Dünya devriminin tarihsel çizgisi, yalnızca yıkıcı bir iradenin değil, aynı zamanda bilimin soğukkanlı sürekliliğinin ürünüdür. Fakat her devrim, kendi öznelliğini aşamadığı ölçüde, tarihin eğriliğini kavrayamaz. Marksizmin tarihsel gelişimi boyunca en çetrefilli düğüm, işte bu öznellik ile nesnelliğin diyalektiğinde, teorinin pratikle, partinin sınıfla, enternasyonalizmin ulusla kesiştiği noktada düğümlenmiştir. Troçkizm, bu düğümü çözmeye değil, kendi narsistik aynasında yeniden üretmeye yeltenen bir teorik sapmadır. Onun özünde, tarihsel materyalizmin nesnel devrim anlayışı değil, küçük burjuva öznelciliğinin yüceltilmiş bir biçimi yatar. Bu metin, söz konusu sapmayı polemiksel biçimde parçalamakla kalmayacak; aynı zamanda Marksizmin devrim teorisini, örgüt anlayışını ve enternasyonal pratiğini, tarihsel bütünlüğü içinde yeniden kuracaktır. Troçkizm, her şeyden önce, bir “çelişki bulma sanatı” olarak doğdu. Ne var ki, bulduğu çelişkilerin çoğu kendi zihinsel üretimiyle sınırlı kaldı. Kimilerinin marksistleri “Stalinist bir sürekli devrim teorisi” olarak adlandırmaları, teorik derinliğin değil, ideolojik huzursuzluğun ifadesidir. Oysa mesele basittir: ya proletaryanın devrimci iktidar perspektifine sahip olmak gerekir, ya da soyut bir devrim hayaliyle teorik mastürbasyon yaparak “eleştirel” kalmak. Troçkizmin tarihsel talihsizliği, birincisini başaramayıp ikincisini fazlasıyla içselleştirmesidir. Marksist teori açısından devrim, aşamaların aritmetiği değil, sınıf ilişkilerinin diyalektiğidir. Lenin’in 1905’te “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülünde, burjuva demokratik aşamanın ötesine taşan bir devrimci içeriğin filizleri vardır. Bu formül, Menşevik aşamacılığın değil, tam tersine, sosyalist devrim perspektifinin tarihsel bir habercisidir. Troçkistlerin iddia ettiği gibi Lenin’in 1917 öncesi aşamacı bir duruşu yoktur; o, demokratik diktatörlüğü, proletaryanın iktidar pratiğine geçişin savaş organı olarak kavramıştır. Bu, ne bir “dönemsel uzlaşma” ne de bir gecikmiş sosyalizmdir; devrimci sınıfın tarihsel inisiyatifinin örgütlü biçimidir. Troçkizm, devrimi tarihsel bir süreç olarak değil, teorik bir illüzyon olarak ele alır. Onun için sürekli devrim, tarihin içkin yasalarının değil, teorisyenin kendini gerçekleştirme tutkusunun adıdır. Troçki, devrimci momenti evrensel bir sıçrama olarak tahayyül ederken, devrimin öznesini —örgütlü proletaryayı— yalnızca bir katalizöre indirger. Oysa Lenin için parti, sınıfın devrimci özbilincinin kurumsallaşmış biçimidir; devrimin garantisi, öznel arzunun değil, örgütsel disiplinin ürünüdür. İşte bu noktada, Troçkistlerin asla anlamadığı diyalektik belirir: Örgüt, nesnel koşulların zorunlu sonucu değil, o koşulları dönüştüren öznel kudretin biçimidir. Kimilerinin Lenin’i bir “aşamacı” gibi gösterip, 1917’de Troçki’yle “buluştuğunu” iddia ederken, tarihsel bağlamı kesip atarlar. Bu, tarihsel materyalizmin değil, ahistorik keyfiliğin ürünüdür. Lenin’in devrim anlayışı, Troçki’nin soyut enternasyonalizmine değil, somut iktidar mücadelesine dayanır. Lenin için iktidarın ele geçirilmesi, yalnızca bir araç değil, sosyalist devrimin ta kendisidir. Troçkizm ise, iktidarı sürekli ertelenen bir “nihai safha” olarak konumlandırır; böylece devrimi pratik bir görev olmaktan çıkarır, metafizik bir arzu nesnesine dönüştürür. Troçkizmin “narsisizmi” de tam burada kök salar. Troçki, kendi teorik tutarlılığını tarihsel gerçeklikten değil, kendi imgesinden türetir. Bu öznelci sapma, çağdaş Troçkistlerin de karakterini belirler. Bugün onlar, politik örgütlenmeyi değil, ideolojik kimliklerini kutsallaştırırlar. Teori, onlarda devrimi açıklamanın değil, kendi varoluşlarını meşrulaştırmanın aracıdır. Troçkizm bir siyaset değil, bir aydın mezhebidir; tarihsel görevi, sosyalist inşayı ilerletmek değil, bitmek bilmeyen “eleştirel muhalefet” pozunda kendini yeniden üretmektir. Marksizm’in devrim teorisini ayakta tutan üç sacayağı vardır: iktidar perspektifi, örgüt anlayışı ve enternasyonal sorumluluk. Troçkizm bu üçünde de çuvallar. “Eşitsiz ve bileşik gelişme” yasasını evrensel bir kurtuluş reçetesine dönüştürür; oysa bu yasa, devrimci sürecin diyalektik doğasını anlatır, devrimlerin sıralamasını değil. Troçkizm bu yasayı çarpıtarak, devrimci momenti sürekli bir “bekleyiş” hâline getirir. Tek ülkede sosyalizm olamayacağı iddiası da aynı metafizik kökten beslenir: tarihsel zorunluluk, yerini ahlaki fanteziye bırakır. Troçkizm, sosyalizmi ancak “her yerde aynı anda” kurulacak bir ütopya olarak tahayyül eder; bu nedenle tek bir somut devrimi bile savunamaz. Lenin, tek ülkede sosyalizmin zaferinden söz ettiğinde, bir ulusal kapalılıktan değil, devrimin iç dinamiklerinin sürekliliğinden bahsediyordu. Sosyalizm, dünya devriminin bir parçası olarak tek bir ülkede başlar, ama orada kalmak zorunda değildir. Bu, ne Troçkistlerin sandığı gibi “bürokratik bir kapanma” ne de ulusalcı bir sapmadır; aksine, proletaryanın uluslararası görevini somut biçimde üstlenebilmesinin önkoşuludur. Lenin, devrimin enternasyonal karakterini yalnızca çağrılarda değil, Sovyet devletinin kuruluş pratiğinde kanıtlamıştır. Troçki ise, enternasyonalizmi eylemden değil, retorikten türetmiştir. Lenin’in devrim teorisini anlamak için, onun örgüt anlayışını kavramak gerekir. “Ne Yapmalı?” yalnızca bir taktik kitap değil, sosyalist öznenin tarih sahnesine çıkışının manifestosudur. Burada devrim, “kendiliğinden” gelişen bir süreç değil, örgütlü bilinçle yönlendirilen bir sıçramadır. Troçkizm, tam da bu noktada Marksizmin özünü yitirir. Troçki, devrimi örgüt teorisinden kopardığı ölçüde, onu soyut bir tarih yasasına indirger. Lenin için ise örgüt, devrimin motorudur; devrim, örgütlenmiş bir bilincin kolektif pratiğidir. Bu nedenle, Bolşevizm yalnızca bir akım değil, devrimci bilincin tarihsel biçimidir.
