Psikanaliz, yepyeni üretim ilişkilerinin ve buna denk düşen toplumsal biçimlerin içinde sıkışmış bireyi anlamak ve anlatmak zorunluluğundan doğdu. Tıpkı kapitalist üretim tarzının tarihsel yasalarını açığa çıkararak insanın kurtuluşuna dair devrimci bir kapı aralayan Marksizm gibi. Her iki düşünce de çağının çocuğudur; biri toplumsal çelişkilerin, diğeri içsel çelişkilerin bilimi. Bu yüzden psikanalizle Marksizmin benzerliği yalnızca doğdukları tarihsel bağlamla sınırlı değildir; her ikisi de insanın zincirlerini kırma potansiyelini içinde taşır. Psikanaliz, yöntem olarak bir başkaldırıdır. İnsanı, pozitivizmin dar disipliner sınırlarına hapseden mekanik açıklamalara karşı, çok yönlü bir kavrayış biçimi önerir. Biyolojiden sosyolojiye, dilbilimden ekonomiye kadar birçok alandan beslenir; ama bu beslenmeyi yüzeysel bir eklektizme indirgemez. Her kavramı, her sezgiyi kendi iç diyalektiğiyle işler, dönüştürür, yeniden üretir. Bu anlamda psikanaliz, bilimi yeniden insana iade eden bir karşı duruştur. Tarih içinde psikanaliz de tahrif edilmiştir — tıpkı Marksizm gibi. Egemen sınıflar, her iki bilimin devrimci içeriğini boşaltmak için büyük bir çaba harcamış, psikanalizi bir “uyum bilimi”, Marksizmi bir “ekonomi teorisi” olarak yeniden paketlemiştir. Oysa her iki düşünce de temelde eleştireldir; biri insanın iç dünyasındaki baskı mekanizmalarını, diğeri toplumun maddi yaşamındaki sömürü ilişkilerini açığa çıkarır. Psikanaliz, bilimin bir kolu olarak Marksist sosyolojiyle aynı düzlemde yer alır: biri bireyin iç çatışmalarını, diğeri toplumun sınıf çatışmalarını çözümler. Ancak bu ikisi birbirine yabancı değildir. Psikolojik olgular toplumsal yaşantıdan, toplumsal olgular da bireysel yaşantıdan bağımsız düşünülemez. Bu karşılıklı ilişki, onları birbirine yardımcı değil, birbirini tamamlayan iki diyalektik kutup haline getirir. Peki, psikanaliz gerçekten diyalektik materyalist bir yöntem midir? Bilinçli olarak değilse de, insan aklını incelerken materyalist diyalektiğin yasalarına dokunmuştur. Çünkü her bastırma, her iç çatışma, her semptom diyalektik bir hareketin ürünüdür: çelişkiden doğan bir dönüşümün. Cezadan korkan benlik, yasak tepkilerini bastırırken hem o tepkiyi hem de bastırmanın kendisini içinde taşır. İçgüdü, kendi karşıtına dönüşür ama yok olmaz — bu, doğanın diyalektiğinin ta kendisidir. Toplumsal kısıtlamalar, bireyin içinde “karakter zırhı” olarak kristalleşir. Bu zırh, baskıcı toplumun içselleştirilmiş bir kopyasıdır. Böylece kapitalist sistem, yalnızca kurumlarıyla değil, karakterlerle de baskıcı bir düzen kurar. Devrim, bu zırhın gevşetilmesidir; bastırılmış enerjinin özgürleşmesi, libido dediğimiz yaratıcı yaşam itkilerinin yeniden doğuşudur. Faşizmin sosyopsikolojik çözümlemesi, bu açıdan bir zorunluluktur. Çünkü faşizm yalnızca ekonomik bir kriz ürünü değil, aynı zamanda manevi bir çöküntünün siyasal biçimidir. İktidarın ve itaatin, sadizmin ve mazoşizmin, güç tapıncının ve korkunun birbirine dolandığı bir kolektif nevrozdur. Bu nedenle psikanaliz, faşizmi