancak Çin bugün dünyadaki en gelişmiş kapitalist rejimlerden biridir; dolayısıyla Uygur meselesini “komünizme karşı direniş” olarak sunmak, tarihsel hakikati tersine çevirmektir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Eğer Çin gerçekten “komünist” olsaydı, neden global sermayenin en önemli merkezlerinden biri haline geldi? Neden Amerikan, Alman ve Japon devleri onunla böylesine sıkı işbirliği içinde? Çünkü kapitalizm, artık ulusal biçimlerin ötesine geçmiştir. Doğu Türkistan’daki baskı, ne Çin’e özgüdür, ne de “İslam karşıtı” bir istisna. O baskı, sermayenin küresel mantığının bölgesel tezahürüdür.
Doğu Türkistan’daki trajedi, ne yalnızca Çin’in iç siyasetiyle ne de Batı’nın dış politik hesaplarıyla açıklanabilir. Bu durum, küresel kapitalizmin bütün çelişkilerini bünyesinde toplayan bir tarihsel düğüm noktasıdır. Çin, 19. yüzyıl boyunca Batı emperyalizmi tarafından defalarca aşağılanmış, “Afyon Savaşları” ve kolonyal anlaşmalarla yarı-sömürgeye dönüştürülmüştü. Bugün aynı Çin, bu tarihsel aşağılanmanın psikolojisiyle hareket ederek, kendi emperyalizmini üretmektedir. Kapitalizmin diyalektiği budur: Dün mazlum olan, sermaye birikiminin yeni döngüsünde zalime dönüşür. Çin devleti, “Batı’ya karşı ulusal onurunu” kurtarma iddiasıyla, bugün Uygur halkına aynı kolonyal muameleyi reva görmektedir. Bu, yalnızca iktidarın intikamı değil, kapitalizmin tarihsel intikamıdır. Çin’in “millî birlik” ideali, özünde asimilasyonun ideolojik formudur. Etnik farklılık, devletin gözünde bir güvenlik riski olarak kodlanır; çünkü sermaye, homojen bir işgücü ister. Uygur kimliği, bu homojenliğe direndiği ölçüde “tehdit” haline gelir. Bu nedenle Çin devleti, asimilasyonu bir “medenileşme” değil, bir üretim disiplini politikası olarak uygular. “Kalkınma” projeleri, otoyollar, sanayi bölgeleri, hepsi aynı amaca hizmet eder: ulusal farklılığı ekonomik entegrasyon yoluyla silmek. Bu tabloyu yalnızca Çin’e özgü bir olgu olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Türkiye burjuvazisi de benzer bir refleksle Kürt halkına karşı aynı ideolojik aygıtları kullanmaktadır. “Bölücülük”, “terör”, “birlik ve beraberlik” gibi kavramlar, sermaye düzeninin siyasal dilidir. Uygur sorunu ile Kürt sorunu, biçimsel olarak farklı olsa da özde aynı sınıfsal içeriği taşır: her iki durumda da ulusal baskı, kapitalist devletin üretim ilişkilerini koruma mekanizmasıdır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte, dünya sosyalizminin bıraktığı boşluk, emperyalizmin ideolojik hegemonisiyle dolduruldu. Çin Halk Cumhuriyeti, kuruluşunda Sovyet milliyetler politikasından etkilenmişti; o dönemde tanınan özerklik hakları, etnik eşitlik ilkesine dayalıydı. Fakat 1980 sonrası kapitalist restorasyon süreci, bu hakları kademeli olarak ortadan kaldırdı. Çin’in “milliyetler politikası”, bugün Stalin dönemi Sovyetlerinin değil, neoliberal piyasa devletinin politikasıdır: kültürel kimlikleri değil, üretim kapasitelerini tanır. Sovyetler Birliği’nin Orta Asya’daki yönetimiyle Çin’in Uygur bölgesindeki yönetimini kıyaslamak, bu farkı açıkça gösterir. Sovyetler, tüm hatalarına rağmen, Orta Asya halklarına eğitim, dil, kültür ve sınıfsal dönüşüm imkanları tanımıştı. Asimilasyon hiçbir zaman açık hedef olmadı; tersine, ulusların eşitliği sosyalist inşanın temeliydi. Çin ise bu ilkeyi kapitalist bir biçimde