Advertisement

YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!

VAROLUŞÇULUK

Varoluşçuluk, bireyin özgürlük ve sorumluluk bilincine odaklanan, bireyi merkeze alan modern bir felsefe olarak 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da etkili olmuştur. Bu akım, insanın varoluşu ile doğal nesnelerin varoluşu arasındaki farkı irade ve bilinç temelinde kurar. İnsan, ölüme mahkûm bir varlıktır; dünyaya fırlatılmıştır, kaygı, korku ve yalnızlıkla çevrilidir. Hiçlik karşısında çaresiz kalan insan, seçimleri aracılığıyla kendini ve dünyayı anlamlandırmaya çalışır. “Varoluş özden önce gelir” ilkesiyle insanın kendi özünü eylemleriyle yarattığı ileri sürülür. Ne var ki, bu bireyci özgürlük söylemi, sınıflı toplumun ideolojik gölgesinde şekillenmiştir. Varoluşçuluk, sanayi kapitalizminin yükselişiyle birlikte, burjuva aydınlarının kendi varoluş bunalımlarını felsefi bir sistem haline getirme çabasıdır. Bu yönüyle, toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelirken bireysel dramları yüceltmiştir. Marksist eleştiriye göre, varoluşçuluk bir burjuva ideolojisidir çünkü bireysel özgürlüğü merkeze alırken emek, üretim ve sınıf gerçekliğini reddeder. Bireyin özgürlüğünü yücelten bu anlayış, aslında toplumsal bağlamdan kopuk bir soyutlama olarak kalır ve sonuçta burjuvazinin elinde etkisiz bir hümanizm biçimine dönüşür. Varoluşçuluk, toplum içindeki bireyin deneyiminin biricikliğini öne çıkarırken, bireyin içinde bulunduğu üretim ilişkilerini, ekonomik koşulları ve sınıfsal konumunu dışlar. Oysa Marksizm, insanın toplumsal varlığının bilincini belirlediğini; bireyin, üretim ilişkileriyle örülü bir tarihsel bağlam içinde şekillendiğini gösterir. Bu nedenle varoluşçuluk, insanın varoluşsal kaygılarını dile getirirken, bu kaygının kaynağı olan toplumsal yabancılaşmayı kavrayamaz. Bu felsefe kilise, okul, devlet ve bilim gibi ideolojik aygıtların birey üzerindeki tahakkümünü eleştirir görünür; ama bunu sınıf temelli bir analizle değil, soyut bir “insanlık durumu” kavramıyla yapar. Böylece, sistemin kendisini değil, sistem içinde bocalayan bireyi sorumlu tutar. İnsan dünyaya atılmış, kimsesiz ve çaresizdir; oysa Marksizm der ki, insan kendi tarihini yapar, fakat onu kendi seçtiği koşullar altında değil, bulduğu toplumsal koşullar altında yapar. Bu nedenle varoluşçuluk, özgürlük üzerine konuşurken bile, gerçek özgürlüğün maddi temelini —yani üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini— gözden kaçırır. Gerçek özgürlük, soyut seçimlerde değil, sınıf zincirlerinin kırılmasındadır.