Devrim, Troçki’nin kaleminde bir “süreklilik” masalına dönüşür; tarihin iç dinamiği, onun anlatısında bitimsiz bir sıçrama, bir kopuşun kendisi olur. Fakat bu kopuş, hiçbir yere varmaz. Sürekli devrim, gerçekte, tarihin hareket yasalarını soyutlamanın ötesine geçemeyen bir öznelciliktir. Troçki, tarihsel gelişmeyi, eşitsizliklerin bileşkesinden değil, kendi teorik bütünlüğü arzusundan türetir. Onun için devrim, toplumsal ilişkilerin dönüşümü değil, kendi düşüncesinin kesintisizliğidir. Oysa Marksizm, devrimi tarihin kendinde bir amaç değil, sınıflar mücadelesinin zorunlu bir biçimi olarak kavrar. Devrim, sınıfsal antagonizmanın çözülme biçimidir; bir teorisyenin vicdanında değil, üretim ilişkilerinin diyalektiğinde doğar. Troçkist “süreklilik” anlayışı, aslında burjuva ilerleme mitinin ters yüz edilmesidir. Tarih, burada bir evrim zinciri değil, devrimin bitmeyen yankısı olarak düşünülür. Bu, materyalist tarih anlayışının reddidir. Çünkü Marksizm, tarihin her aşamasını belirleyen somut üretim biçimlerinin, siyasal iktidar ilişkilerinin ve sınıf antagonizmalarının diyalektiğiyle uğraşır. Troçkizm ise, bu somutluğu eritir; onun devrimi, “birden fazla ülkede eşzamanlı” sıçrayışlar bekleyen bir tarih dışılığa dönüşür. Böylece teori, pratiği yönlendirmek yerine, ondan kaçmanın estetik biçimi haline gelir. Lenin, Troçkist sürekliliğe karşı devrimin organik yapısını ortaya koyar: devrim, birden fazla aşamanın mekanik birleşimi değil, sınıf iktidarının tarihsel olarak olgunlaşmış biçimidir. Burjuva demokratik görevler, sosyalist iktidarın gölgesinde erir. Lenin’in 1917’de “bütün iktidar Sovyetlere” derken kastettiği, Troçki’nin sandığı gibi aşamaları atlamak değil, devrimin öznesini tanımlamaktır. Çünkü devrim, öznenin kendini tanıdığı anda başlar. Bu özne proletaryadır; onun örgütlü biçimi ise partidir. Sürekli devrim, bu özneyi bir soyutluğa dönüştürür, sınıfın yerine “evrensel devrimci ruhu” geçirir — işte burada, idealizm maskesini düşürür. Troçki’nin teorik tutarsızlığı, yalnızca tarihin değil, politikanın da inkârıdır. Onun devrim anlayışında örgüt, bir sonuçtur; Lenin’de ise başlangıç. Troçkizm, örgütü “kendiliğindenliğin” doğal ürünü sayar; Lenin, onu bilincin kristalleşmiş hali olarak kavrar. Bu fark, iki dünya görüşü arasındaki bütün uçurumun özetidir. Lenin’in devrimci örgüt anlayışı, proletaryanın tarihsel misyonunu bilinç düzeyine taşır. Bu bilinç olmadan, devrim ne kadar “sürekli” olursa olsun, tarihsel olarak yok hükmündedir. Troçkizmin “tek ülkede sosyalizm olmaz” iddiası, bu örgütsel körlüğün doğal sonucudur. Çünkü tek ülke fikri, devrimin “ulusal” değil, somut zeminde gerçekleşeceğini kabul etmek anlamına gelir. Troçki için bu kabul, teorisinin yıkımıdır. O yüzden, devrimi sürekli kılmanın tek yolu olarak eşzamanlı devrimlere sığınır. Bu, politik bir strateji değil, tarihsel umutsuzluğun teorileştirilmiş halidir. Troçkizm, devrimi evrenselleştirerek onu hiçbir yerde mümkün kılmaz. Marksizm ise tersini yapar: devrimi bir ülkede mümkün kılarak evrenselliğini somutlar. “Tek ülkede sosyalizm” ilkesi, çoğu Troçkistin sandığı gibi bir savunma teorisi değil, proletarya diktatörlüğünün en yüksek biçimidir. Çünkü burada devrim, kendi kurumlarını, kendi üretim ilişkilerini, kendi ideolojisini yaratır. Ulusal sınır, devrimin hapishanesi değil, laboratuvarıdır. Burada sosyalist inşa, enternasyonalizmin en somut biçimine dönüşür. Lenin’in Sol Komünizm’de altını çizdiği gibi, enternasyonalizm, soyut dayanışma değil, tek tek ülkelerde proletaryanın iktidarı ele geçirmesidir. Enternasyonalizm, somut devrimlerin toplamıdır; Troçkizm, bu toplamı sonsuza erteleyen bir hayal biçimidir. Troçki’nin “dünya devrimi” çağrıları, tarihsel koşullardan kopuktur. 