tersine çevirdi: kimliklerin eşitliğini değil, kimliklerin ortadan kalkmasını hedefledi. Bugün Çin’in politikası, klasik anlamda bir “millî devletleşme” süreci değildir; bu, sermayenin ulusal form altında merkezîleşmesidir. Ulusal farklılıklar, ekonomik planlamanın önündeki “verimlilik engelleri” olarak görülür. Bu yüzden Çin Komünist Partisi, ideolojik düzeyde “ulusal birlik” vurgusu yaparken, pratikte bir etnik homojenlik projesi yürütmektedir. Bu, klasik burjuva milliyetçiliğinin post-modern bir versiyonudur. Bu süreçte Türkiye’nin tavrı ise, emperyalist sistemin ahlaki çöküşünü simgeler. 2010’ların başında Uygur meselesini kendi iç politikasında “dini duyarlılık” üzerinden istismar eden AKP iktidarı, Çin’le ekonomik çıkar ilişkileri derinleşince bir anda sessizliğe gömülmüştür. “Bir Kuşak-Bir Yol” projesi kapsamında beklenen yatırımlar, Türk sermayesinin ağzını sulandırmakta; insanlık trajedisi, döviz kurları karşısında değersizleşmektedir. Türkiye devletinin bu suskunluğu, yalnızca diplomatik bir çıkar hesabı değil, aynı zamanda ideolojik bir tercihtir. Çünkü Türkiye, tıpkı Çin gibi, kendi içindeki sınıfsal çelişkileri bastırmak için milliyetçiliğe ve dinci ideolojiye yaslanmaktadır. Bu nedenle Uygur halkının acısı, ancak iç politikada manipülatif bir araç olarak işlev gördüğü sürece gündeme gelir. Kapitalist devletler arasında fark yoktur; hepsi aynı sınıfın çıkarına hizmet eder. Uygurların özgürlüğü, ne Amerikan “insan hakları” söyleminde, ne Türk-İslamcı hamasette, ne de Çin’in “kalkınma” masalında bulunabilir. Bu özgürlük, ancak enternasyonalist bir işçi hareketinin yeniden doğuşunda mümkündür. Çünkü her ulusal baskı, nihayetinde sınıfsal bir baskıdır; ve her sınıfsal baskı, devrimci bir karşılık bekler.
Doğu Türkistan’ın bugünkü çelişkilerini anlamak, yalnızca çağdaş gözetim rejimine bakmakla değil, bölgenin tarihsel dönüşümünü sınıfsal bir perspektifle okumakla mümkündür. Çin’in Sincan olarak adlandırdığı bu topraklar, 18. yüzyıldan itibaren ardı arkası kesilmeyen kolonyal müdahalelerin sahnesi olmuştur. 1759’da Çing (Qing) Hanedanı, Hokand Hanlığı’nın etkisi altındaki bölgeyi işgal ettiğinde, Doğu Türkistan henüz modern anlamda ulusal bir birliğe sahip değildi. Yerel beylikler, dini liderlikler ve kabile ağaları arasında bölünmüş bir yapı hâkimdi. Çin’in sömürgeci politikası bu dağınıklığı ustalıkla kullandı. Hanedan, yerel din önderlerini ve toprak sahiplerini rüşvet, vergi muafiyeti ve askeri destekle kendi kontrolüne aldı. Böylece ekonomik sömürü ile dini otoriteyi birbirine eklemleyerek, klasik bir yarı-feodal sömürge düzeni kurdu. Yakup Bey’in 1865’teki ayaklanması, bu feodal yapının içinden doğmuştu. Fergana Vadisi’nden gelen Yakup Bey, Hokand Hanlığı’nın desteğiyle Kaşgar ve Yarkent’i ele geçirdi, “Jedşar” yönetimini kurdu. Ancak bu yönetim, halkın devrimci potansiyelini değil, dini fanatizmi örgütlemişti. “Cihat” sloganları altında yürütülen bu hareket, feodal köleci ilişkileri sürdürmüş, kadınları ve köylüleri ikinci sınıf varlıklar olarak konumlandırmış, şeriat mahkemeleriyle dini otoriteyi yeniden tesis etmişti. Yakup Bey’in yönetimi, burjuva ulusçuluğun öncesi bile olmayan bir gericilikti: halkın öfkesini gerçek kurtuluş yönüne değil, dinî köleliğe yöneltmişti. Çin ordusu bu isyanı 1878’de bastırdığında, geriye yıkılmış şehirler, köleleştirilmiş işçiler ve hayal kırıklığına uğramış bir halk bıraktı. 