Varoluşçuluk bireyin özgürlüğünü vurgular; insanın kendi seçimleriyle hayatını şekillendirdiği, yaptığı her eylemden sorumlu olduğu düşüncesini savunur. İnsan, yeryüzüne “fırlatılmış” bir varlıktır. Önceden belirlenmiş bir özü yoktur; özünü, seçimleri ve eylemleriyle yaratır. Bu bakımdan, varoluşçuluğa göre herkes var olabilir ama ancak kendi değerlerini yaratabilirse “öz”e sahip olabilir. Yardımseverlik, paylaşma, düşünme gibi insani değerlerle donanmış bir öz, gerçek varoluşun göstergesidir. Ne var ki bu bireysel özgürlük anlayışı, toplumsal ve ekonomik koşullardan bağımsız düşünüldüğünde yanıltıcıdır. İnsanın özgürlüğü, üretim biçimleri, devlet, medya ve yönetim mekanizmaları tarafından şekillendirilir. Kapitalist toplumda insan, görünürde özgürdür ama bu özgürlük, piyasanın ve ideolojinin çizdiği dar sınırlar içinde gerçekleşir. Bireyin kendi seçimleriyle hayatını şekillendirdiği yanılsaması, aslında sistemin en etkili ideolojik aracıdır. İnsan, kendisini özgür sandığı ölçüde, zincirlerinin farkına varmaz. Marksizm’e göre bireyin eylemleri, içinde bulunduğu ekonomik koşullar tarafından sınırlandırılır. Toplumsal yapı, üretim ilişkileri ve sınıf konumları, insanların düşünce ve davranışlarını belirler. Varoluşçuluk bireyin özgür iradesini kutsarken, Marksizm bu iradenin tarihsel olarak belirlenmiş olduğunu gösterir. Ancak bu, insanın tamamen belirlenmiş, pasif bir varlık olduğu anlamına gelmez. Aksine, sınıf mücadelesi insanın özgürleşme alanıdır. İnsanın özünü, toplumsal pratiği —yani üretim ve devrimci eylemi— biçimlendirir. Bu noktada varoluşçulukla Marksizm arasında bir bağ kurulabilir. Her iki düşünce de insanın kendi kaderini belirleme yetisine vurgu yapar, ancak biri bunu soyut birey üzerinden, diğeri somut sınıf ilişkileri üzerinden yapar. Varoluşçuluk, bireyin varoluşunu kendi seçimleriyle anlamlandırma mücadelesi olarak görür; Marksizm ise bu mücadelenin toplumsal özgürlük için verilmesi gerektiğini söyler. Gerçek özgürlük, yalnızca bireyin değil, tüm insanlığın kurtuluşuyla mümkündür. Varoluşçu felsefe insanı birey olarak ele alır ama onu “somut koşullar” içinde konumlandırdığını iddia eder. Fakat bu koşullar, Marksist anlamda üretim ilişkileri değil, daha çok insanın ölüm, kaygı ve yalnızlık gibi varoluşsal halleriyle ilgilidir. Bu yönüyle varoluşçuluk, insanın toplumsal yabancılaşmasını kişisel bir dram haline getirir. Oysa Marksizm, bu yabancılaşmanın kökenini özel mülkiyet ve emek sömürüsünde bulur. Bir devrim sonucu koşulların değişmesiyle özgürlüğün felsefesi mümkün olacaktır. Varoluşçuluğun bireysel özgürlük vurgusu, ancak devrimci dönüşümle, yani insanın üretim ve yaşam koşullarını değiştirme pratiğiyle toplumsal anlam kazanabilir. İnsan kendi özünü yalnızca düşüncede değil, eylemde yaratır —ve bu eylem, sınıf mücadelesi alanında biçimlenir.

Varoluşçuluk, kökeninde hümanist bir iddiayı taşır. İnsanı merkeze alır, bütün değerlerin ve erdemlerin insan temelinde oluşturulması gerektiğini savunur. Çünkü yalnızca insanın düşünme, karar verme ve seçme yeteneği vardır. Bu nedenle varoluşçu filozoflar, insanı kaderini kendi elleriyle belirleyen bir varlık olarak tanımlar. “İnsan bırakılmışlık içinde kararını kendisi vermek durumundadır ve ancak bu karar ve eylemle kendini hümanist bir varlık olarak kurabilecektir.” Ne var ki bu hümanizm, Marksist anlamda insanın toplumsal bütünlüğünü değil, soyut bir bireyselliği yüceltir. Burjuva hümanizmi, insanı tarihsel bağlamından kopararak ele alır. İnsan burada sınıf ilişkilerinden, üretimden, emekten, hatta toplumdan arındırılmış bir varlık haline gelir. Böyle bir “insan” anlayışı, kapitalizmin insansızlaştırıcı doğasını gizler; çünkü bireyin özgürlüğünü sınıf zincirlerinden koparmadan düşünmek, yalnızca ideolojik bir yanılsamadır. Varoluşçuluk, fenomenolojiyle bağlantılı olarak “yaşantı”yı, “bilincin deneyimini” öne çıkarır. Fenomenoloji, insanın dünyayı algılama biçimlerini açıklamaya çalışırken, toplumsal gerçekliği bilincin içsel yapısına indirger. Bu, burjuva bilincinin kendi kendini açıklama çabasıdır: Kapitalizmin yarattığı yabancılaşmayı, bilincin öznel sınırlarına hapseder. Marksizm ise, bilinci değil, bilinci belirleyen toplumsal üretim koşullarını inceler. Bilincin özgürleşmesi, maddi koşulların devrimci dönüşümüne bağlıdır. Varoluşçuluğun hümanist söylemi, burjuva aydınlarının kendilerini “insanlığın vicdanı” olarak konumlandırmalarına da hizmet etmiştir. Oysa bu vicdan, sömürü düzeninin devam ettiği bir dünyada hiçbir anlam taşımaz. Burjuva aydını, sistemin nimetlerinden faydalanırken onun eleştirisini yapar; fakat bu eleştiri, sınıfsal zeminden yoksundur. Bu nedenle varoluşçu felsefe, bir yandan toplumsal baskılara karşı çıkarken, diğer yandan bu baskıların kaynağı olan ekonomik sistemi sorgulamaz. Bu çelişki, varoluşçuluğu burjuva ideolojisinin en incelmiş biçimi haline getirir. İnsan kilise, devlet, bilim, medya ve okul tarafından kuşatılmıştır; sistem onu “adam” etmeye, biçimlendirmeye, yönlendirmeye çalışır. İnsan, kendi arzusu ile yaşadığını sanır, ama gerçekte sistemin rızaya dayalı kölesidir. Varoluşçuluk, bu durumun farkındalığını ortaya koyar; fakat çözümü bireyin iç dünyasına çeker, toplumsal eylemi değil kişisel başkaldırıyı önerir. Marksist teori ise, bireyin yabancılaşmasının kaynağını insanın emeğinin metalaşmasında bulur. Yabancılaşmadan kurtuluş, bireysel farkındalıkla değil, kolektif devrimci pratikle mümkündür. İnsan, kendisini yalnızca bilincinde değil, üretim ve toplumsal mücadele alanında yeniden kurabilir. Hümanizm ancak sınıf zincirlerinin kırıldığı bir dünyada, yani komünist toplumda gerçek anlamını bulabilir.