anlamada bir araçtır — ama tek başına yeterli değildir. Günümüzde savaşlar, faşizm, tarihsel figürler ve kitle hareketleri çoğu kez psikanalitik kavramlarla açıklanıyor. “Kitle psikolojisi”, “otoriter kişilik”, “güç arzusu” gibi terimler artık sosyoekonomik analizlerin yerini almaya başladı. Bu kayma, bireysel halleri toplumsal nedenlerin önüne geçirerek sistemi aklayan bir işlev görüyor. Psikanaliz, egemen ideoloji tarafından içeriği boşaltıldığında, sınıf mücadelesini bireysel nevrozlara tercüme eden bir uyum aracına dönüşüyor. Oysa bireyi toplumsaldan koparmak, bilimin değil kapitalizmin icadıdır. “Bireysel sorumluluk” söylemi, toplumsal sorumluluğun üzerini örter. Eğer birey tamamen özgürse, yaşadığı sefalet onun hatası olur; sistem böylece aklanır. Gerçekte insan, bireysel ve toplumsal etkenlerin diyalektik birliğinde şekillenir. Kapitalizm, bu birliği bozar; insanı kendi emek ürünlerinden, kendi bedeninden, hatta kendi arzularından bile yabancılaştırır. Baskı, kapitalizmin temel şartıdır. Ezilenleri itaatkâr hale getirmek, küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluğu yönetmesini sağlar. Psikiyatri, bu baskının ideolojik aracına dönüşür. “Uymayanı” hasta ilan eder, “itiraz edeni” patolojik sayar. 1950’lerde memnuniyetsiz ev kadınlarına “şizofreni” teşhisi konur; 1960’larda özgürlük isteyen siyahlara aynı tanı yapıştırılır. Bugün bile siyah Amerikalıların beyazlara göre üç kat fazla “şizofren” olarak damgalanması, psikiyatrinin sınıfsal ve ırksal işlevini gözler önüne serer. Kapitalist düzen, yalnızca üretimi değil, düşünmeyi ve hissetmeyi de denetler. Aklın isyanı, politik isyanın gölgesidir; bu yüzden sistem, her ikisini de bastırır. Protesto eden köleye “deli”, karşı çıkan işçiye “hasta”, devrimciye “paranoyak” denir.
Marksizm ve psikanaliz arasındaki gerilim, yüzeyde psikolojiye ya da akıl hastalığına dair bir tartışma gibi görünse de, özünde kapitalizmin nasıl anlaşılacağına dair bir savaştır. Mesele, bireyin manevi süreçleriyle toplumun yapısal çelişkileri arasındaki ilişkinin nerede kurulduğudur. Marksizm, insan bilincini toplumsal ilişkilerin ürünü olarak kavrar; psikanaliz ise, bireyin bilinçdışındaki çatışmaları çözümleyerek o ilişkilerin içselleştirilmiş biçimini açığa çıkarır. Her iki disiplin, farklı yollardan giderek aynı hakikati gösterir: İnsan, toplumsal bir varlıktır; akıl sağlığı bile tarihsel üretim ilişkilerinin izlerini taşır. 1960’larda bu iki düşünce, hiçbir aydının kayıtsız kalamayacağı iki güçlü dalga haline gelmişti. Fakat zamanla, özellikle Fransız Marksistleri psikanalize kuşkuyla yaklaşmaya başladı. Freud’un kuramı, başlangıçta devrimci bir potansiyel taşırken, sonradan kapitalist düzene uyum sağlayan bir araç haline geldi. Nevrozların “tedavisi”, ruhsal acıların toplumsal nedenlerini görünmez kıldı. Bireyin huzursuzluğu “kişisel bir sorun”, sistemin çelişkisi ise “kader” olarak sunuldu. Oysa insan toplulukları, yalnızca biyolojik bireylerden değil, kültürel öznelerden oluşur. Homo sapiens, doğduğu anda tamamlanmış bir varlık