1920’lerin başında Avrupa işçi sınıfı, savaşın yorgunluğu, reformizmin ideolojik çürümesi ve burjuva devletlerin yeniden yapılanması içinde bir çöküntü halindeydi. Lenin bunu gördü; Troçki göremedi. Lenin, devrimi sürdürmenin tek yolunun sosyalist inşa olduğunu kavradı. Çünkü iktidar bir kez ele geçirildiyse, onu korumak devrimci görevlerin en büyüğüdür. Troçkizm, iktidarı korumayı “bürokratikleşme” sayarken, Lenin için bu, proletaryanın yeni savaş biçimidir. Tek ülkede sosyalizm, tarihin zorunlu gerçeği değil, devrimci bilincin tarihsel olgunluğudur. Bu noktada Troçkizmin “enternasyonalizmi”, kendi kendini çürütür. Enternasyonalizmi, her ülkede eşzamanlı ayaklanmaların romantik vizyonuna indirger. Oysa Marksizm, enternasyonalizmi devrimlerin birliğinde değil, devrimci görevlerin diyalektiğinde görür. Her ülke, kendi tarihsel yapısında devrimi örgütler; her devrim, diğerini besler ama taklit etmez. Tek ülkede sosyalizm bu nedenle evrensel devrimin düşmanı değil, onun koşuludur. Troçkizm bunu kavrayamadığı için, enternasyonalizmi tarih dışı bir ahlakçılığa dönüştürür. Sonuç: her yerde devrim ister, hiçbir yerde devrim yapamaz. Troçkist teori, sonunda, devrimci strateji olmaktan çıkar, bir kimlik siyasetine dönüşür. Bu kimliğin özü, “biz” ve “onlar” ayrımına dayanır: Troçkistler ve gerisi. “Sürekli devrim” bu ayrımın ideolojik zemini, “Stalin epigonluğu” ise onun günah keçisidir. Bu yüzden Troçkizm, teorik olarak her zaman ötekine muhtaçtır. O olmadan var olamaz. Onun bütün eleştirisi, kendi tarihsel üretimsizliğini gizleme refleksidir. Marksizm ise, düşmanına ihtiyaç duymaz; çünkü kendi iç diyalektiğinden doğar. Troçkizmin en büyük hatası, devrimi insan iradesinin estetik bir ürünü sanmasıdır. Oysa Marx’ın dediği gibi, insanlar kendi tarihlerini yaparlar ama onu kendi keyiflerine göre değil, verilmiş koşullar içinde yaparlar. Bu koşullar, neyin olanaklı olduğunu belirler; devrim, bu olanaklılığın bilincine varmakla başlar. Troçkizm bu bilinci reddeder; devrimi sürekli bir “olanaksızlık” olarak kutsar. Böylece tarihsel materyalizmin yerini, küçük burjuva romantizmi alır. Marksizm, tam tersine, olanaklı olanın sınırlarını zorlamayı değil, onu dönüştürmeyi öğretir. Sonuçta, Troçkist “süreklilik” anlayışı, tarihin somut süreçlerine değil, metafizik bir devrim tutkusuna dayanır. Bu tutku, teorik enerji gibi görünür ama politik kısırlığın maskesidir. Gerçek devrimci süreklilik, yalnızca iktidarın korunmasında, üretim ilişkilerinin dönüştürülmesinde ve partinin öncü rolünün sürdürülmesinde mümkündür. Bu, Marksist diyalektiğin özüdür: süreklilik, sıçramalarla ilerler; ama her sıçrama, bir örgüt disiplininin ürünüdür. Troçkizm, bu sıçramayı örgütsüz arzunun coşkusuna indirger; sonuç, tarihsel intihardır.
Her devrim, kendi öznesini örgüt içinde kurar. Devrimin özü, kendiliğinden kitle hareketlerinde değil, bu hareketlerin bilince dönüşmesinde yatar. Marksizm, örgütü bu dönüşümün tarihsel biçimi olarak kavrar. Örgüt, sınıf bilincinin kurumsal maddesidir; bilincin kendini nesneleştirdiği, pratik bir forma büründüğü andır. Troçkizmin gözden kaçırdığı en temel diyalektik budur: sınıf ile örgüt, teori ile eylem, özne ile nesne, birbirinden ayrılamaz. Troçkizm, devrimdeki örgüt sorununu tali bir meseleye indirger. Troçki, devrimci iradenin “kendiliğinden” örgütlenebileceğini, sınıfın tarihsel sezgisinin partinin yerine geçebileceğini düşünür. Oysa bu, Marx’ın ve Engels’in devrim teorisinin tam karşıtıdır. Sınıfın sezgisi, burjuva ideolojisinin kuşatması altında dağınıktır; bu nedenle örgüt, sınıfın kendi bilincine varmasının zorunlu koşuludur. Marksizm için örgüt, bir araç değil, tarihsel bir zorunluluktur. Devrim, örgütlenmiş bilincin ürünüdür; örgütsüz bilinç, devrimi ancak tahayyül edebilir, gerçekleştiremez. 1905 devrimi bunun açık örneğidir. Troçki’nin Petersburg Sovyeti’ndeki teatral önderliği, devrimci örgütlenmenin yerini dolduramadı. Petersburg’da devrim konuşuluyordu ama Moskova’da Bolşevikler —yani Marksist örgütlü öncü— ayaklanmayı örgütlüyordu. Troçki’nin gösterişiyle Marksist disiplin arasındaki fark, devrimin kaderini belirledi. Tarih, örgütlenmiş bilinçten yanadır; kişisel parlaklıktan değil. Marksizm’in parti anlayışı, burjuva demokrasisinin örgüt kavrayışını kökten reddeder. Parti, temsili bir araç değil, devrimin öznesidir. Troçkizmin partiye bakışı ise liberal bir uzlaşmanın izlerini taşır. Troçki, parti içi çoğulculuğu devrimci olgunluk sanır; oysa devrim anında çoğulculuk, karar verememe hastalığına dönüşür. Marksizm, bu yüzden örgütü bir demokrasiler toplamı olarak değil, devrimci bir iradenin merkezi ifadesi olarak kavrar. Birçok Troçkist, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini bürokratik bir mekanizma sanır. Oysa bu ilke, proletaryanın kolektif iradesinin devrimci biçimidir. Demokrasi, burada örgütün iç yaşamında düşüncenin özgürlüğü olarak, merkezileşme ise eylemin birliği olarak işlev görür. Birlik olmadan devrimci irade olmaz; eylem birliği olmadan tarih dönüştürülemez. Troçkizmin örgüt anlayışı, bu birliği “baskı” olarak okur. Bu yüzden Troçkist hareketler daima parçalanır, her ayrışma kendi enternasyonalini doğurur. Marksizm, devrimi bir örgüt teorisi olmadan düşünmez. Troçkizmin hatası, “süreklilik” fikrini örgüt sürekliliğiyle değil, soyut devrim niyetiyle ilişkilendirmesidir. Oysa devrim sürekliliği, partiyle sınıfın birliği içinde mümkündür. Parti, sınıfın belleği, bilinci ve iradesidir. Tarih, bu örgütlü sürekliliği üretmekle devrimci olur. Her devrim, kendi partisinin biçimini yaratır; parti yoksa, devrim de kısa ömürlü bir patlamadan öteye gidemez. Troçki’nin örgüt konusundaki zaafı, onun genel tarih anlayışına denk düşer. Tarihi özne, onda insanlığın devrimci potansiyelidir; Marksizm’de ise tarihsel özne, üretim