Varoluşçu felsefe içinde iki ana eğilim vardır: dinsel varoluşçuluk ve ateist varoluşçuluk. Her iki eğilim de insanın özgürlük arayışını merkeze alır; ancak biri özgürlüğü tanrının iradesiyle ilişkilendirirken, diğeri tanrıyı reddederek insanın kendi kendisini yaratabileceğini savunur. Ateist filozoflara göre, tanrının varlığı ya da yokluğu kanıtlanamaz; dolayısıyla insanın kaderi kendi ellerindedir. Deist veya dinsel varoluşçular ise özgürlüğü metafizik bir temelde, yaratıcıyla bağ kurarak anlamlandırmaya çalışırlar. Marksist bakış açısından bu ayrım, yalnızca ideolojik bir yanılsamadır. Çünkü hem dinsel hem de ateist varoluşçuluk, bireyi toplumsal bağlamdan koparır. Tanrıya inanmak ya da inanmamak, kapitalist düzenin temellerini sarsmaz. Her iki durumda da insanın özgürlüğü, sınıfsal tahakkümün sınırları içinde şekillenir. Dinsel varoluşçuluk, özgürlüğü tanrının takdirine bağlayarak teslimiyeti üretir; ateist varoluşçuluk ise özgürlüğü bireysel bilince hapsederek sistemin maddi dayanaklarını görünmez kılar. Varoluşçulukta etik, bireyin kendi seçimiyle belirlenir. İnsan, kendi değerlerini yaratır, bu değerlere göre yaşar. Ancak Marksizm’e göre etik, üretim ilişkilerinin ve sınıf çıkarlarının yansımasıdır. Kapitalist toplumda “bireysel etik” olarak yüceltilen şey, çoğu kez burjuva değerlerinin içselleştirilmiş biçimidir. Özgür seçimden bahseden birey, aslında piyasanın, ideolojinin ve kültürel hegemoninin belirlediği sınırlar içinde seçmektedir. Kilise ve cami kurumunun etkisiyle dindar olmak, ya da komünist parti baskısıyla devrimci olmak, varoluşçu felsefeye göre özgürlük değildir. Ancak Marksist bir bakışla, bu yaklaşım özgürlüğü soyut bir bilinç haline indirger. Gerçek özgürlük, bireyin sisteme “dışarıdan” bir seçim yapmasıyla değil, üretim ilişkilerini dönüştüren kolektif eylemle mümkündür. Bireyin kendi başına seçtiği “özgürlük”, yalnızca sistemin izin verdiği kadar özgürlüktür. Varoluşçuluk, insanın dünyaya fırlatılmış, kimsesiz ve umutsuz bir varlık olduğunu söyler. Bu dünyada insan kaygılıdır, korkar, titrer, çünkü sistemin baskısı altında yaşamaktadır. Ne var ki bu baskı, varoluşçulukta metafizik bir kader gibi ele alınır. Oysa Marksizm, bu baskının toplumsal kaynağını açığa çıkarır: üretim araçlarının özel mülkiyeti, sınıflı toplum, artı-değer sömürüsü. İnsan, yalnızca bu maddi temeli yıkarak gerçek özgürlüğüne kavuşabilir. Bu nedenle Marksist eleştiri, varoluşçuluğun bireysel özgürlük ve etik vurgusunu reddetmez, fakat onu devrimci bir içerikle yeniden tanımlar. İnsan yalnızca “kendi seçimiyle” değil, kolektif mücadele içinde, tarihsel pratiğiyle özünü yaratır. Özgürlük, bir bilinç durumu değil, bir toplumsal dönüşüm eylemidir.