değildir; “insanlaşması” için kültürel bir sürecin içinden geçmesi gerekir. Bu süreçte birey, ötekinin diliyle, yasasıyla, bakışıyla biçimlenir. Yani insanın psikolojik yapısı, en başından itibaren toplumsal bir matriste oluşur. Bu nedenle psikanaliz, eğer gerçekten materyalist olmayı hedefliyorsa, özneyi yalnızca içgüdüsel itkilerin ürünü olarak değil, tarihsel koşulların ürünü olarak kavramalıdır. İnsanın beyni, doğum anında tamamlanmamış bir organ olarak dünyaya gelir. Bu biyolojik “erken doğum”, onu diğer canlılardan farklı kılar. Yavrusu, uzun süre bakım ve ilişkiye muhtaçtır. Bu zorunlu bağlılık, insanın doğasını belirleyen bir toplumsal açıklıktır. Her bebek, başkalarının eliyle, sözüyle ve sevgisiyle özneleşir. Dolayısıyla birey, toplumsal ilişkilerin dışında değil, tam merkezinde doğar. Marx’ın dediği gibi, insanın özü, toplumsal ilişkilerin toplamıdır. Marksizm, efendi göstergesini ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeyi amaçlayan kolektif bir eylem teorisidir. Bu eylem, aynı zamanda öznenin dönüşümüdür; çünkü insanın benliği, sahip olduğu üretim ilişkileriyle birlikte şekillenir. Devrim, yalnızca üretim araçlarının el değiştirmesi değil, arzuların, korkuların ve bilinçdışı yapının da yeniden inşasıdır. Marksizm ve psikanaliz sentezi bu anlamda bir yanılsama değildir; tarihsel maddeciliğin toplumsalı, psikanalizin kişiseliyle buluştuğunda ortaya çıkan diyalektik bir bütünlüktür. Marx’ın “insanın özü toplumsal ilişkilerin toplamıdır” sözü, Freud’un “birey toplumun bir parçasıdır” önermesiyle yankılanır. Biri dış dünyadaki çelişkileri, diğeri iç dünyadaki çelişkileri inceler — ama her ikisi de özgürleşmenin tek yolunun bu çelişkileri bilinçli hale getirmekten geçtiğini söyler. Materyalist bir bilim olarak psikanaliz, klasik psikolojinin idealist soyutlamalarını yıkar. Aklın ilahi ya da metafizik bir özü olmadığını, insan bilincinin bedensel ve toplumsal koşullara bağlı olduğunu gösterir. Fakat psikanaliz, bireysel olandan toplumsala ulaşırken çoğu kez ters bir indirgemeciliğe düşer: toplumsalı bireyin içine, tarihin yasalarını çocukluk travmalarına tercüme eder. Oysa tarihsel maddecilik tam tersini yapar: toplumsal ilişkileri başlangıç noktası alır, bireyin ruhsal biçimlerinin bu ilişkiler içinde nasıl üretildiğini açıklar. Marksizm, pazar ekonomisinin insan ilişkilerini nasıl metalaştırdığını, insanların birbirini şeyler aracılığıyla algılamaya başladığını, mal fetişizminin yalnızca ekonomik değil, psikolojik bir yabancılaşma yarattığını gösterir. Böylece insan, kendi emeğinin ürünlerinde kaybolur, kendi arzularının kölesi olur. Psikanaliz, bu süreçte bastırılmış arzunun ve doyumsuzluğun izini sürer; Marksizm ise, bu bastırmanın maddi temelini ortaya koyar. Psikanalitik terapinin amacı genellikle uyum sağlamaktır — “sağlıklı” bir birey yaratmak, mevcut düzene uygun bir ruh hali inşa etmektir. Oysa uyum, çoğu kez bastırmanın adıdır. Bu yüzden psikanalitik reçeteler, devrim yerine uyumu, başkaldırı yerine dengeyi önerir. Böylece psikanaliz, devrimci özünden