19. yüzyıl boyunca Çin, İngiltere ve Rusya’nın Asya’daki emperyalist çekişmesinin tam ortasında kaldı. Sinciang, bu rekabetin sınır hattına dönüştü. İngilizler Hindistan’dan, Ruslar Orta Asya’dan ilerlerken, Çin her iki gücün arasında tampon görevi görüyordu. 1881’deki İli Anlaşması, Rusya’ya Sinciang’da konsolosluk açma hakkı verdi — bu, bölgenin fiilen yarı-sömürge haline geldiğini tescilledi. Böylece Çin’in kolonyal baskısı, Batı’nın emperyal vesayetinin uzantısı haline geldi. 1911 Devrimi, Çin’de monarşinin sonunu getirirken, Sinciang’da askeri diktatörlerin dönemini başlattı. Yang Zengşin ve Cin Şuren gibi yerel valiler, bölgeyi merkezden bağımsız birer özel mülk gibi yönetti. Halk üzerindeki vergi yükü ağırlaştı, toprakların büyük kısmı Han yerleşimcilere aktarıldı. 1930’larda bu sömürgeci baskı, Uygurlar arasında yeni bir ayaklanma dalgası yarattı. Ancak bu isyanlar, yine dini gericiliğin gölgesinde şekillendi. 1933’te Kaşgar’da kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, halkın sömürgecilik karşıtı öfkesini gerici bir ideolojiye teslim etti. “Cihat” çağrılarıyla yükselen bu rejim, şeriat yasalarıyla kadınları köleleştirdi, köylüleri toprak ağalarına bağımlı hale getirdi ve en sonunda kendi çelişkileri içinde yıkıldı. Sovyetler Birliği’nin bu dönemdeki tavrı belirleyicidir. Sovyetler, millî kurtuluş hareketlerini desteklemekle birlikte, gerici-şeriatçı unsurların bu mücadeleleri saptırabileceğini de biliyordu. Bu yüzden 1934’te Şeng Şısay yönetimini destekleyerek Kaşgar’daki İslam Cumhuriyeti’ni tasfiye etti. Sovyet yardımıyla Sinciang’da kısa süreliğine etnik eşitlik, eğitim reformları ve ekonomik istikrar sağlandı. Fakat bu dönem de kalıcı olamadı: Şeng Şısay kısa sürede Kuomintang çizgisine kayarak anti-komünist temizlik hareketi başlattı, ilerici kadroları tutuklattı ve Sinciang’ı yeniden bir sömürge garnizonuna çevirdi. 1944’te patlak veren Üç Bölge Devrimi, bu tarihsel zincirdeki en önemli kırılmadır. İli, Tarbagatay ve Altay bölgelerinde yükselen bu hareket, başlangıçta din adamlarının ve toprak sahiplerinin etkisi altındaydı. Ancak Ahmetcan Kasım ve Abdülkerim Abbasov gibi sosyalist eğilimli kadroların önderliğiyle, devrimci bir karakter kazandı. “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” adı altında kurulan yönetim, kısa sürede şeriatçı ve feodal unsurlardan arındırılarak daha ilerici bir yönelim benimsedi. Fakat Çin iç savaşının gölgesinde kalan bu hareket, Kuomintang’ın askeri gücü ve Sovyet politikasının değişimi nedeniyle 1949’da tasfiye edildi. Bu tarihsel süreç, iki temel gerçeği gösterir: Birincisi, Uygur halkının isyan geleneği süreklidir; halk, yüzyıllardır sömürgeci baskıya karşı direnmektedir. İkincisi, bu direnişin yönü tarih boyunca iki farklı ideolojik kutup arasında salınmıştır — feodal-dinî gericilik ile devrimci-sosyalist bilinç. Gerici kutup her seferinde yenilgiye yol açmış, devrimci potansiyel ise ya yalnız bırakılmış ya da dış güçlerce manipüle edilmiştir. Bugün Çin devleti, bu tarihsel deneyimleri “bölücülük” bahanesiyle unutturmaya çalışıyor. Ancak Doğu Türkistan’ın gerçek tarihi, halkın özgürlük arayışının tarihidir. O arayış, ne cihatçılıkla ne de milliyetçilikle özdeşleştirilebilir; o arayış, sınıfsal kurtuluşun ve toplumsal eşitliğin tarihidir.