Varoluşçuluk, 20. yüzyılın ortalarında Avrupa’nın savaş yorgunu atmosferinde yükseldi. İnsanlığın yaşadığı kriz, toplumsal çözülme ve umutsuzluk, bu felsefenin temel ruhunu biçimlendirdi. Yüzyıl, sanat ve politika açısından olduğu kadar felsefe açısından da “zengin” bir yüzyıldı; fenomenoloji, eleştirel teori, yapısalcılık ve postmodernizm gibi akımların arasında varoluşçuluk, belki de dönemin ruhuna en çok hitap eden felsefe haline geldi. Çünkü savaşlar, yıkımlar ve sömürü, insanı hem bireysel hem toplumsal anlamda çıplak varoluşuyla yüz yüze bırakmıştı. Ancak varoluşçuluk, bu tarihsel krizi aşma değil, ona uyum sağlama felsefesi haline geldi. Toplumsal çöküşü bireysel trajediye, sınıf çelişkisini kişisel kaygıya dönüştürdü. Bu nedenle Marksist düşünürler, varoluşçuluğu bir “burjuva ideolojisi” olarak tanımlarlar. Çünkü bu felsefe, kapitalist toplumun yarattığı yabancılaşmayı teşhir ederken, aynı zamanda onu doğallaştırır. Sömürünün, yalnızlığın ve anlamsızlığın nedeni, üretim biçimi değil, insanın kaderiymiş gibi sunulur. Varoluşçu filozoflar, bilimin ve siyasetin dilini terk ederek sanatın şiirsel, duygusal dilini benimsemişlerdir. Bu, onların felsefelerini daha “insani” kılmış, ama aynı zamanda politik etkisini zayıflatmıştır. Sartre gibi bazı düşünürler Marksizm’le varoluşçuluğu birleştirmeye çalışmış, “varoluşçu Marksizm” adını verdikleri bir sentez önermiştir. Fakat bu sentez de sınırlı kalmıştır; çünkü bireyin özgürlüğünü toplumsal devrimle ilişkilendirmek yerine, yine bilincin düzleminde bırakmıştır. Varoluşçuluk, kökleri bakımından idealizme daha yakındır. Materyalist felsefenin tam karşısında bir konumdur. Çünkü Marksist diyalektik materyalizme göre, varlık birincildir; bilinç, toplumsal varoluşun ürünüdür. İdealizm ve materyalizmin dışında bir “üçüncü yol” arayışı, felsefi olarak temelsizdir. Bu nedenle varoluşçuluk, kaçınılmaz olarak irrasyonalizme, yani akıldışılığa yönelmiştir. Varoluşçuluğun yükselişi, aynı zamanda burjuva aydının kendi sınıfına duyduğu utancın felsefeye dönüşmesidir. Bu felsefe, sömürü düzeninin yarattığı vicdan azabını bireysel bir “anlam arayışı”na dönüştürür. Fakat tarih ilerledikçe, bu bireysel arayışın sistemin devamına hizmet ettiği anlaşılmıştır. Varoluşçuluk, sınıflı toplumun çelişkilerini aşamadığı için, tıpkı o toplum gibi çözülmeye mahkûmdur. Sonuçta, insanın özgürlüğünden bahseden bir felsefe, üretim araçlarının özel mülkiyetini sorgulamadığı sürece, yalnızca ideolojik bir maskedir. Gerçek özgürlük, bireysel seçimde değil, toplumsal dönüşümde yatar. İnsan kendi özünü yalnızca kişisel bilinçle değil, kolektif eylemle, devrimle yaratabilir. Varoluşçuluk, insana özgürlük vaadi sunmuş, fakat onu zincirlerinden kurtaramamıştır. Marksist bakış açısı, bu zincirleri kırmanın yolunu gösterir: üretim ilişkilerini dönüştürmek, sınıf mücadelesini yükseltmek ve insanı tarihinin öznesi haline getirmek. İnsan, ancak o zaman, hem varoluşunu hem özünü gerçekten yaratabilir.