uzaklaşarak kapitalizmin manevi ideolojisine dönüşür. Marksizm, buna karşılık, insanı bütün yönleriyle ele alır: bedeniyle, bilinciyle, tutkularıyla, toplumsal emeğiyle. Marx’ın hümanizmi, insanın saklı kalmış tüm yeteneklerinin özgürleşmesini hedefler. Bu insan, yalnızca düşünen bir varlık değil, yaşayan, üreten, hisseden bir bütündür. Onun kurtuluşu, soyut özgürlükte değil, somut yaşam koşullarının dönüşümündedir. Marx’ın en büyük başarısı, felsefeyi tutkulara, duygulara ve emek süreçlerine uygulamasıdır. İnsan, kendi yarattığı nesneler dünyasında esir düşmüştür; kendi üretiminin yarattığı duvarlar arasında sıkışmıştır. Marx’ın amacı, bu duvarları yıkmak, insanı kendi eyleminin efendisi haline getirmektir. Özgürlük, yalnızca bilinçte değil, maddi yaşamda, üretim ilişkilerinde kazanılacaktır.
Marksist bir psikolojinin ilk çözmesi gereken sorun, “toplumsal karakter” sorunudur. Toplumsal karakter, bir sınıfın ya da grubun üyelerinin düşünme ve davranma biçimlerini belirleyen ortak psikolojik kalıptır. Bu kalıp, bireylerin doğuştan getirdikleri özelliklerden değil, içinde yaşadıkları üretim ilişkilerinden doğar. Kapitalist toplum, tıpkı fabrikadaki üretim hattı gibi, manevi kalıplar da üretir: itaat eden, rekabet eden, tüketen, korkan ve boyun eğen bireyler. Kapitalizm, ancak belirli bir insan tipinin varlığıyla işler. Çalışkan, disiplinli, zamanı verimlilikle kullanan, kazancı erdem sayan, üretim ve alışverişi hayatının merkezine yerleştiren bir birey tipi... Marx’ın deyişiyle, sermayenin büyümesi için canlı emeğin sadece sömürülmesi değil, gönüllü olarak kendini sunması gerekir. Bu gönüllülük, toplumsal karakterin ürünüdür: insanlar, kendilerini ezen düzene duygusal olarak bağlanacak biçimde şekillendirilir. On dokuzuncu yüzyılın kapitalizmi biriktirmeyi seven insanlara, yirminci yüzyılın kapitalizmi ise delice tüketmeyi seven insanlara ihtiyaç duyar. Üretim ilişkileri değiştikçe, karakter yapısı da değişir. Bugünün egemen tipi, Homo consumenstir: yani tüketen insan. Artık insanın amacı sahip olmak değil, tüketmek ve daha çok tüketmektir. Her yudum içki, her yeni telefon, her tıklanan reklam, bireyin içsel boşluğunu bir anlığına doldurur; ama bu doyum, hemen yeni bir açlığa dönüşür. Bu bireysel hal, kapitalist üretimin en büyük başarısıdır: insan, kendi zincirlerini arzular. Reklamlar, modalar, eğlence endüstrisi, hatta eğitim sistemi, bireyi kendi tüketiminden başka bir tatmin tanımaz hale getirir. Böylece insan, görünürde özgürdür ama gerçekte en derin köleliğini yaşar — çünkü arzularını bile sistem belirler. Toplumsal karakter, bireye dışarıdan dayatılmaz; içselleştirilir. Ana-baba sevgisi, eğitim sistemi, din, edebiyat, hatta şakalar ve günlük dil bu içselleştirmenin araçlarıdır. Bir çocuğun karakteri, yaşamının ilk beş yılında toplumsal yapının küçük bir replikası olarak biçimlenir. Anne-baba, aslında toplumun ajanıdır; kendi karakterleriyle, çocuğu da sisteme uygun hale getirir. Böylece baskı, sevgi aracılığıyla yeniden üretilir. Peki, nasıl oluyor da toplum, üyelerinin