ilişkilerinin somut çatışmalarında şekillenen sınıftır. Troçki, tarihin öznesini toplumsal temelden kopardığı için, örgütü de iradenin bir uzantısı olarak görür. Bu, devrimci bilincin yerine “devrimci arzuyu” koymaktır. Sonuçta, devrimcilik bir karakter meselesine indirgenir; örgüt, “cesur bireylerin toplamı” sayılır. Bu, tarihsel materyalizmin değil, kahramanlık mitolojisinin dilidir. Marksizm, örgütü böyle değil, toplumsal gereklilik üzerinden kurar. Parti, tarihin öznesini temsil etmez; o özneyi yaratır. Sınıf bilinci, parti olmadan kendiliğinden doğmaz; partiyle birlikte kendini üretir. Bu üretim, ideolojik bir süreç olduğu kadar, maddi bir süreçtir de. Parti, ekonomik mücadelelerin sınırlarını politik düzeye taşır, sınıfı iktidar perspektifiyle donatır. Troçkizm ise bu politik momenti kaybeder; sınıfı spontane bir hareket olarak idealize eder. Sonuç: örgütsüz “devrimcilik” —yani devrimsizlik. Troçki’nin “IV. Enternasyonal” girişimi, bu ideolojik hatanın kurumsal ifadesidir. Bu yapı, Marksist bir örgüt değil, politik yenilginin psikolojik telafisidir. Reel sosyalizmin inşa ettiği tarihsel örgütlenmeyi reddeden, devrim yerine eleştiriyi koyan bir çevreler toplamıdır. Marksist anlamda bir parti, ancak üretim ilişkilerini dönüştürebilecek bir sınıf pratiğiyle var olur. Troçkizm’in enternasyonali ise yalnızca kendini yeniden üretir; tarihsel bir güç değil, bir yankıdır. Gerçek devrimci örgüt, tarihsel süreçle diyalektik bağını asla koparmaz. O, yalnızca devrimi gerçekleştiren değil, onu koruyan ve yeniden üreten yapıdır. Troçkizmin örgüt eleştirisi, devrimin korunmasına duyulan korkudan doğar. Çünkü devrimi korumak, iktidarı yönetmeyi gerektirir; yönetmek ise tarihsel sorumluluktur. Troçkizm, bu sorumluluktan kaçtığı için, daima muhalefette kalır. O, “eleştirinin iktidarını elinde tutmak ister ama “iktidarın eleştirisini” asla taşımak istemez. Marksizm için örgüt, tarihsel öznenin bilincidir. Bu bilinç, yalnızca teorik değil, maddi bir güçtür. Proletaryanın örgütlü bilinci, üretim araçlarının mülkiyetine el koyduğu anda, toplumsal yeniden üretimin yasalarını da değiştirir. Bu, devrimin somutluğudur. Troçkizm, bu somutluğu reddeder; devrimi bilinçte tutmak ister, toplumsal temelde değil. Oysa devrim, düşünce değil, eylemdir. Devrimci teori, örgütlü eylem olmadan ölüdür. Marksizm, teoriyi örgüt aracılığıyla yaşatır. Örgüt, bilginin, disiplinin ve iradenin birliğidir. O olmadan devrim, bir anlık parlamadır. Marksizm’in büyüklüğü, bu parlamayı sürekliliğe dönüştürmesidir. Troçkizm’in trajedisi ise, bu sürekliliği anlamak yerine, sürekli parlamayı devrim sanmasıdır.
Devrim, bir ülkede başlar ama orada kalmaz; bu, tarihin diyalektiğidir. Fakat hiçbir devrim de evrende bir anda her yerde parlayarak doğmaz; bu da tarihin gerçeğidir. Marksizm, bu iki kutup arasında, devrimi hem ulusal hem enternasyonal bir süreç olarak kavrar. Troçkizm ise bu diyalektiği yok sayar: devrimi, ya bütünüyle evrensel bir sıçrama olarak tahayyül eder ya da hiçbir yerde gerçekleşemeyecek kadar soyut bir ideolojiye dönüştürür. “Tek ülkede sosyalizm olmaz” derken, aslında “devrim olmaz” demektedir. Oysa Marksizm için “tek ülke” meselesi, coğrafi bir kapalı alan değil, tarihsel bir zorunluluk düzlemidir. Proletarya, önce kendi ülkesinde iktidarı alır; devrim orada maddi bir biçim kazanır. Sosyalizm, ancak bu somut zemin üzerinde inşa edilir. Bu, enternasyonalizmin reddi değil, onun önkoşuludur. Çünkü devrim, bir fikirler zinciri değil, üretim ilişkilerinin dönüşümüdür. Bu dönüşüm, her ülkede farklı biçimler alır, ama özü aynı kalır: üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve proletarya diktatörlüğü. Troçki’nin yanılgısı, enternasyonalizmi tarihsel bir görev değil, bir inanç olarak kavramasıdır. Onun için enternasyonalizm, politik bir örgütlenme değil, bir vicdan halidir. Oysa Marksizm için enternasyonalizm, ulusal devrimlerin birliği demektir; soyut dayanışma değil, somut eylem birliğidir. Her ülkenin proletaryası, kendi burjuvazisini devirmekle enternasyonalizme hizmet eder. Dolayısıyla tek ülkede sosyalizm, enternasyonal devrimin başlangıcıdır — sonu değil. Troçkizmin “eşzamanlı devrim” miti, tarihin temposunu ahlaki bir dile çevirmiştir. Troçki, devrimlerin “birlikte” olamaması durumunda sosyalizmin yozlaşacağını söyler. Bu, tarihsel determinizmi değil, tarihsel çaresizliği teorileştirmektir. Çünkü devrimler eşzamanlı olmak zorunda değildir; önemli olan, her devrimin kendi tarihsel momentini yakalayabilmesidir. Marksizm, bu momenti somut koşullarda arar; Troçkizm, o koşulları beklerken geçmiş olur. Bir ülkede devrim gerçekleştiğinde, o ülke yalnız kalmaz; çünkü onun varlığı bile dünya kapitalizmine karşı bir sarsıntı yaratır. Ancak bu sarsıntının kalıcı olması, devrimci iktidarın ayakta kalmasına bağlıdır. Sosyalist inşa, yalnızca “koruma” değil, devrimci ilerlemenin ta kendisidir. Proletarya diktatörlüğü, kendini idame ettirirken dünyayı da dönüştürür. “Tek ülkede sosyalizm”, işte bu diyalektik zorunluluğun adıdır: ulusal biçimde somutlanan enternasyonal görev. Troçkist eleştiri, bu süreci “bürokratikleşme” olarak