Doğu Türkistan’daki baskı, kapitalizmin evriminde rastlantısal bir sapma değil, sistemin mantıksal sonucudur. Kapitalizm, doğası gereği eşitsizlik, sömürü ve tahakküm üretir; her yeni teknolojik sıçrama, yalnızca üretimi değil, baskıyı da geliştirir. Çin’in “akıllı gözetim” düzeni, yapay zekâ destekli dijital kapitalizmin insansız bir hapishanesidir. Uygurların toplama kamplarında yaşadığı şey, yalnızca etnik bir trajedi değil, insanlığın geleceğine dair bir uyarıdır. Bugün Çin, Batı’nın 19. yüzyılda kurduğu emperyal yapının modern kopyasını işletiyor. Fark yalnızca biçimdedir: Batı’nın sömürgesi, denizaşırıydı; Çin’in sömürgesi, kendi içinde. Ancak sonuç aynıdır — sermaye birikimi, insanı mülksüzleştirerek ilerler. “Bir Kuşak-Bir Yol” projesi, sadece bir ekonomik ağ değil, yeni bir sömürge zinciridir; yolları birbirine bağlarken, halkları birbirinden koparır. Kapitalizmin her biçimi, ister “liberal demokrasi”, ister “devlet kapitalizmi” adı altında gelsin, özünde aynı antagonizmayı taşır: azınlığın mülkiyeti, çoğunluğun itaatine dayanır. Çin’de gözetim kamerası, ABD’de sosyal medya algoritması, Avrupa’da mülteci kampı — hepsi aynı işlevi görür: sistemin çarklarına dişli üretmek. Uygur halkı bu çarkların arasında ezilen ilklerden biridir; ama son olmayacaktır. Bu nedenle Doğu Türkistan’daki mücadele, yalnızca Uygurların değil, bütün dünya işçilerinin mücadelesidir. Çünkü sermaye artık ulusal sınır tanımamaktadır; baskıya karşı direniş de tanımamalıdır. Uygurların kurtuluşu, Çin proletaryasının özgürleşmesiyle; Çin proletaryasının özgürleşmesi ise, küresel işçi sınıfının devrimci birliğinin yeniden inşasıyla mümkündür. Tarihin öğrettiği en temel gerçek şudur: hiçbir ulus, başka bir ulusu ezerken özgür kalamaz. Çin devleti, Uygur halkını baskı altında tutarken kendi proletaryasını da zincirlemektedir. Bu zincir, hem fiziksel hem ideolojiktir. Devletin propagandası, Han halkına “birlik” adı altında itaat öğretir; tıpkı Türkiye’deki “tek millet” söyleminin işçi sınıfını bölmesi gibi. Ulusal birliğin ardında gizlenen şey, sınıfsal parçalanmadır. Bu nedenle gerçek dayanışma, devletler arasında değil, halklar arasındadır. Uygur işçisiyle Çinli işçi, Kürt emekçisiyle Türk işçisi, Filistinliyle Mısırlı, hepsi aynı sistemin zincirleriyle bağlıdır. Enternasyonal dayanışma, insan hakları retoriğinin ötesinde, maddi bir zorunluluktur. Eğer dünya proletaryası bu bağın bilincine varmazsa, her halk sırayla aynı makinenin dişlisi haline gelir. Doğu Türkistan’ın kurtuluşu, bir “ulus devlet” kurmakla değil, ulusal baskının sınıfsal temellerini ortadan kaldırmakla mümkündür. Bu da ancak devrimci bir dönüşümle, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ilgasıyla gerçekleşebilir. Gerçek kurtuluş, sınıfların ortadan kalktığı bir dünyadır. Kapitalizmin çelik duvarları, bugün Urumçi’de, Şanghay’da, İstanbul’da ve New York’ta aynı hızla yükseliyor. Her kameranın, her kredinin, her dijital izleme aracının ardında aynı ideolojik yapı vardır: sermayenin güvenliği. Oysa tarih bize şunu öğretmiştir: hiçbir duvar, halkların öfkesini sonsuza dek durduramaz. Uygur halkının sesi, sansür duvarlarını aşıp dünya işçilerine ulaştığında, tarih yeniden yazılacaktır. Çünkü bu ses, yalnızca bir halkın değil, insanlığın özgürlük talebidir. Bu çağrıya kulak vermek, yalnızca bir dayanışma görevi değil, bir sınıf bilinci sorumluluğudur. Günün birinde Doğu Türkistan’ın bozkırlarında, kampların yerini özgür meclisler aldığında; yüz tanıma kameralarının yerini halkın doğrudan gözü, gözetimin değil dayanışmanın ağı kurulduğunda; işte o zaman insanlık, tarihin en karanlık laboratuvarlarından birini devrimle mühürlemiş olacaktır. Çünkü her baskının sonunda, bir halk ayağa kalkar. Ve her ayağa kalkışta, sermaye titrer. Uygurların direnişi, yalnızca onların değil, hepimizin direnişidir. Doğu Türkistan meselesi, ne Çin’in iç işi ne de Batı’nın ahlaki bahanesidir. Bu mesele, küresel kapitalizmin en çıplak halidir. Uygurların özgürlüğü, yalnızca Çin’in değil, bütün bir insanlığın özgürlüğünün eşiğidir — o eşik, ancak devrimle aşılabilir.