büyük kısmının çıkarına zarar verirken bile onların desteğini kazanabiliyor? Niçin insanlar, açık sömürü koşullarında bile sistemle özdeşleşiyor? Bunun yanıtı, toplumsal karakterdedir. İnsan, kendisini ezen düzeni sevecek biçimde biçimlendirilmiştir. Onun bilinci, kendi gerçek çıkarlarını değil, toplumsal düzenin ona “doğal” gibi görünen çıkarlarını savunur. Kapitalizm, yalnızca üretimi değil, sevgi ve nefretin yönünü de belirler. Bu yüzden sınıf bilinci, yalnızca ekonomik bir farkındalık değil, aynı zamanda bir duygusal kopuştur. İnsan, sevdiği efendiden, özdeşleştiği düzen figürlerinden kopmadıkça devrimci bir bilince ulaşamaz. Marx’ın umduğu sınıf bilinci, bu duygusal zincirler yüzünden çoğu zaman eksik kalır. İnsan, yapmak zorunda olduğu şeyi sevmeye koşullanmıştır — ve sevdiği şeyi yıkmak, önce kendi iç dünyasında bir devrim gerektirir. Tüketim toplumu, bu zincirleri daha da görünmez kılar. Homo consumens, kendi varoluşunu tükettikleriyle tanımlar. Tüketmek, yaşamakla eşdeğer hale gelir. Ama bu yaşam, edilgin bir varoluştur; birey kendi üretim sürecine, kendi kararlarına, hatta kendi arzularına bile yabancıdır. Çalışma koşullarını belirleyemeyen, emeğinin sonucunu görmeyen, politik süreçlerden dışlanan insan, güçsüzlük hissini alışverişle bastırır. Büyük şirketler, reklam ajansları, medya devleri, bu edilginliği kâr aracı haline getirir. İnsan, yalnızca bir emek gücü değil, aynı zamanda bir pazar nesnesidir. Arzuları üretim bandında şekillenir, ihtiyaçları laboratuvarda icat edilir. Bu yüzden kapitalist toplumda özgürlük duygusu, bir yanılsamadır: insan, yalnızca tüketme özgürlüğüne sahiptir. Tüketim tutkusu, manevi düzeyde tanıdık bir olgudur. Depresyon, kaygı, boşluk hissi — bunlar, kapitalist kişiliğin gündelik belirtileridir. Tüketmek, bu belirtileri kısa süreliğine bastırır ama asla iyileştirmez. İnsan, kendini oyalamak için tükettikçe, kendi gerçek yoksunluğunu büyütür. Kapitalizm, bu döngüyü sonsuz kılar: doyumsuzluk, sistemin motorudur. Marx, bu tehlikeyi çok önceden görmüştü. Onun hedefi, çok tüketen değil, çok “var olan” bir insandı. Gerçek özgürlük, insanın tüm yeteneklerini açığa çıkaran bir varoluş biçimiydi. Kapitalizm, insanı şeylere yönelterek iç zenginliğini yoksullaştırır. Sosyalizmin hedefi ise, maddi bolluğu değil, insani doluluğu sağlamaktır. Marx’ın sözüyle, çok sayıda yararlı şeyin üretilmesi, çok sayıda yararsız insanın yaratılmasıyla sonuçlanır. İnsan, özgürleşmek için önce kendi içindeki kapitalisti, kendi aklındaki pazar ilişkilerini yıkmak zorundadır. Çünkü bugün insanın bilinci, arzuları, tutkuları bile meta biçimindedir. Devrim yalnızca fabrikada değil, bilinçdışında da yapılmalıdır. Gerçek insan, sahip olduklarıyla değil, yaratma gücüyle, sevme kapasitesiyle, dayanışma yeteneğiyle tanımlanır. Marx’ın hümanizmi, psikanalizin devrimci çekirdeğiyle birleştiğinde, hem bireyin hem toplumun kurtuluşu aynı anda mümkün hale gelir. İnsan, kendini hem ekonomik hem ruhsal zincirlerinden kurtardığında, tarih ilk kez gerçekten insanın tarihi olur.