karalar. Oysa sosyalist devletin kurumsallaşması, devrimin sönüşü değil, onun toplumsal derinleşmesidir. Devrim, yalnızca sokakta değil, üretim ilişkilerinde de yapılır. İktidarın ele geçirilmesi bir başlangıçtır; asıl devrim, o iktidarın üretim ve yeniden üretim süreçlerini dönüştürmesidir. Troçkizm, bu tarihsel görevi reddeder; çünkü onun gözünde devrim bitmemelidir. Oysa devrim, bitmediği için değil, inşa edildiği için yaşar. Sosyalist inşa süreci, kaçınılmaz olarak enternasyonal görevler üretir. Ancak bu görevler, soyut bir “dünya devrimi” çağrısında değil, somut ekonomik, politik ve askeri ilişkilerde şekillenir. Marksizm, enternasyonalizmi bu somut zeminde kurar. Troçkizm, bu somutluğu “ulusal dar görüşlülük” sayar; oysa enternasyonalizmin asıl düşmanı soyutluk, yani eylemsizliktir. Tek ülkede sosyalizmin tarihi, bunun en büyük kanıtıdır: o tarih, yalnız kalmış bir ülkenin değil, devrimci bilincin dünya sistemine karşı yürüttüğü örgütlü mücadelenin tarihidir. Troçkizmin “tek ülke” eleştirisi, aslında tarihsel iradeye duyduğu güvensizliğin ürünüdür. Troçki’ye göre iktidarı ele geçiren proletarya kendi kendini yeniden üretemez. Oysa Marksizm’in bütün devrim teorisi, proletaryanın kendini yeniden üretmesine dayanır. Proletarya, kendi iktidarını yaratmakla kalmaz, o iktidar içinde kendi bilincini de yeniden üretir. Sosyalist devlet, bu bilinç üretiminin tarihsel aracıdır. Troçkizm, devleti reddederek bilincin maddi zeminini yok eder. Marksizm’in “tek ülkede sosyalizm” kavrayışı, devletin ve devrimin diyalektiğini birleştirir. Devlet, proletaryanın geçici aracıdır; burjuvaziyi bastırmak için gereklidir. Bu bastırma süreci, aynı zamanda toplumun dönüşüm sürecidir. Sosyalist devlet, bu dönüşüm tamamlandığında kendini ortadan kaldırır; ama bu kendiliğinden değil, tarihsel bir olgunlaşmanın sonucudur. Troçkizm, bu diyalektiği anlamaz: devleti eleştirir, ama onun tarihsel zorunluluğunu kavrayamaz. Sonuç, soyut bir “özgürlük” söylemiyle devrimci sorumluluğun inkarıdır. Dünya devriminin tarihsel gelişimi, “tek ülke” tezinin haklılığını kanıtlamıştır. 1917’de sosyalist devrim bir ülkede başladı ve on yıllar boyunca kapitalist dünyaya meydan okudu. Bu sürekliliği sağlayan, devrimin teorik “saflığı” değil, maddi örgütlülüğüydü. Troçkist teoriler aynı dönemde Avrupa’da çokça konuşuldu ama hiçbir yerde iktidar doğuramadı. Çünkü devrim, yalnızca eleştiriyle değil, iktidar pratiğiyle yaşar. Marksizm bunu anladığı için tarihe damgasını vurdu; Troçkizm anlamadığı için tarihin dipnotu oldu. Tek ülkede sosyalizmin özü, devrimin yurt ölçeğinde bir biçim altında enternasyonal bir içerik taşımasıdır. Her yurt çapında devrim, dünya devriminin bir halkasıdır; zinciri oluşturan, bu halkaların somut varlığıdır. Troçkizm, halkaları reddederek zinciri hayal eder. Marksizm ise halkaları döver, birleştirir ve çelişkilerini dönüştürür. Bu, teorinin değil, tarihin diyalektiğidir. Devrim, bir coğrafyada başlar; ama devrimin ruhu, sınır tanımaz. Troçkizm, ruhu bedeninden koparır; Marksizm, bedeni ruhla birleştirir. Tek ülkede sosyalizm, ruhun maddi varlığıdır: devrimin ete kemiğe bürünmüş halidir. Onu reddetmek, devrimi soyut bir dua haline getirmektir.
Enternasyonalizm, Marksizm’de bir “iyi niyet” değil, tarihsel zorunluluktur. Çünkü kapitalizm uluslararası bir sistem olarak gelişmiştir; bu nedenle onun yıkılışı da uluslararası bir süreçtir. Fakat bu süreç, soyut bir “eşzamanlılık” değil, somut bir etkileşimdir. Her yurt çapında devrim, dünya devrimci zincirinin bir halkasıdır. Troçkizm, bu zinciri halkalarından koparıp saf bir soyutlama haline getirir. Onun enternasyonalizmi, gerçek ilişkilerden çok, ideolojik tutarlılığın bir süsüdür. Marx ve Engels’in Birinci Enternasyonal’i kurarken ortaya koydukları temel ilke açıktı: “Proletaryanın kurtuluşu, kendi eseridir.” Bu cümle, uluslararası dayanışmayı değil, ortak bir devrimci görevi ifade eder. Her ülkenin işçileri kendi burjuvazisine karşı savaşarak enternasyonalizme hizmet eder. Troçkizm ise bu cümleyi tersine çevirir: “Proletaryanın kurtuluşu, başkalarının devrimiyle mümkündür.” Bu, tarihsel materyalizmin değil, pasif bir bekleyişin teorisidir. Enternasyonalizmin özü, devrimci pratiğin evrensel biçiminde değil, evrensel yöneliminde yatar. Her devrim, kendi ülkesinde gerçekleştiği ölçüde evrensel bir anlam kazanır. Çünkü her devrim, kapitalist dünya zincirinde bir halkayı koparır. Bir ülkedeki devrim, diğer ülkelere doğrudan “örnek” olmaz, ama onların tarihsel ufkunu genişletir. Troçkizm, bu diyalektiği kavrayamadığı için enternasyonalizmi soyut bir örgütlenme biçimiyle karıştırır. Troçki’nin “Dördüncü Enternasyonal” girişimi, bu yanlışlığın kurumsal ifadesidir. O yapı, tarihsel devrimci görevlerin değil, teorik tatminin ürünüydü. Reel dünyada devrimler olurken, Troçkist enternasyonal kâğıt üzerinde kongreler düzenliyordu. Onun “enternasyonalizmi”, fiili eylem yerine ortak bildirilerle varlık buluyordu. Oysa Marksizm, bildirilerle değil, devrimlerle konuşur. Sovyet devriminin en büyük başarısı, enternasyonalizmi soyut bir çağrı olmaktan çıkarıp somut bir devlet politikası haline getirmesidir. Proletarya iktidarı, kendi devrimini korumakla kalmadı; diğer ülkelerin işçi hareketlerine doğrudan destek verdi. Bu destek, yalnızca mali ya da askeri değildi; ideolojik bir dayanışmaydı. Marksizm, enternasyonalizmi bir ilke olarak değil, bir pratik olarak yaşadı. Troçkizm ise aynı dönemde bu pratiği “ihanet” saydı. Böylece enternasyonalizmi teorik olarak savunup, tarihsel olarak reddetti. Troçkist enternasyonalizm, bir tür ahlaki evrenselciliktir. O, devrimi tarihsel bir görev değil, bir vicdan meselesi olarak görür. Her yerde devrim istedikleri için, hiçbir yerde devrim yapamazlar. Çünkü devrim, soyut bir çağrının değil, somut bir örgütlülüğün ürünüdür. Troçkizmin enternasyonalizmi, devrimci pratiği dışarıda bıraktığı için yalnızca konuşur. Marksizm’in enternasyonalizmi ise konuşmaz — eyleme geçer. Gerçek enternasyonalizm, farklı devrimlerin eşgüdümünden çok, farklı devrimlerin birbirini dönüştürmesidir. 20. yüzyılda Çin, Küba, Vietnam gibi devrimlerin her biri, Sovyet devriminden doğrudan etkilenmiş ama kendi tarihsel özgünlüklerini korumuştur. İşte bu, enternasyonalizmin diyalektiğidir: her biri aynı sınıfsal yönelime sahiptir, ama hiçbirinin biçimi diğerine benzemez. Troçkizm, bu farklılıkları “sapma” sayar; çünkü onun enternasyonalizmi, farklılıkla değil, aynılıkla beslenir. Marksizm’in enternasyonalizmi, bir merkezî disiplin fikrine dayanır; Troçkizmin enternasyonalizmi ise parçalanmış bir özgürlük anlayışına. Bu nedenle her Troçkist örgüt, kısa sürede kendi enternasyonalini kurar. Birbirleriyle rekabet eden, ama hepsi aynı “saf teoriyi” savunan küçük mezheplerin toplamı haline gelirler. Bu, enternasyonalizmin değil, atomizasyonun tarihidir. Marksizm, merkezî disiplin sayesinde tek bir sınıfın iradesini inşa ederken; Troçkizm, özgürlük adına iradeyi ortadan kaldırır. Troçkizmin dışarıda kalışı, yalnızca tarihsel bir tesadüf değil, teorik bir zorunluluktur. Çünkü onun varlığı, devrimci pratiğin dışında kalmakla mümkündür. Eğer bir devrim gerçekleşirse, Troçkizm’in tüm işlevi sona erer; o nedenle devrim istemekle birlikte, onu her zaman eleştirir. Devrimi eleştirirken var olur, inşa ederken yok olur. Bu yüzden tarih boyunca her devrim, Troçkistleri kendi dışında bırakmıştır. Marksizm’in enternasyonalizmi, bu dışarılıktan farklı olarak, tarihsel içkinliktir. O, devrimleri birbirine eklemlemez, onları aynı sınıfsal sürecin farklı momentleri olarak kavrar. Bu nedenle, bir ülkedeki sosyalist inşa başarısız olduğunda bile, bu başarısızlık diğer devrimlerin önünü açabilir. Troçkizm ise bunu anlamaz; onun için yenilgi yalnızca ihanettir. Marksizm içinse yenilgi, tarihin bir evresidir. Enternasyonalizmi yaşatan, örgütlü bilincin tarihsel aktarımıdır. Marksizm, her devrimle birlikte bu bilinci yeniden üretir. Troçkizm’in enternasyonalizmi ise kendi kendine kapanan bir söylemdir. O, tarihin dışında kaldığı için sonsuza kadar “doğru” kalabilir; ama tam da bu yüzden hiçbir şey değiştiremez. Tarih, doğru olmakla değil, dönüştürmekle yapılır. Bugün enternasyonalizm, Troçkizmin soyut hayalinde değil, işçi sınıfının küresel yeniden yapılanmasında somutlaşmaktadır. Üretim zincirleri, emek süreçleri, dijitalleşme — hepsi kapitalizmin uluslararası karakterini derinleştirirken, aynı zamanda yeni bir devrimci enternasyonalizmin maddi temelini yaratmaktadır. Bu enternasyonalizm, Troçki’nin tahayyül ettiği “evrensel ayaklanma” biçiminde değil, üretim alanlarının fiili birliğinde doğmaktadır. Yeni enternasyonal, teorik değil, maddi bir olgudur. Marksizm, bu yeni enternasyonalizmi kavrayabilecek tek teorik zemindir. Çünkü o, ideolojik bir “birlik” değil, tarihsel bir zorunluluk üzerine kuruludur. Enternasyonalizm, tarihsel materyalizmin evrensel biçimidir: sınıf mücadelesinin dünya ölçeğinde aldığı zorunlu form. Troçkizm ise bu biçimi ruhani bir ütopyaya dönüştürür. Oysa proletaryanın kurtuluşu, bir hayalin değil, bir üretim ilişkisi dönüşümünün sonucudur. Troçkizmin tarihsel olarak “dışarıda kalışı”, aslında devrimci sürecin kendi kendini savunma refleksidir. Devrim, kendi pratiğine yabancı olan hiçbir ideolojik biçimi uzun süre taşıyamaz. Marksizm’in tarihsel başarısı, bu yabancılığı dönüştürme kapasitesinden gelir; Troçkizm’in kaderi ise, hep o yabancılıkta kalmaktır.
Marksizm, tarihin içinde kendini sürekli yeniden üretir. Onun gücü, bir dogma olmasında değil, kendi hatalarını bile diyalektik olarak aşabilmesindedir. Devrimci teori, donmuş bir öğreti değil, hareket halindeki bilincin ürünüdür. Bu nedenle Marksizm, hem geçmişin eleştirisi hem de geleceğin inşasıdır. Troçkizm, bu diyalektiği kavrayamadığı için, geçmişte donmuş bir “saflık” idealiyle yetinir. O, Marksizmin yaşama gücünü oluşturan içsel hareketi reddeder; oysa Marksizm, kendi çelişkilerinden beslenir. Tarihsel materyalizm, devrimi yalnızca üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak değil, aynı zamanda bilincin dönüşümü olarak tanımlar. Bu dönüşüm, kendiliğinden olmaz; örgüt, teori ve pratik birliğinde gerçekleşir. Marksizm, bu birliği inşa ettiği için tarihin devrimci öznesidir. Her dönemde, burjuva ideolojisinin yeni biçimlerine karşı kendini yenileyerek ilerler. Troçkizm ise, her yeniliği “ihanet” olarak görür; çünkü onun gözünde devrimci teori değişmezdir. Bu nedenle tarih değişirken Troçkizm hep aynı kalır — ve tam da bu yüzden ölür. Marksizmin yeniden inşası, teorinin kendine dönmesi değil, tarihe dönmesidir. Teori, yaşamla bağını kopardığı anda skolastiğe dönüşür. Troçkizm, bu kopuşun tipik örneğidir: devrimi soyut bir fikir, iktidarı ise bir metafor haline getirir. Oysa Marksizm, fikirleri tarihe, metaforları maddeye dönüştürür. Bu dönüşüm süreci, onun kendini sürekli yeniden kurmasının zeminidir. Devrim, bu anlamda, Marksizmin hem nesnesi hem de kendisidir. Tarih, Marksizmin laboratuvarıdır. 19. yüzyılın kapitalizmi başka bir sınıf yapısı, başka bir bilinç biçimi üretmişti; 20. yüzyılın emperyalizmi ise, proletaryanın mücadelesini uluslararasılaştırarak yeni bir örgütlenme zorunluluğu doğurdu. Bugünse kapitalizmin dijitalleşmiş biçimi, emeğin küresel yapısını yeniden tanımlıyor. Her aşama, Marksizmin teorik yenilenmesini zorunlu kılar. Troçkizm bu zorunluluğa direnir, çünkü o, tarihle değil, kendi geçmişiyle uğraşır. Oysa Marksizm, geçmişini tarihin içinde eleştirir — ve böylece kendini aşar. Marksizmin yeniden inşası, bir teorik düzeltme değil, devrimci bir yeniden doğuştur. Bu yeniden doğuş, geçmişin silinmesiyle değil, onun eleştirel dönüşümüyle mümkündür. 20. yüzyıldaki hatalar —bürokratizm, mekanik planlama, dogmatik katılık— Marksizmin özü değil, tarihsel biçimleridir. Bunları reddetmek, Marksizmi reddetmek değil, onu yeniden yaşatmak demektir. Çünkü Marksizm, kendi eleştirisini kendi içinde taşır. Troçkizm ise, dışarıdan eleştirir ve bu yüzden hiçbir şeyi dönüştüremez. Marksizmin devrimci gücü, özeleştiriyi teorik bir ritüel değil, tarihsel bir yöntem haline getirmesindedir. Her dönemde, kendi pratiğini sorgulama cesaretini gösterdiği için ayakta kalmıştır. Bu, onun diyalektik doğasının kanıtıdır. Devrim, yalnızca toplumun değil, teorinin de devrimidir. Bu yüzden Marksizm, sabit bir öğreti değil, sürekli bir dönüşümdür. Troçkizm’in en büyük hatası, bu dönüşümü “revizyon” sanmasıdır. Oysa diyalektik, revizyon değil, ilerlemedir. Marksizmin yeniden inşası, devrimin teorik sürekliliğini yeniden tesis eder. Bu, Troçkizmin iddia ettiği gibi bir “restorasyon” değil, yeni bir aşamadır. Teori, tarihsel pratiğin ürünü olarak gelişir; dolayısıyla Marksizmin bugünkü görevi, geçmişin biçimlerini değil, ruhunu sürdürmektir. Bu ruh, proletaryanın dünya çapında yeniden örgütlenmesinde, yeni üretim biçimlerinin devrimci potansiyelinde ve insanın kendi emeğiyle yeniden kurduğu ilişkide saklıdır. Troçkizm’in çözüldüğü yerde Marksizm yeniden doğar, çünkü tarih boşluk tanımaz. Devrimci bilinç, bir kez örgütlü biçim kazandı mı, kendi dışındaki her “saflık” teorisini aşar. Troçkizm’in tarihsel trajedisi, kendi saflığını tarihten üstün tutmasıdır; Marksizmin tarihsel büyüklüğü ise, tarih içinde kirlenmeyi göze almasıdır. Çünkü devrim, temiz bir fikir değil, kirli bir mücadeledir. Marksizm bu mücadelenin içindedir; Troçkizm, dışında. Marksizmin yeniden inşası, aynı zamanda insanın yeniden inşasıdır. Kapitalizmin yabancılaştırdığı birey, devrimci pratikte yeniden toplumsallaşır. Örgüt, bu yeniden toplumsallaşmanın formudur; teori ise onun bilincidir. İnsan, kendi emeğini ve bilincini kolektif biçimde yeniden ürettiğinde, tarih de yeniden doğar. Bu diyalektik, Marksizmin varlık nedenidir. Troçkizm, bu diyalektiği çözemediği için, bireyin kurtuluşunu kolektif pratiğin dışında arar. Oysa özgürlük, bireysellikte değil, kolektifin tarihsel iradesinde mümkündür. Bugün Marksizmin yeniden inşası, yalnızca teorik değil, varoluşsal bir görevdir. Kapitalizmin krizleri artık yerel değil, küreseldir; üretim ilişkileri artık ulusal sınırları aşmıştır. Bu durum, yeni bir enternasyonal örgütlülüğü zorunlu kılmaktadır. Fakat bu örgütlülük, eski biçimlerin tekrarı değil, yeni bir tarihsel sentez olmalıdır. Marksizm’in yeniden inşası, işte bu sentezin bilincidir: teori ile pratiğin, yurt ölçeğindeki ile enternasyonal olanın, insan ile emeğin yeniden birleşmesi. Troçkizm’in tarihsel olarak dağıldığı noktada, Marksizm yeniden bütünleşir. Çünkü devrim, parçalanmış bilinci birleştirir. Bugün Marksizmin görevi, yalnızca kapitalizmi eleştirmek değil, devrimci bir yeniden kuruluşun araçlarını yaratmaktır. Bu, ne geçmişin dogmalarına dönüş ne de liberal reformculuğa sapmadır; bu, tarihin diyalektiğini sürdürmektir. Sonuçta, Marksizmin yeniden inşası, bir kapanış değil, bir açılıştır. Teorinin kendini tarihe geri verme cesareti, devrimin sürekliliğini garanti eder. Marksizm, her çağda kendi içinden yeniden doğduğu için ölümsüzdür. Troçkizm, bu doğum sancılarını anlayamadığı için, her defasında doğmadan ölür.
Devrim, tarih boyunca yalnızca düşmanlarını değil, kendi iç çelişkilerini de yaratmıştır. Marksizmin büyük gücü, bu çelişkileri gizlememesinde değil, onları aşma cesaretinde yatar. Ekim Devrimi de bu yasadan azade değildi. Burjuvaziyi yıkan devrim, kısa süre içinde kendi safları içinde ideolojik bir bölünmeyle karşı karşıya kaldı. Bu bölünme, kişisel değil, tarihsel bir karaktere sahipti: bir yanda proletaryanın iktidarının maddi inşasını savunanlar, diğer yanda devrimi teorik bir mükemmellik uğruna soyutlayanlar vardı. Troçki’nin Sovyet iktidarına karşı muhalefeti, bu tarihsel çelişkinin somut biçimiydi. O, devrimi başlatan iradeyi taşıdı ama onu koruyan disiplini taşıyamadı. Brest-Litovsk görüşmelerinde “devrimci savaş” adına müzakereyi reddetti; oysa Lenin, proletarya iktidarının henüz yeterince güçlenmediğini görerek, barışın devrimi koruyacağını savundu. Tarih, Lenin’i doğruladı: savaşın uzaması devrimi boğacak, barış ise devrimin nefes almasını sağlayacaktı. Troçki, stratejik bir geri çekilmeyi “ihanet” sayarken, Lenin, bu geri çekilmeyi diyalektik bir manevra olarak kavradı. Lenin, Troçki’nin bu “devrimci romantizmini” keskin bir biçimde eleştirdi. Onun için devrim, bir irade patlaması değil, iktidar mücadelesinin bilime dayalı biçimiydi. Troçki’nin “ne savaş ne barış” formülü, Lenin’in ifadesiyle “çocukça bir hayalciliğin” ürünüydü. Çünkü devrim, hayal gücüyle değil, güç dengesiyle ilerlerdi. Marksizm, bu yüzden Troçkist öznelciliği reddetti; devrim, arzunun değil, zorunluluğun sanatıdır. Parti içi tartışmalarda da aynı çelişki sürdü. Troçki, işçi sınıfının doğrudan iktidarını savunduğunu söylerken, aslında parti disiplinine karşı bireysel bir “üst bilinç” iddiasında bulunuyordu. Oysa Lenin için parti, sınıfın örgütlü bilincidir; birey, ancak bu bilinç içinde devrimci bir rol kazanabilir. Parti olmadan sınıf, kendiliğindenliğe mahkûmdur; kendiliğindenlik ise devrimin mezarıdır. Lenin, bu nedenle Troçki’nin hizipçi tutumlarını yalnız politik olarak değil, teorik olarak da mahkûm etti. Çünkü hizip, bir fikrin değil, disiplinsizliğin örgütüdür. Lenin’in Troçki’ye yönelttiği temel eleştiri, onun devrimi “sürekli bir kriz hali” olarak düşünmesiydi. Troçki için devrim bitmemeli, hep bir “yeniden doğuş” halinde kalmalıydı. Oysa Lenin için devrim, bir süreçtir ama her süreç somut bir iktidar biçimiyle tamamlanır. İktidarı kurmamak, devrimi yok etmektir. Bu yüzden Lenin, Troçki’nin “sürekli devrim” fikrini sonsuz bir geçiş dönemine indirgediğini vurguladı. Marksizm, bu geçişi sonsuzlaştırmayı değil, tamamlamayı öğretir. 1920’lerin başında Troçki’nin sendikalar meselesindeki tutumu, bu eğilimin en somut örneğiydi. O, sendikaları devletin doğrudan organına dönüştürmek istiyordu; Lenin buna karşı çıktı. Çünkü sendikalar, proletaryanın iktidar içinde bile kendi bağımsızlığını koruduğu alanlardı. Devletle sınıfın doğrudan özdeşleşmesi, proletaryanın kendi kendine yabancılaşması demekti. Lenin, Troçki’nin bu “yönetimsel devrimciliğini” tehlikeli buldu; çünkü devrimi yönetim tarzına indiriyordu. Devrim, yönetmek değil, dönüştürmektir. Troçki’nin partiye ve Sovyet devletine yönelik giderek artan eleştirileri, sonunda onu tarihsel olarak karşı cepheye savurdu. 1921’deki hizip yasağına rağmen “Sol Muhalefet” çevresinde örgütlenmeye devam etmesi, Marksist disiplinden kopuşun ifadesiydi. Lenin bu dönemde ağır hastaydı, ama yine de Troçki’nin hizipçi eğilimlerini “partinin birliğine yönelmiş ölümcül bir tehdit” olarak niteledi. Çünkü devrim, birliğini kaybettiği anda, tarih tarafından yenilgiye uğrar. Troçki’nin SSCB’ye yönelik sonraki saldırıları, artık teorik bir tartışma değil, tarihsel bir ayrışmaydı. Sovyet iktidarını “bürokratik yozlaşma” olarak niteledi; oysa bu bürokrasi, ne kadar eleştirsek de genç bir işçi devletinin ayakta kalma biçimiydi. Devrim kendi kurumlarını yaratmak zorundaydı; o kurumlar mükemmel değil ama zorunluydu. Troçki, bu zorunluluğu reddederek devrimci sorumluluğu felsefi bir soyutlama haline getirdi. O, tarihsel gerçekliğe sığmayan bir “saf devrim” hayal etti; Lenin ise tarihin çamurunda yürümeyi seçti. Marksizm’in yeniden inşası, tam da bu ayrışmadan doğdu. Çünkü Marksizm, ideal bir saflık değil, tarihsel bir mücadeledir. Troçki, devrimi metafizik bir tutarlılıkla savunurken, Lenin devrimi diyalektik bir zorunlulukla savundu. Birincisi fikirde kaldı, ikincisi tarihe geçti. Devrim, fikirde değil, tarihte yaşar. Bu yüzden Troçki, teorik olarak hep “haklı” kaldı ama tarihsel olarak hep “geçersiz” oldu. Bugün Marksizmin onuru, bu tarihsel dersin bilincinde olmaktır. Devrimci teori, kendi içindeki muhalefeti yok etmek için değil, onu aşmak için yaşar. Lenin’in Troçki’ye karşı yürüttüğü mücadele, kişisel bir hesaplaşma değil, devrimci diyalektiğin zorunlu evresiydi. Teori, pratikle çatışarak olgunlaşır. Ve Marksizm, tam da bu çatışmadan doğan bilinçtir. Sonuç olarak, devrimin tarihi bize şunu öğretir: Teori, eğer tarihin yükünü taşımıyorsa, bir vicdan sığınağına dönüşür. Troçki’nin kaderi buydu. O, devrimi korumak yerine idealize etti; Lenin ise ideali korumak yerine devrimi savundu. Ve tarih, her zaman devrimi savunanın tarafında olur. Marksizmin yeniden inşası, bu tarihsel mirası sürdürmek demektir: saf fikirler uğruna değil, somut kurtuluş uğruna savaşmak. Çünkü devrim, soyut doğruların değil, somut zorunlulukların sanatıdır. Teorinin onuru, tarihe sadakatle mümkündür. Ve tarih, son sözünü hâlâ söylemedi.